12 Nisan 2016 Salı

Abdulaziz Han

Babası.................... : Mahmûd-II

Annesi.................... : Pertevniyâl Sultan

Doğumu.................. : 8 Şubat 1830

Vefâtı..................... : 4 Haziran 1876

Tahta Geçişi............ : 25 Haziran 1861

Saltanat Müddeti..... : 14 sene

Halîfelik Sırası......... : 97

Osmanlı pâdişâhlarının otuz ikincisi ve İslâm halîfelerinin doksan yedincisi. Sultan İkinci Mahmûd’un ikinci oğlu. Annesi Pertevniyâl Vâlide Sultan’dır. Sultan Abdülmecîd Han’ın kardeşi olarak 1830 senesi Şubat ayının yedinci gecesi doğdu. Ağabeyine nazaran daha gürbüz ve gösterişli bir bünyeye sâhib olan Abdülazîz’e küçük yaşından itibaren din ve fen ilimleri öğretmesi için, zamânın âlimlerinden Hasan Fehmi Efendi vazifelendirildi. Zekî ve akıllı olan şehzâde Abdülaziz, kısa zamanda Arabça, Farsça ve dînî bilgileri çok iyi bir şekilde öğrendi. Boş zamanlarında dedeleri gibi ata binmeyi, kılıç kullanmayı, güreş tutmayı, cirit atmayı, zamanın bütün silahlarını en iyi şekilde kullanmayı öğrendi.

Ağabeyi Abdülmecîd Han’ın saltanatı zamanında velîahd ilân edilen Abdülazîz, mazbut bir hayât yaşadı. Bu haliyle halkın sevgisini kazandı. Kendisine örnek aldığı büyük dedesi Yavuz Sultan Selîm Han gibi olmaya çalışıyordu. Bazı devlet adamlarının taklitçiliğe varan aşırı yenilik düşkünlüğünden rahatsız olanlar, ileride Yavuz gibi bir pâdişâh olacağı düşüncesiyle onun bu hâline seviniyorlar ve kendisinden çok şey bekliyorlardı. Zîrâ Osmanlı, eski heybet ve haşmetini hayli kaybetmişti. Tanzîmât fermanı ile başlayan batılılaşma hareketi, taklitçilikten öteye gitmediği gibi, milletimizin manevî değerlerini kaybettirmeye başlamıştı.

Sultan Abdülmecîd Han’ın 25 Haziran 1861’de ölümü üzerine Abdülazîz Han tahta çıktı. Bu sırada Osmanlı Devleti’nin durumu son derece karışıktı. Mâlî sıkıntı son haddinde olup, Karadağ’da çıkan isyân Sırplarla savaşa yol açacak durumda idi. Hersek eyâletinde de büyük bir karışıklık hüküm sürüyordu. Bu durumlardan faydalanan Avrupa devletleri müdâhalelerini arttırarak, aracılık teklifinde bulundular. Yeni sultânın Tanzîmât’tan vazgeçmesinden endişe duyan bâzı devletler, daha ileri gitmek niyetinde idiler. Bu durumu fark eden ileri görüşlü Sultan, hemen bir hatt-ı hümâyûn çıkardı. Sadrâzama hitaben yazılan ve Bâb-ı âlî’de okunan fermanda şöyle deniliyordu: “Halkımın, huzur ve mutluluğu en büyük emelimdir. Onların canları, malları ve nâmusları kânunlarımızla te’minât altındadır, korunacaktır. Allahüı teâlânın emirlerinin yapılmasına, yasaklarından kaçınılmasına çalışılacaktır. Hepimizin saadeti, selâmet ve kurtuluşu bundadır. Bu sebeble İslâmiyet’in emirlerinin yapılması, kat’î olarak dileğimizdir. Mevcûd kânunlara herkes uyacaktır. Uyanlar mükâfatlandırılacak, uymayanlar cezalandırılacaktır.

Devletimizin maddî gücünün arttırılması ve halkın hayat seviyesinin yükseltilmesinden başka maksadımız yoktur. Devlet malının telef edilmemesi ve israftan korunması şarttır. Kara ve deniz kuvvetlerimizin nizam ve intizamları sağlanacaktır. Dost ve müttefik devletlerle, münâsebetlerimizin devamına ehemmiyet verilecek ve önceki andlaşmaların hükümlerine uyulacaktır. Şunu tekrar edeyim ki, müslim ve gayr-i müslim ayırd etmeksizin, memleketimde, yaşayan herkes dînimizin emirleri çerçevesinde adaletle yönetilecek ve herkes adalet önünde eşit muamele görecektir. Allahü teâlânın mülkümüze ihsân buyurduğu huzur ve refahın her tarafa yayılması, herkesin saadetini gerektirecek gerçek ilerlemedir. Devlet-i âliyyemizin, İstiklâlinin devam etmesi, halkımın da refah içinde yaşaması en büyük gâyemdir. Cenâb-ı Hak, Habîb-i ekremi sallallahü aleyhi ve sellem hürmetine cümlemizi muvaffak eylesin...” Bu ferman ve hükûmetin yerinde bırakılması, batılı devletlerin Tanzîmât konusundaki endişelerini nisbeten ortadan kaldırdı.

Mâlî konularda büyük sıkıntılarla karşılaşıldığı için, Sultan, hükûmetten ilk önce bu konunun ele alınmasını istedi. Devletin geliri tahminen on beş milyon altın idi. Sultan, kendisine âit aylık tahsîsâttan indirim yapılmasına, saraydaki şahsına âit bâzı altın ve gümüş eşyanın, kapların, darphânede eritilerek paraya çevrilmesine müsâde etti. Saray’daki gereksiz me’mûrları başka yerlere tâyin etti. Hassa hazînesinin gelirinden üçte birini devlet hazînesine bıraktı. Rüşvet ve irtikâb işine karışanları cezalandırdı. Alınan tedbirlerle devletin mâlî durumu düzelmeye başladı.

Bu durumdan rahatsız olan Ruslar, bâzı Avrupa devletleri ve İngilizler, Osmanlı topraklarında yaşayan azınlıkları “kışkırtmâyâ”, onları el altından desteklemeye başladılar. Kırım’da mağlûb olan Ruslar, Balkanlardaki hıristiyanları isyâna teşvik etti. Bunun üzerine Sultan, serdâr-ı ekrem Ömer Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusunu Karadağ bölgesine gönderdi ve isyân bastırıldı. Fakat bu zafer, bir çok Avrupa devletinin müdâhalesine sebeb oldu. Netîcede 15 Ağustos 1862’de verdikleri nota ile, harbin durdurulmasını istediler. 31 Ağustos’da Karadağ prensi ile serdâr-ı ekrem Ömer Paşa tarafından imzalanan Işkodra andlaşması gereğince savaşa son verildi.

Mısır’ın Osmanlı Devleti’ne bağlılığının hayli gevşediğinin farkında olan Sultan, sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’nın da teşvikiyle vâliyi ve halkın durumunu yerinde incelemek üzere Mısır’a bir seyahat düzenledi. Sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’yı İstanbul’da bırakarak, 4 Nisan 1863’de Feyz-i Cihâd vapuruyla yola çıktı. Mehmed Ali Paşa’nın torunu, çalışkan ve kurnaz bir zât olan Mısır vâlisi İsmâil Paşa, sultan Abdülazîz Han’ı ve maiyyetini muhteşem merasimle karşıladı. Sultân’ın bu ziyareti, Avrupa devletlerinin İsmâil Paşa’yı Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtmalarını önlemiş oldu. Mısır’ın payitahta olan bağlılığını güçlendirdi. Bir süre sonra İsmâil Paşa, Sultan’dan hidiv ünvânını aldı ve hidivliğin babadan oğula geçmesi esâsını da kabul ettirdi. Daha da ileri giderek kendi başına hareket etmek istedi; fakat buna mâni olundu.

Diğer taraftan Yunanistan’a 1830’da verilen bağımsızlıktan sonra rahat durmayan rumlar, Ege adalarında isyân çıkardılar. 2 Eylül 1866’da Girid’de çıkan isyânda Yunanistan’dan yardım alan rumlar, adanın Yunanistan’a ilhakını istiyor ve müslümanları insafsızca öldürüyorlardı. Bu kıyımı durdurmak için Girid’de otuz sene vâlilik yapan Mustafa Nailî Paşa gönderildi. Donanma ile Girid’i muhasara altına alan Nailî Paşa, isyâncılarla uzun süre çarpışmasına rağmen netîce alamadı; âsilerle yapılan görüşmeler de fayda vermedi. Altı buçuk ay kadar süren bu kuşatmadan netîce alınamayınca, serdâr-ı ekrem Ömer Paşa vazîfelendirildi ve isyâncılar mağlûb edildi. İsyanı plânlayan Avrupa devletleri, Sultân’a bir nota göndererek, Girid’deki askerî harekâtın durdurulmasını ve idare şeklini tesbit edecek beynelmilel bir komisyonun gönderilmesini istediler. Sultan bu teklifi şiddetle reddetti. Fevkalâde yetkiler verdiği sadrâzam Alî Paşa’yı mes’eleyi devlet menfaatlerine uygun şekilde halletmek üzere Girid’e gönderdi. 4 Ekim 1867’de Girid’e ulaşan Alî Paşa, batı devletlerinin isteği doğrultusunda iki ferman yayınlayarak bâzı imtiyazlar verince, âsiler isyândan vazgeçerek daha müsait bir zamanı beklemeye başladılar (Bkz. Alî Paşa).

Hâdiselerin bastırılmasından bir süre sonra, Fransa kralı üçüncü Napolyon, Paris’te açılan milletler arası sanayi sergisine bir çok devletin idarecilerini davet ettiği gibi, sultan Abdülazîz’e de davet için bir elçi gönderdi. Aynı zamanda kraliçe Victoria da, Sultân’ı İngiltere’ye davet etti. Bu davetler, toplanan dîvânda görüşüldü ve devletin îtibârı bakımından Sultân’ın kabul etmesi kararlaştırıldı.

Sultan Abdülazîz Han, Paris büyükelçisi Mehmed Cemil Paşa’dan gelen Fransa’ya davet telgrafını sükûnetle dinlemişti. Aslında çok arzu ettiği böyle bir yolculuğa, ağır mes’ûliyetleri olan bir pâdişâh olarak değil de, hâli vakti yerinde bir kimse gibi çıkmayı arzu ettiğini başmâbeynci Mehmed Bey’e şöyle söylemişti: “Bak Mehmed! Zaman zaman ne isterdim bilir misin?.. Ya kapalıçarşı’da, ya Asmaaltı’nda küçük bir dükkanı olan esnaf veya bir zanaatkar olayım. Sabah evimden çıkayım, işime geleyim. Akşam Allah ne kâr verdiyse onunla çoluk-çocuğumun nafakasını alayım, atıma değil eşeğime bineyim. Yorgun argın, amma kafamın içi binbir derdle dolmamış olarak evime geleyim. Karım güler yüzle, çocuklarım sevgiyle beni karşılasın. Yunayım, sofranın başına geçeyim, çorbamızı zevkle içelim. Kimsenin derdi bize illet olmasın. Yüreklerimiz rahat, büyük mes’elelerden uzak, kendi hâlimde yaşayıp gideyim. Şu Ali ile Fuâd ille de Frengistan’a gitmeli, derlerken de ne isterdim bilir misin? Cebinde harçlığı olan, hâli vakti yerinde, ünvânsız, makamsız kişi olarak Avrupa’ya gitmek!.. Ben de istemez miyim oraları görmeyi?.. Amma, gelgelelim bu koskoca ülkenin pâdişâhısın, cümle âlemin gözleri senin üzerinde... Adım atışın, bakışın, dudaklarının kıpırdayışı bile merak uyandırır. Gelen elçilerin hâlini görürsün. Ya onların memleketlerinde cümle halk ortasında insan rahat nefes alabilir mi? Neylersin ki, bu tahtın da esâreti var...”

Sultan Abdülazîz Han, 21 Haziran 1867 Çarşamba günü Dolmabahçe Sarayı önünde Sultâniye yatına binerek yola çıktı. Böylece Osmanlı târihinde yabancı ülkelere seyahate çıkan tek pâdişâh ve ilk halîfe Abdülazîz Han oldu.

Şehzâde Yûsuf İzzeddîn, şehzâde Murâd, şehzâde Abdülhamîd, hâriciye vekili Fuâd Paşa, pâdişâhın maiyyeti, özel hizmetçileri ve koruma görevlileri yanında; Fransız sefirinin de birlikte seyahatine izin verilmişti. Sultaniye yatını üç zırhlı tâkib ediyordu. Yafa, Fransa’ya kadar refakat edecek Fransız donanması, Çanakkale boğazının dışında Sultân’ı karşıladı ve 29 Haziran’da filo Fransa’nın Toulun limanına girdi. Burada askerî törenle karşılanan Sultan, trenle Paris’e geçti. Sultan Abdülazîz Paris’te, Fransa kralı üçüncü Napolyon tarafından askerî törenle karşılandı.

Misafirler için verilen yemekte Abdülazîz Han’ın yanına oturan ev sahibi üçüncü Napolyon’un, yemekte; “Ekselans hazretleri! Girid için en güzel çözüm yolu, adanın Yunanistan’a terkedilmesidir şeklinde düşünüyoruz...” sözü üzerine. Sultan celallendi ve; “Ekselâns! Girid için Osmanlı Devleti tam yirmi yedi sene, kan dökerek savaştı. Girid’in her karış toprağı şehîdlerin kanlarıyla sulandı. Ordularımda tek bir asker, donanmamda bir tek sandal kalıncaya kadar ata mîrâsını korumak ve kollamak karârındayım!..” cevâbını verdi. Beklemediği bu hiddet karşısında şaşıran Napolyon, özür dilemek mecburiyetinde kaldı.

Sultan Abdülazîz Han, 10 Temmuz’da Paris’ten ayrılarak İngiltere’ye geçti. Sultân’ı, kral yedinci Edward karşıladı. Londra’da on bir gün kalan Sultan, 23 Temmuz 1867’de kraliçe Victoria’nın da hazır bulunduğu törenle uğurlandı. Ertesi gün Belçika’nın başkenti Brüksel’e geçti. Prusya ve Avusturya üzerinden 7 Ağustos 1867 günü İstanbul’a gelen Sultan, 47 günlük geziden sonra, 47 pârelik top atışı ile karşılandı. Sultan Azîz’in gemiden inerken alçak sesle; “Atalarımız at sırtında ve fütûhat gayesiyle giderlerdi... Bizler ise şimdi; trenle, vapurla ancak siyâset için gidebiliyoruz!..” sözleri dudaklarından dökülüyordu.

Sultan Abdülazîz Han’ın bu gezisi, genel barışın sağlanmasında önemli rol oynadı. Avrupa devletleri ile olan münâsebetler iyileşti. Bir süre sonra Avrupa siyâsî ve askeri bir bunalıma girdi. Kırım savaşından sonra güçlenen Fransa’ya karşı, Rusya, Avusturya ve Prusya’dan teşekkül eden ve üç imparator ismiyle anılan bir ittifak kuruldu. Fransa’nın 1871’de, Prusyalılara yenilmesi, bu devletin Avrupa’daki mevkiini sarstı. Paris andlaşmasının en büyük garantörlerinden olan Fransa’nın mağlûbiyetini fırsat bilen Rusya, andlaşmanın Karadeniz’in tarafsızlığı ile ilgili maddesini iptal etti. Diğer taraftan Avusturya’nın Prusya ve İtalya’ya karşı sürdürdüğü harpte yenilmesi, Rusya’yı Balkanlarda daha kuvvetti bir duruma getirmişti. Bu durum yakın bir gelecekte patlak verecek Osmanlı-Rus harbinin ilk işaretiydi.

Avrupa’da durum böyle iken, içte yeni siyâsî hareketler başgöstermeye başladı. Alî Paşa’nın çıkardığı Âlî kararnamesi ile yurt dışına kaçan Ziya Paşa, Nâmık Kemâl, Ali Süâvî gibi yazarlar, Âlî Paşa’nın ölümü ile yurda dönmüşler ve halkı Pâdişâh’a karşı düşmanlığa teşvik etmeye başlamışlardı. Yapılan yenilikleri beğenmeyen ve târihte Jön Türkler diye bilinen bu fikrin ileri gelenleri, Osmanlı halkının hâzır olup olmadığını düşünmeden, Avrupa’da, gördükleri meşrûtiyet rejiminin memlekete getirilmesini istiyorlardı. İlmî olarak, Avrupa ve Osmanlı cemiyetlerinin, içtimaî, fikrî, siyâsî yapıları ile parlamentolarının mâhiyetini hiç bilmiyorlardı.

Mahmûd Nedim Paşa, 1875’de sadrâzam olur olmaz, mâlî duruma el attı. Yapılan 1875 bütçesi beş milyon altın lira açık verdi. Tarafdârı olduğu Rus sefîri İgnatiyef’in tavsiyelerine uyan Nedim Paşa, Avrupa’nın hışmını Devlet-i âliyye üzerine çeken bir tedbire başvurdu. 6 Ekim 1875’de aldığı bir kararla, devletin senelik ödediği borcunun yarısını beş sene müddetle keseceğini açıkladı. Karar içte ve dışta büyük akisler yaptı. Avrupa’da ellerinde Osmanlı tahvîli bulunan halk, elçilikler önünde gösteriler yaptı. Avrupa gazeteleri, Türkler aleyhinde çok ağır yazılar yazdılar. Bu durum devletin îtibârını düşürdüğü gibi, İngiliz ve Fransız halkını da Osmanlı Devleti’ne düşman yaptı. Zâten Rus elçisinin gayesi bu idi.

Rusların devamlı panislavizm propagandası yaptığı Balkanlarda, büyük bir huzursuzluk mevcûd olup, yer yer isyânlar görülmekte idi. 1875 yazında Bosna-Hersek’de isyânların çıkması yeni bir buhrana sebeb oldu. Sırbistan, Rusya’nın teşvîki ile 1876’da Osmanlı Devleti’ne savaş îlân etti. Osmanlı Devleti, sıkıntılar içinde olmasına rağmen, Sırbistan’ı kısa sürede mağlûb etti. Hemen arkasından Bulgaristan’da karışıklıklar çıktı ise de, mahallî kuvvetlerle bastırıldı.

Balkanlar kaynarken, görevden uzaklaştırılan ve erkân-ı erbaa diye adlandırılan Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdî paşalar ile Hasan Hayrullah Efendi, İhtilâl hazırlığı yapıyorlardı. Tarihçi Yılmaz Öztuna; Bir Darbenin Anatomisi adlı eserinde, özetle bu dört şahsı şöyle anlatmaktadır:

“Mütercim Rüşdî Paşa, sultan Abdülmecîd zamanında parladıktan sonra, Abdülazîz Han devrinde İki defa sadârete ve üç defa seraskerliğe getirilmesine rağmen, kısa zamanda azledildiği için pâdişâha diş bilemiş bir hileciydi. Deve kiniyle meşhur olan serasker Hüseyin Avni Paşa, pâdişâha olan kininde erkân-ı erbaanın diğerlerini geride bırakmıştı. Kalbinde kinden başka hiç bir hisse ver vermeyen bu adamın hayâtı ve şahsiyeti de karanlıktı. 25 Eylül 1871’de görevinden azledilip, rütbeleri sökülerek Isparta’ya gönderilmesi, daha sonra getirildiği sadâretten kısa sürede alınması üzerine, pâdişâhtan intikam almaya karar verdi. Tedavi bahanesi ile gittiği İngiltere’de, Sultân’ın hal’i için İngiliz devlet adamlarının muvafakatini istemekten çekinmemiştir. Daha sonra sadrâzam Mahmûd Nedim Paşa tarafından seraskerlikten azl edilerek Bursa vâliliğine tâyin edilince, kini daha da artmıştı. Yapmak istediklerini; “Kinim dînimdir!” diyerek ifâde eden Hüseyin Avni, hal’in yanında, Sultân’ı öldürmeyi de düşünüyordu.

Erkân-ı erbaanın üçüncüsü ise Midhat Paşa idi. Vâliliği sırasında yaptığı bâzı işlerden dolayı İngilizler tarafından şişirilen bu zât, Alî Paşa’nın ölümünden sonra, kendini devletin en kabiliyetli, hattâ tek adamı olarak görmekteydi. Fakat gerçekte aşırı derecede hislerine kapılan, acele ve yanlış kararlar veren, bu yüzden hükûmette iyi iş görmeye müsâid olmayan bir kişiliğe sahipti. Batı ve din kültüründen tamamen yoksundu. Getirildiği ilk sadâretten iki ay on dokuz gün sonra azl edilmesi, Sultân’a karşı düşmanlık ve kin beslemesine yol açtı. Hayalperest olan Midhat Paşa, içki masalarında, Osmanlı hânedânın ortadan kaldırıp sultan olacağını iddia etmeğe; “Bunda ne var ki?!.. Al-i Osman olacağına Al-i Midhat olur” demeğe başlamıştı. Erkân-ı erbaanın dördüncüsü olan Hasan Hayrullah Efendi ise, Rüşdî Paşa’nın korumasıyla getirildiği şeyhülislâmlıktan bir ay gibi kısa bir süre sonra azledildiğinden Sultân’a kin bağlamıştı.”

Hüseyin Avni ve Midhat Paşa, konaklarında gizli toplantılar yaparak, sağa sola para dağıtıyorlar ve Pâdişâh aleyhine adam topluyorlardı. Yüksek okullarda okuyan talebeler arasında para dağıtıp, yalan söyleyerek isyâna teşvik ettiler. 10 Mayıs 1876’da Fâtih, Bâyezîd ve Süleymâniye medreselerindeki talebe ayaklandı ve derslere girmeyerek, saraya doğru yürüdü. Nümayişçiler sadrâzamın ve şeyhülislâmın azledilmesini istiyorlardı. Sultan Abdülazîz Han, kan dökülmesini önlemek için isteklerini kabul etti. Nedim Paşa’yı sadrâzamlıktan alarak, yerine Mütercim Rüşdî Paşa’yı, seraskerliğe “Hüseyin Avni Paşa’yı, Meclis-i vükelâ üyeliğine Midhat Paşa’yı ve şeyhülislâmlığa da Hasan Hayrullah Efendi’yi getirdi. Böylece talebelerin gösterisi sona erdi. İhtilâlciler de hedeflerine ulaşacak makamları ele geçirmişlerdi. Sâdece Sultân’ın hal’i kalmıştı.

Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdî ve yandaşları Süleymân Paşa; Pâdişâh’ın tahttan indirilmesi için geniş bir propagandaya girdiler. Halkın gözünde Sultân’ı küçültmek için çeşitli iftiralar yaydılar. Pâdişâh’ın, veraset usûlünü değiştirip büyük oğlu Yûsuf İzzeddîn Efendi’nin velîahdlığını te’min için İstanbul’a kırk bin kişilik bir Rus ordusu getireceği ve devlet hazînesinde beş para olmadığı hâlde saray hazînesinde elli milyon lira mevcûd olduğu şeklindeki şayialar bu menfî propagandanın bâzılarıdır.

Hüseyin Avni Paşa, bahriye nâzırı Kayserili Ahmed, Şûrâ-yı askerî reîsi Müşir Redif, Harbiye mektebi nâzırı mirliva Süleymân ve Midhat paşalar gizli gizli toplantılar yapıp hâdiseyi plânladılar. Bunlardan Süleymân Paşa, hal’ işinin bir vatanperverlik olduğuna inanan tek kişi idi. En büyük iş de kendine düşüyordu. Bu iş başarısızlıkla netîcelenirse, birinci durumda suçlu o olacaktı. Fetva emîni Kara Halîl Efendi’yi Midhat Paşa’nın konağına çağırarak, Pâdişâh’ı tahttan indireceklerini ve buna fetva verip-vermeyeceğini sordular. O da; “Bu hayırlı işe çarşaf kadar fetva veririm” diye cevap verdi. Onun, Sultân’ın hal’i için yazdığı; “Emîr-ül-mü’minîn olan Zeyd muhtell-üş-şuûr ve umûr-ı siyâsîden bî-behre olup, emvâl-i mîrîyyeyi mülk-i milletin tâkat ve tahammül edemeyeceği mertebe mesârif-i nefsâniyyesine sarf ve umûr-ı dîniyye ve dünyeviyyeyi ihlâl ü teşviş ve mülk-i milleti tahrip edip, bakaası, mülk-i millet hakkında muzır olsa, hâl’i lâzım olur mu? Beyân buyrula.” şeklindeki fetvayı şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi; “Allahü alem olur” diye imzaladı. Burada, aklî dengesi bozuk, siyâsetten habersiz, din ve dünyâ işlerini bozup karıştıran, milletin mülkünü tahrib eden bir kimse olarak tarif edilen Pâdişâh’ın, bu vasıflardan uzak olduğunun herkes tarafından bilinmesi sebebiyle, fetva, neşrinden îtibâren çok tenkidlere uğramıştır.

Bunun üzerine Hüseyin Avni Paşa yalısında toplanan ihtilâlciler, 30 Mayıs 1876 gününde harekete geçmeye karar verince, sabahın erken saatlerinde Süleymân Paşa, hazırlanan plânı kusursuz uyguladı. Harbiye öğrencilerine sultan Abdülazîz’e sûikasd yapılacağını, bunu önlemek için Dolmabahçe Sarayı’nın çepe çevre sarılacağını, bu şerefli görevin kendilerine düştüğünü söyledi. Harb okulu komutanı Süleymân Paşa, bu korkunç yalanla kandırdığı silâhlı üç yüz talebeyi er donanımıyla okuldan çıkardı. Suriye’den bir kaç gün önce getirilen ve Selîmiye’de yer açılmadığı için Maçka sırtlarında çadır kurulan iki tabur askere de aynı şeyler söylenerek, Harbiye talebeleriyle beraber Dolmabahçe Sarayı karadan muhâsara edildi. Donanma kumandanı Arif Paşa, aynı şeyleri kaptanlara söyleyerek, Sultân’ın eseri olan ve üzerine titrediği zırhlıları, Dolmabahçe önüne demirledi. Süleymân Paşa, velîahd Murâd Efendi’yi alıp, dışarda arabada bekleyen Hüseyin Avni Paşa’nın yanına getirdi. Seraskerlik dâiresine gidilince, orada bulunan ihtilâlciler yeni Sultân’a bîat ettiler. Sabahın erken saatlerinde münâdîler yeni Pâdişâh’ın cülûsunu yâni tahta geçtiğini haber veriyor ve cülûs topları atılıyordu.

Cülûs topları henüz atılmadan önce, Süleymân Paşa, harem dâiresi önüne gelerek dârüsseâde ağası ile görüşmek istediğini söyledi. Dârüsseâde ağası Cevher Ağa giyinerek yanına geldiğinde, durumu anlamıştı. Süleymân Paşa: “Ağa efendimiz! Millet, sultan Abdülazîz Han’ın fiil ve hareketlerinden memnun değildir. Millet kendilerini hâl’ etti. Şahs-ı hümâyûnlarına karşı bir garaz ve sûikasdimiz yoktur. Milletin selâmeti için, kendilerini Topkapı Sarayı’na götürmeye me’murum. Lütfen kendilerine derhâl bildiriniz ve hazırlayınız. Ben burada bekliyorum” dedi.

Süleymân Paşa’nın millet adına yapıldığını söylediği bu ihtilâlin, sonradan yapılan araştırmalarda altmış üç kişinin şahsî arzu ve ihtiraslarına göre yapıldığı anlaşılıyordu. Cevher Ağa, Pâdişâh’ı uyandırmaya cesaret edemeyerek, Pertevniyâl Vâlide Sultân’ı uyandırdı. Sultan da oğlu Abdülazîz Han’ı uyandırdığında cülûs topları atılmaya başlanmıştı. Halîfe; “Anne bunu bana kim yaptı? Beni (üçüncü) sultan Selîm’e mi döndürecekler? Ben kime ne ettim?” dedi. Vâlide Sultan; “Avni Paşa etti” dedi. Halîfe; “Yalnız Avni etmedi. Rüşdî Paşa ile Ahmed (Kayserili) ve Midhat paşalar da bu işe dâhil. Ben bu felâketi otuz kırk defa rüyamda gördüm. Cenâb-ı Hakk’ın takdîri böyle İmiş” dedi.

Sultan Abdülazîz, aile efradıyla birlikte, kayıklarla, sağnak hâlindeki yağmur altında Topkapı Sarayı’na getirildi. Şahsî serveti, hanımlarının kulaklarındaki küpelere kadar, ihtilâlciler tarafından yağmalandı. Burada Sultân’a üçüncü Selîm Han’ın odası ayrılmıştı. Bu duruma çok üzülen sultan Abdülazîz; “Beni de amcam sultan Selîm gibi burada bitirmek istiyorlar” dedi. Sultan Abdülazîz, üç gün kuru tahta üstünde aç, susuz bırakıldı. Islak elbiselerini değiştirmesine izin verilmedi. Daha sonra kendisi için hazırlanan odaya geçince, sultan Murâd’a bir mektup yazarak Fer’iye Sarayı’na nakledilmesini istedi. Bu isteği yerine getirilerek, 1 Haziran 1876 günü Fer’iye Sarayı’na nakledildi.

Fer’iye Sarayı’na nakl edildikten sonra, yanında devamlı taşıdığı, amcası üçüncü Selîm’in palasını, Fer’iye karakolu komutanı, güvenlik gerekçesiyle Sultan’dan istedi. Abdülazîz Han vermek istemedi ise de, annesi, oğluna bir şey olmasından korktuğu için gizlice alıp komutana verdi. Daha önce planlandığı şekilde Sultân’ın öldürülme hazırlıklarına hız verildi. Bu iş için güçlü-kuvvetli adamlara ihtiyâç vardı. Hüseyin Avni Paşa, pehlivanlardan Cezâyirli Mustafa ile Yozgatlı Mustafa ve Boyabatlı Hacı Mehmed’i Fer’iye Sarayı’nda bahçıvanlıkla görevlendirdi. Pehlivanlar, saray muhafız tabur komutanı yanlarında olduğu hâide; 4 Haziran 1876 sabahı, Sultân’ın odasına girdiler. Pehlivan yapılı sultan Abdülazîz, ne niyetle geldiklerini anladığından onlara karşı koydu. Ancak uzun bir mücâdeleden sonra, Sultân’ın bileklerini kesen zorbalar, gizlice işlerinin başına döndüler. Bir müddet sonra oraya gelen Vâlide Sultan, oğlunun kanlar içinde yattığını görüp, ağlamaya başlayınca, saray halkı Sultân’ın odasına toplandı.

Devlet ricalinden, olay yerine ilk önce, Kuzguncuk’daki yalısında bulunan Hüseyin Avni Paşa geldi. Daha ölmemiş olan Sultan, Hüseyin Avni’nin emri ile saray karakolunun kahve ocağına götürülüp ot bir sedire yatırıldı. Can çekişen eski Sultân’ı tedavi için hiç bir hareket yapılmadı. Bir süre sonra; Hüseyin Avni, Midhat ve Rüşdî Paşa’nın gözleri önünde vefât eden Sultân’ın üzerine eski bir perde örtüldü ve doktor çağrıldı. Doktorlar, Sultân’ın vücûdunu muayene etmek istediklerinde, Hüseyin Avni; “Bu cenaze herhangi bir kimse değildir. Bir pâdişâhtır! Her tarafını açtırıp gösteremem” diyerek mâni oldu. Karakolda hâzır bulunan ihtilâlci paşalar, Pâdişâh’ın bıyık makası ile İki bileğini keserek intihar ettiğini bildiren bir rapor hazırlatarak imza etmelerini istediler. Doktorlar imza etmek istemeyince, üzerlerine yürüdüler. Birisi Trablusgarb’a sürüldü. Öteki doktor Ömer Paşa’nın da apoletlerini (rütbelerini) söküp askerlikten tardettiler.

Ertesi gün yayınlanan hükûmet tebliğinde; “Sultan Abdülazîz, sakalını düzeltmek için istediği küçük makas ile bilek damarlarını keserek İntihar etmiş ve serasker Avni Paşa, cesedi karakola naklettirmiştir”‘diye bir açıklamada bulundular.

Sultân’ın naaşı Topkapı Sarayı’na nakl edilerek burada yıkandı. Naaşı yıkayan sekiz imâm, daha sonra kurulan Yıldız mahkemesinde; “Sultân’ın iki dişi kırılmış, sakalının sol tarafı yolunmuştu. Sol memesi altında büyük bir çürük vardı” demişlerdir. Pehlivanlar da yaptıklarını sonradan îtirâf etmişlerdir. İsmâil Hami Danişmend, beş cildlik Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi kitabının beşinci cild, 270.sahifesinde, intihar olmayıp, cinayet olduğunu otuz bir delille isbat etmektedir. Bir bileğini kesen şahsın ikinci bileğini de küçük bir makasla kendisinin kesmesi adlî tıbba göre mümkün değildir. Sultân’ın cenazesi 5 Haziran 1876 Pazartesi günü Topkapı Sarayı’nda büyük bir merasimle kaldırıldı ve pederi sultan İkinci Mahmûd Han’ın Çemberlitaş’taki türbesine defnedildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, tahta geçtikten sonra, amcası Abdülazîz Han’ın katli ile ilgili 27 Haziran 1881’de bir mahkeme açtı ve suçluların cezalandırılmasını sağladı (Bkz. Yıldız Mahkemesi).

İleri görüşlü ve tedbirli bir pâdişâh olan sultan Abdülazîz Han, devletin kuvvetli olması için kara ve deniz askerini yeni silâhlarla teçhiz etti. Avrupa’dan yeni model silâhlar aldı. 1866 senesinde Prusya’dan ihtisas sahibi subaylar getirerek Mekteb-i harbiyeyi yeniden düzenledi. Askerî rüşdiyeler açtı. Bugün İstanbul Üniversitesi olarak kullanılan binayı harbiye nezâreti olarak inşâ ettirdi. Donanmaya çok önem verdi. Tersaneleri yeniden düzenledi. Kurdurduğu askerî ve sivil pek çok fabrika ile sanayi inkılâbı yolunda ciddî adımlar atıldı. Yerli tersanelerde yapılamayan zırhlı gemiler dışarıdan alındı. Deniz subayları yetiştirmek için Mekteb-i bahriyeye İngiliz Hubart Paşa tâyin edildi. Büyük masraflarla meydana getirilen Osmanlı donanması, dünyânın üçüncü derecede kuvvetli deniz gücü hâline geldi. Sultan Abdülazîz Han tahttan indirildiği sırada, Osmanlı deniz gücü yirmi zırhlı, dört kalyon, beş firkateyn, yedi korvet ve kırk üç nakliye gemisinden meydana geliyordu.

Gülhâne hatt-ı hümâyûnu ile, Osmanlı tebeasından olan herkes askere alınacaktı. Abdülazîz Han, hıristiyan ve Yahûdîlerin askere alınmasını mahzurlu gördüğü için, onlardan nakdî bedel aldı. Subaylara ilk defa tabanca verdi. Tophâne’de modern tüfek ve top îmâli için te’sîsler kurdurdu. Orduyu; Nizâmiyye, Redif ve Müstahfız olmak üzere üç kısma ayırdı. Bunların mevcûdları 700.000 civarında idi. Yedi ordu teşekkül ettirdi. Bunların her biri çeşitli eyâletlerde bulunuyordu.

Sultan Abdülazîz Han, devletin geleceği için eğitim ve öğretime de önem verdi. 1862 senesinde, Devlet dâirelerine me’mur yetiştirmek için Mekteb-i mahrec-i aklâm açıldı. Bu okul, 1874 senesine kadar faaliyetini devam ettirdi. Ayrıca yabancı dil öğrenmek üzere lisan mektebi, eczacı mektebi, kaptan ve çarhçı mektebi açıldı. Mekteb-i tıbbiyye-i şâhâne adı ile sivil ve modern bir tıp fakültesi kuruldu. 1868’de Fransız eğitim sistemine göre eğitim yapan Mekteb-i sultanî (Galatasaray lisesi) açıldı. 1869’da Maârif-i umûmiyye nizâmnâmesi yayınlanarak maârif teşkilâtı yeniden düzenlendi. 1870’de Dârülfünûn-ı Osmânî adı ile Çemberlitaş’ta yapılan yeni binada modern bir üniversite açıldı. İlk öğretim mecburî oldu. Dînî eğitim yapan müesseselerin dışında çeşitli okullar açmak için, maârif nâzırının başkanlığında Meclis-i kebîr-i maârif kuruldu. 1869’da Kız sanâyi mektebi ve ertesi yıl sivil bir kaptan mektebi açıldı. 1870’de Dâr-ül-muallimât adıyla ilk kız öğretmen okulu eğitime başladı. Teknik ve meslekî alanlarda da yeni yeni okullar açıldı. Sanayi sergisi tertiplenerek, bir sanayi ıslah komisyonu kuruldu. Yerli malların Avrupa malları ile rekabet edebilmesi için, yeterli bilgiye sâhib eleman yetiştirmek gayesi ile İstanbul Sultan Ahmed’de bir sanayi mektebi açılarak çeşitli meslekler öğretildi. 1865 senesinde Yûsuf Ziya Paşa, Tevfik Paşa ve Ahmed Muhtar Paşa tarafından kurulan ve Kapalı çarşı esnafı çıraklarına ders veren Cemiyyet-i tedrisiyye-i İslâmiyye’nin fazla rağbet görmesi üzerine, sâdece yetim müslüman çocuklarının okutulması için Dârüşşafaka kuruldu. 1874’de Darülfünûn, Mekteb-i sultanî binasında yeniden eğitime başladı.

Sultan Abdülazîz Han, ulaşımın sür’atli ve sıhhatli olması için önemli çalışmalar yaptırdı. O zamana kadar 452 km. olan demiryolunun uzunluğu üç misline çıkarıldı. İstanbul-Paris demiryolu imtiyazı Avusturya firmasına verildi. Bu demiryolunun Topkapı Sarayı’nın bahçesinden geçmesi bâzı îtirâzlara yol açtı. Fakat Pâdişâh, halkın rahatı için; “Demiryolu yapılsın da, isterse sırtımdan geçsin” diyordu. Bu yolun Sofya’ya kadar olan kısmı 1873’de işletmeye açıldı. 1862’de mevcut karayolları tamir edildi ve yenileri yapılmaya başlandı. Niş, Bosna, Vidin, Samsun, Amasya, Kastamonu’ya yeni yollar yapıldı. İstanbul’da tramvay yapılarak Galata-Beyoğlu arasında tünel işletmesi kuruldu. Karaköy ve Eminönü arasında demir köprü (Galata/Mecidiye köprüsü) yapılarak hizmete açıldı. Mevcut telgraf hatlarına bir mislinden fazla ilâve yapıldı. Süveyş kanalı açılarak Akdeniz ile Kızıldeniz birleştirildi. Tuna ve Dicle nehirleri üzerinde gemi işletilmesi teşebbüsleri ilk defa başlatıldı. İstanbul, Köstence, Varna limanları ile İzmir rıhtım inşâsı yabancı şirketlere ihale edildi, idâre-i Azîziyye adı ile bir Seyr-i sefâin idaresi kuruldu ve Boğaz’da gemi çalıştırmak için Şirket-i Hayriyye’ye imtiyazlar verildi.

Sultan Abdülazîz Han devrinde, idârî ve hukûkî alanlarda da önemli adımlar atıldı. O zamana kadar uygulanan eyâlet teşkilâtı terk edilerek, vilâyet sistemine geçildi. Mülkî taksimatı sağlayacak Nizamiye mahkemeleri kuruldu. 1868’de Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye; Şûrâ-yı devlet ve Dîvân-ı ahkâm-ı adliye olmak üzere İkiye ayrıldı. Böylece bu meclis bünyesindeki idarî ve adlî işler birbirinden ayrıldı. Osmanlı medenî kânununa hazırlık olmak üzere Fransız elçisinin tavsiyesiyle kurulan bir komisyon tarafından Fransız medenî kânunu tercüme edilmeye başlandı. Buna karşı çıkan Ahmed Cevdet Paşa’nın teklifi üzerine, bir komisyon kuruldu. Bu komisyon uzun seneler çalışarak, Hanefî mezhebine uygun şekilde Mecelle-i ahkâm-ı adliyyeyi hazırladı.

Bu devirde bankacılık alanında da önemli gelişmeler oldu. 1867’de memleket sandıkları, 1868’de Emniyet sandığı kuruldu. 1863 senesinde Fransız ve İngiliz ortaklığında Bank-i Osmânî-i şâhâne (Osmarllı bankası) adıyla bir bankanın kurulmasına izin verildi. Daha sonra banknot çıkarma yetkisi verilen bu banka, 1930 senesine kadar Merkez bankası görevini de yürüttü.

Sultan Abdülazîz Han, gayet dindar ve intizamlı yaşayan bir pâdişâhtı. Su yerine zemzem içecek kadar takva sahibi idi. Muntazam namaz kılar ve çok Kur’ân-ı kerîm okurdu. Şehîd edildiği zaman, odasındaki küçük masanın üzerinde sûre-i Yûsuf açık olduğu hâlde bir Kur’ân-ı kerîm bulunmuştu.

Gayet ileri görüşlü olan sultan Abdülazîz, Rusya ile harbedip onu yenmedikçe, Osmanlı Devleti’nin büyük devlet olma vasfını devam ettiremiyeceğini dâima tekrarlardı. Bunun için saltanatı boyunca kendi gelirlerini ve devlet imkânlarını organize ederek bütün imkânları bu gayeye tahsis etti. Böylece Türkistan’a el atarak irtibat sağlamıştı. Abdülazîz Han’ın desteğiyle devlet kuran Doğu Türkistan Türklerinden Yâkûb Han’ın halîfeye bağlılığını bildirmesi, bu irtibatın en bariz misâlidir. Abdülazîz Han, Kırım’ı geri almaya hazırlandı. Donanmayı Hind okyanusuna gönderdi. Buraların yegâne hâkimi İngilizlere varlığını ve kuvvetini kabul ettirdi.

Sultan Azîz; ava, ciride, ata binmeye meraklı, heybetli, rûh ve beden bakımından gayet sıhhatli, dirayetli ve merhametli bir pâdişâh idi. Îtinâlı bir tahsil görmüştü. Kuvvetli bir edebî kültürü vardı. Şâir ruhlu ve ressamdı. Fevkalâde zekî ve hüsnüniyet sahibi olduğu, amansız düşmanları tarafından îtirâf edilmiştir.

Çok müsrif olmakla itham edilen bu Sultan zamanında, Osmanlı dış borçlarının arttığı söylenmiştir. Fakat giriştiği askerî ve İktisadî teşebbüsler dikkate alınırsa, bu artışın anormal olmadığı görülmektedir. Zamanında borç para ile saraylar yapıldığı yolundaki tenkidler de gerçek değildir. O sâdece Beylerbeyi Sarayı’nı yaptırmış, bir de Abdülmecîd zamanında başlanan Çırağan Sarayı’nı tamamlatmıştır.

Sultan Abdülazîz Han’ın koç ve horoz döğüştürüp, kazananların boyunlarına nişan taktırdığı yolundaki yazıların târihî hiç bir değeri ve mesnedi yoktur. Gazetelerde, hayâl mahsûlü tefrikalarda iddia edilmiştir. Ancak güreş ve bu gibi sporları teşvik ederdi. Bu yüzden de gayet popüler bir şahsiyeti vardı. Türk güreşinin dünyâda söz sahibi olmasındaki payını, hiç kimse İnkâr edememektedir.

Sultan Abdülazîz devrini inceleyen Ali Rızâ ve Mehmed Gâlib beyler, 1920 senesinde müşterek yayınladıktan Onüçüncü Asr-ı Hicrî’de Osmanlı Ricali adlı eserde şöyle yazmaktadırlar: “Sultan Abdülazîz Han; devlet işlerini görmek için çok çalıştı. Devlet adamı yetiştirmeye uğraştı. Kışlalara gitti, askerin yiyecek, giyecek mes’eleleri ile uğraşıp koğuşlarını teftiş etti. Mekteb-i harbiye ile Bahriye’de bizzat incelemeler yaptı. Eline verilen yazıları kendisi okurdu. Dilekçeleri ve Bâb-ı âlînin resmî yazılarını dikkatle incelerdi. Devletin selâmetini düşünüp, yükselme sebeblerini hazırlamak ve tebeasının sevgisini kazanmak için çalıştı. Yakınlarını iyi seçerdi. Devlet işlerine dâir fikir ve mütâlâaları dikkatle dinlerdi.”

Sultan Abdülazîz, çeşitli zamanlarda; Dürrünev, Gevherî, Edâdîl, Hayrândil, Nesrin, Mîr-i Şâh, Yıldız sultanlarla evlenmiştir. Bu hanımlarından dörtten fazlası aynı anda nikâhı altında bulunmamıştır. Bunlardan yedisi kız, altısı erkek on üç çocuğu dünyâya gelmiştir. Erkek çocukları; Yûsuf İzzeddîn, Mahmûd Celâleddîn, Mehmed Seyfeddîn, Abdülmecîd (son halîfe), Mehmed Selim ve Mehmed Şevket efendiler; kız çocukları ise; Sâliha, Esma, Emine, Nazime, Emine ve Fatma sultanlardır.

Sultan Abdülazîz Han Devri Kronolojisi

6 Ağustos 1861     Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa’nın sadrâzamlıktan uzaklaştırılması.

...............             Âlî Paşa’nın dördüncü sadrâzamlığı.

22 Kasım 1861       Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa’nın sadrâzamlığı.

15 Haziran 1862     Belgrad Vak’ası ve kalenin şehri topa tutması.

23 Ağustos 1862     Serdâr-ı ekrem Ömer Paşa’nın Rieka zaferi.

31 Ağustos 1862     İşkodra sulh muâhedesinin imzalanması.

8 Eylül 1862          İstanbul protokolünün imzalanması.

5 Ocak 1863         Yûsuf Kâmil Paşa’nın sadrâzamlığı.

3 Nisan 1863         Sultan Abdülazîz’in Mısır seyahati.

1 Haziran 1863      Keçecizâde Fuad Paşa’nın ikinci defa sadrâzamlığı.

28 Haziran 1864     Memleketeyn birliğini tamamlayan İstanbul protokolünün imzası.

28 Mayıs 1866        Mısır veraset usûlünün değişmesi.

2 Haziran 1866      Mısır vâlilerine “Hidiv” ünvanının verilmesi.

5 Haziran 1866      Mütercim Rüşdî Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı.

2 Eylül 1866          Girit isyânı ve âsilerin Yunanistan’a ilhak karârı

11 Şubat 1867        Mehmed Emin Ali Paşa’nın beşinci ve son sadrâzamlığı

24 Mart 1867         Yeni Osmanlılar (Jön Türkler) cemiyetinin Paris’te Osmanlı Devleti ve Pâdişâh aleyhinde propagandaya başlaması.

10 Nisan 1867        Belgrad ve diğer kalelerin Sırbistan’a terki

21 Haziran 1867     Sultan Abdülazîz’in Avrupa seyahatine hareketi.

7 Ağustos 1867     Pâdişâh’ın Avrupa’dan İstanbul’a dönmesi.

1 Nisan 1868      Kuvvetler birliği esâsının kaldırılıp, kuvvetler ayrılığı prensibinin kabulü ve Şûrâ-yı devletin kuruluşu.

2 Ekim 1868         Sadrâzam Âlî Paşa’nın Girid’e gönderilmesi.

12 Şubat 1869       Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa’nın ölümü.

19 Kasım 1869      Süveyş Kanalı’nın açılış merasimi.

11 Mart 1870         Bulgar kilisesinin bağımsızlığı.

13 Mart 1871         Karadeniz’in tarafsızlığına son veren Londra Andlaşması’nın imzalanması.

7 Eylül 1871         Âli Paşa’nın ölümü.

8 Eylül 1871         Mahmûd Nedim Paşa’nın sadrâzamlığı.

25 Eylül 1871        Tanzîmât devrinin son bulması.

31 Temmuz 1872   Midhat Paşa’nın sadrâzamlığı.

19 Ekim 1872        Mütercim Rüşdî Paşa’nın sadrâzamlığı.

15 Şubat 1873       Sakızlı Ahmed Esad Paşa’nın ilk sadrâzamlığı.

15 Nisan 1873       Şirvânîzâde Mehmed Rüşdî Paşa’nın sadrâzam olması.

15 Şubat 1874       Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın sadrâzamlığı.

13 Nisan 1875       Hersek’te isyân çıkması.

26 Nisan 1875       Sakızlı Esad Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı.

26 Ağustos 1875    Mahmûd Nedim Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı.

6 Ekim 1875         Dış kredilerle ilgili karar.

31 Ocak 1876        Avusturya dış işleri bakanı Andrasi’nin lâyihasının Bâb-ı âlîye tebliği.

2 Mayıs 1876         Bulgaristan’da isyân çıkması.

4 Mayıs 1876        Selanik Vak’ası.

10 Mayıs 1876       Midhat Paşa’nın yüksek tahsil gençliğini Pâdişâh’ı protesto yürüyüşüne sevketmesi.

12 Mayıs 1876       Mütercim Rüşdî Paşa’nın dördüncü sadrâzamlığı.

13 Mayıs 1876       Berlin memorandumu.

30 Mayıs 1876       Abdülazîz Han’ın tahtan indirilmesi.

4 Haziran 1876     Abdülazîz Han’ın şehâdeti.

faydalanılan kaynaklar:

1) Onüçüncü Asr-ı Hicrî’de Osmanlı Ricali (Ali Rızâ ve Mehmed Gâlib beyler, İstanbul-1920); cild-2, sh. 35

2) Tezâkir (Cevdet Paşa, Ankara-1986); cild-2-4

3) Ma’ruzât (Cevdet Paşa, İstanbul-1980); sh. 22, 56, 196, 222

4) Devri Sultan Abdülazîz (Ahmed Midhat, İstanbul-1319)

5) Mir’ât-ı Hakikat (Mahmûd Celâleddîn Paşa, haz. İsmet Miroğlu, İstanbul-1983); sh. 37

6) Üss-i İnkılâb (Ahmed Midhat, İstanbul, 1294-1295); kısım-1, sh. 66, 294, 398; Kısım-2, sh. 254

7) Sultan Abdülazîz’in Hal’i ve İntiharı (Tevfik Nûreddîn, İstanbul-1324)

8) Târihin Unutulmuş Sahîfeleri, Sultan Azîz’in şehâdetine asıl sebeb ne idi (Reşîd İbrâhim, Berlin-1333)

9) Son Sadrâzamlar (İbn-ül-Emin, İstanbul-1940/1953); cild-1-3

10) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 197

11) Sultan Abdülazîz’in vefâtı intihar mı, katl mi?” (Necib ÂsımT.T E.M-1926); Sayı: 6(83), sh. 321

12) Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi (Uzunçarşılı, Ankara-1967)

13) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 21

14) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1021

15) Eshâb-ı Kiram; sh. 280

16) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 69

17) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danişman); cild-12, sh. 141

18) Türkiye ve Tanzîmat (Engel-hardt, İstanbul-1328); sh. 169

19) Sergüzeştnâme (Pertevniyâl Vâlide Sultan, Üniversite Kütüphânesi, T.Y. 3310)

20) Hakâyık-ül-beyân fî hakk-ı Abdülazîz Hân (Mehmed, İstanbul-1324)

21) Vesâik-i Târihiyye ve Siyâsiyye Tetebbuâtı (Hayreddîn, İstanbul-1326)

22) Mir’ât-ı şuûnât (Mehmed Memdûh Paşa, İzmir-1328)

23) Hâtıra-i Âtıf (Neşr; İbn-ül-Emin Mahmûd Kemâl, T.T.E.M. sene-1926, sayı-7)

24) Sultan Abdülazîz’in vefâtı intihar mı katl mi? (Abdurrahmân Şeref, T.T.E.M. sayı-6 (83)-1926)

KAYNAK:  Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi. İhlas Matbaacılık, Gazetecilik ve Sağlık Hizmetleri A.Ş  a. cilt.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder