3 Ekim 2016 Pazartesi

Topkapı Müzesi Yıkılma Riski ile Gündemde

Osmanlı Devleti'nin yadigarı ve İstanbul'un önemli simgelerinden biri olan Topkapı Sarayı ve müzesi yıkılma riskiyle karşı karşıya.



Ülkemizin en değerli tarihi güzelliklerinden birisi olan Topkapı Sarayı, Mayıs 2016 denetimlerinsonucuna göre birçok hasar ile zor ayakta duruyor.


5 büyüklüğünde bir deprem ile bile yıkılma riskinin çok yüksek olduğu uzmanlar tarafından açıklandı.

Osmanlı dönemine ait birçok değerli eşyanın sergilendiği bu sarayda, tüm kolonlar ve duvarlar ciddi bir hasar ile karşı karşıya kalmış durumda.

Bu deformasyonların uzun süreden beri olduğu ve onarım için hiçbir adım atılmadığı da tespit edildi.

Bu konuda uzmanların en kısa sürede yeni bir risk incelemesi yapması gerektiği ve onarım çalışmalarının da hızla başlatılmasının, Topkapı Sarayı tarihi değeri açısından da çok önemli bir konu haline geldiği tartışmalar arasında yer alıyor.



Böylesine önemli bir sarayın, birçok tarihi olaya şahitlik etmiş olmasının yanında, İstanbul’un en değerli simgelerinden birisi olarak kabul edilmesi, bu hasarların nasıl zamanında önüne geçilmediği düşüncesini de beraberinde getiriyor.

Konu ile yakından ilgilenen uzmanlar, bu ay içerisinde bir toplantı düzenleyerek, hasar tespiti ve onarımı için bir öneri genelgesi sunmaya hazırlanacak. Böylelikle saray, yıkılma riskinden tamamen kurtarılarak en iyi şekilde restore edilecek. 


Topkapı Sarayı tarihi içerisinde birçok hasar meydana gelse de, zamanında onarma ile bugünlere gelebilmiştir. Aynı bilinçle sarayın özenle korunmaya devam edilmesi ve gelecek nesillere bu tarihi değerin gösterilmesi adeta şarttır.


14 Temmuz 2016 Perşembe

İskit’lerin İdari Yapısı

İskitler çok geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. İskitlerin üç gruptan oluştuğu Darius'un yazıtı NR a 3'ten anlaşılıyor. Bunlar Saka haumavarga, Saka tigrakhauda ve Ka­radeniz İşkilleri olan "denizin ötesindeki Sakalar"dır (Junge 1939: 6). Bu grupların başında reisleri bulunuyordu. Bu durum İskitlerin birden fazla hükümdar tarafından yönetildiğini ortaya koymaktadır. Herodotos, Darius'a karşı İskitlerin memleketlerini savunmak için yapmış oldukları hazırlıklardan bahsederken, üç İskit hükümdarı ya da beyinden bahsetmektedir. Bunlardan birisinin Skopasis, diğer grubun başında bulunanın İdanthyrsos ve onun ordusuyla ordusunu birleştirenin ise Taxakis olduğunu bildirmektedir (Herodotos IV: 120). Yine Herodotos'un bildirdiğine göre, Pers Kralı Darius İskit hükümdarı İdanthyrsos'a elçi göndermiş ve İskit hükümdarı da Da­rius'a elçi göndermiştir (Herodotos IV: 126-127). Buradan, İskitlerin hükümdarının İdanthyrsos olduğu ve diğerlerinin ordu komutanları olduğu düşüncesi de çıkarılabilir. Junge'nin Polyen'e dayanarak verdiği bilgilere göre, Darius üç bölüme ayrılmış olan İskitlere karşı savaş açtığında, İskit hükümdarları  Sakesphares, Homarges ve Thamyris bir yerde vaziyeti değerlendirmişlerdir (Junge 1939: 65). Homarges, Herodotos'un Sakai Amyrgioisiyle (Herodotos VII: 64) şüphesiz aynıdır. Homarges, Saka haumavarga ve diğeri Thamyris, Massaget hükümdarı adı Thomyrisi hatırlatıyor ve Hekataios'a göre Grekler tarafından Massaget olarak adlandırılan grup, Saka tigrak­hauda olduğundan (Junge 1939: 65), Thamyris'in Saka tigrakhauda'nın hükümdarı olduğu anlaşılıyor. Denizin ötesindeki Sakaların,

yani Karadeniz İşkillerinin hükümdarlarının İdanthyrsos olduğu ve Darius'un ona elçi gönderdiği Herodotos tarafından belirtilmektedir. Ancak yukarıda adı geçen üç İskit hükümdarının Darius'un seferinden önce durumu görüştükleri düşünülürse, Sakesphares'in Karadeniz İskitlerinin hükümdarı olduğu ve onun İdanthyrsos'tan bir önce­ki hükümdarları olması durumu ortaya çıkıyor.

İskitlerin birbirlerinden farklı coğrafyalarda yaşayan üç ayrı idari bölüme ayrılmalarına rağmen, onların hükümdarlarının bazı durumlarda bir araya gelmeleri ve mevcut durumu müzakere edip, ortak karar almaları, aralannda bir birlik şuurunun olduğunu göstermektedir.

Bu üç grubun hükümdarlarından başka, her grubun kendi içerisinde kabile reislerinin ve klan prenslerinin de idarede söz sahibi oldukları anlaşılmaktadır. İskit idari sisteminin hiyerarşik bir sıra takip ettiği de anlaşılmaktadır (Memiş 1987: 35). Hükümran İskitlerin kabile reisliğinin babadan oğula geçmesi usulünün taraftan olmalarına rağmen, akraba kabileler, liderlerini, seçim yoluyla iş başına getirmeyi tercih etmiş gibi görünüyorlar. Pazınk'ta ölmüş kabile reislerinin istisnai bir şekilde uzun boylu oluşları, kabile mensuplarının reislik vazifesi için gerekli bir vasıf olan üstün zekâlılığın yanı sıra, fiziksel üstünlüğü de dikkate aldıklarının bir işareti olarak kabul edilebilir (Rice 1958: 61).

İskit idare sistemi, onların hayat tarzıyla da yakından alakalı görünmektedir. İskit idarecilerinin dış siyasetleri yanında iç siyasetle­ri de söz konusudur. İskit idarecilerinin iç siyasetle ilgili en büyük problemleri, muhtemelen ana grup ile sayı bakımından daha az olan gruplar arasında, otlak alanlarının adaletli bir şekilde taksim edilmesiydi. Bu problemleri çözebilen kabile ve klan prensleri uzun süre iş başında kalmayı başarmışlardır (Vernadsky 1943: 69).

İskit hükümdarlarının adlannı elimizde yeterli malzeme olmadığından kronolojik bir sıraya göre verememize ve birtakım ayrıntıları açıklığa kavuşturmamıza rağmen, onlarda hükümdarlardan başlamak

üzere, kabile reisleri, klan prenslerine kadar içeride huzuru sağlama ve dışarıda düşmanlara karşı güçlü olma ve yeni otlaklar elde etme siyasetinin varlığını görebiliyoruz. Hatta başta da ifade edildiği üzere, üç ayn grup halinde bulunan İskitlerin hükümdarlarının bir araya gelerek ortak karar alabilmeleri ve mevcut durumu rahatlıkla müza­kere edebilmeleri, düşmana karşı birleşebildiklerini ortaya koymaktadır. Onların idari yapılanmalarında boy, boylar birliği ve il, yani devletin varlığı dikkati çeken en kayda değer husustur. Bu durum bü­tün bozkır devletlerinde görülen idari yapılanmadır.

KAYNAK: İskitler. İlhami DURMUŞ. Kaynak Yayınları. 2007. s. 96-98

İskitler’in Askeri Teşkilatı

İskitler yayıldıkları çok geniş coğrafyada, değişik kavimlerle karşılaşmışlar ve onlarla mücadele etmişlerdir. Onlarda askerlik ve ordu, bulundukları hayat şartları içerisinde hep ön plana çıkmıştır.

İskit ordusunun büyük bir bölümünü atlılardan meydana gelen süvari sınıfı oluşturmuştur. İskit askerî organizasyonunun ana kolunu bu süvari sınıfı meydana getirmiştir. İskit atlıları eyer kullanmışlardır. Bu özellikleri, onların Grek ve Roma gibi süvari birlikleri bulunmayan devletlere karşı büyük bir avantaj sağlamıştır (Vernadsky 1943: 51). İskitlerin kullandığı atların iskeletleri arkeolojik kazılar sonucunda kurganlardan çıkarılmıştır. Kuban bölgesinde bulunan kurganlarda çok sayıda at iskeleti ortaya çıkarıldığı gibi, Altay bölgesinde Şibe kurganında 14, Pazırık kurganlarında sayıla­rı 7 ile 14 arasında değişen at gömüleri ortaya çıkarılmıştır (Rolle 1979: 100-101). Bunlar binek hayvanları da dahil ölen beyin, haya­tı boyunca sahip olduğu hayvanlardı. İnanışa göre bey bunları öl­düğü zaman da kullanmaktaydı (Rudenko 1953: 148).

Savaş Taktiği ve Silahlar

İskit ordusu bozkır savaş taktiğini en iyi şekilde uygulamaktaydı. Bu, Darius'un İskitler üzerine yaptığı seferde açıkça görülmektedir.

Darius, İskit topraklarına vardığında İskit ordusu iki gruba ayrılmış ve geriye doğru çekilmiştir (Herodotos IV: 120). Bu çekilme esnasında İranlıların faydalanabilecekleri bütün kaynakları kurutmuşlardır (Herodotos IV: 122). İskitler İranlıların İskit ülkesinde daha fazla kalmalarını sağlamak ve onları güç duruma düşürmek istemişlerdir (Herodotos IV: 130). Böylece düşmanı daha içerlere çekerek yormayı, onları oyalayarak orada daha fazla zaman geçirmelerini, önlerinden çekilirken su alabilecekleri kuyuları doldurarak, otlan biçerek ve çekildikleri yerleri yakarak Perslerin ve hayvanlarının aç ve susuz kalmasını sağlamışlardır. Bunun sonucunda durumun kötüye gittiğini gören Darius, mecburen çekilmek zorun­da kalmıştır. Bu durum dahi İskitlerin askerî kabiliyetlerini ve plan­lı bir harp taktiği içerisinde hareket ettiklerini göstermektedir.

İskitlerin hepsi atlı ve ok atarak savaşmaktaydılar (Herodotos IV, 46). Eski bozkır toplulukları, özellikle Türkler aynı şekilde mücadele etmekteydiler. At üzerinde yayı etkili bir savaş silahı haline getirebilmişler ve "uzak savaş" usulünü benimsemişlerdi. At sayesinde sürekli manevra kabiliyetine sahip oldukları için uzaktan savaşı tercih ediyorlardı (Kafesoğlu 1989: 272).

İskitlerin silahlan ve savaş taktikleri üzerine yapılan modern çalışmalar tam olmaktan uzak olduğu halde, sayısız silah buluntuları ve savaş donanımlarının tüm takınılan savaş yöntemlerinin görünümünü vermektedir. Bu arkeolojik buluntular İskitlerin değerlendirilmesine önemli katkıda bulunmuştur. İskitlerin cenaze törenlerinin ölü ile beraber çok sayıda silahın gömülmesini zorunlu kılması arkeoloji açısından çok yararlı olmuştur. Çağlar boyunca soyguncuların yaptığı yağmalamaya rağmen, yeterli derecede silahlar geride kalarak kendilerini kullanan bu eski savaşçıların savaşma yöntemlerinin yeniden tespit edilmesini mümkün kılmıştır. Ancak yine de geride asıl materyalin az bir kısmı kalmıştır. Bu sınırlama ile bile, dünya tarihinde hiçbir toplumun İskitler kadar çok silah objesi­ni arkeologlara sağlamadığı tespit edilmiştir. Hayatı boyunca savaşa

koşacağı şekilde olmak üzere, bir İskitli ölü de öbür dünyaya silahlarını kuşanarak gitmektedir. Şüphesiz oradaki savaşlara ve her türlü askerî faaliyete katılması beklenmektedir. Tepeden tırnağa si­lahlanmış, kendilerine ayrıca yedek gereçler verilmiş olan ve toprağa gömülü savaşçılar, kendilerinin günlük hayatlarının bir yansımasını vermektedirler (Rolle 1980: 72).

Saldırı ve savunma silahlarının çeşitliliği ve çok gelişmiş olması son derece şaşırtıcıdır. Saldın silahları arasında yay ve ok ilk sırayı almaktadır. Bunlar sıradan insanların mezarlarında bile mevcut olup, İskitlerin eski kaynaklarda neden atlı okçular olduklarını açıklamaktadır. Ok üretimi büyük boyutlara varmıştır ve mezarlardaki tüm okluklarda yüzlerce ve bazen birkaç ok kılıfı içinde yedek cephane oluşturacak binlerce ok yer almakta ve savaştan önce bu okların uçları jilet keskinliğine getirilmektedir.

Tipik İskit yayı, bileşik küçük bir yaydır. Uçları özel kaplama maddeleriyle daha da sağlamlaştırılmıştır. İskitler bir kayışla bele asılarak taşınan "gorytus" adını verdikleri özel bileşik bir yay kutusu ve sadakın bulucusu olarak görülmektedirler. Askerler dolaşırken veya düşmanla sıcak temas sağlanmadan önce kirişli yay bu kutunun içinde taşınırdı. Kutunun ön tarafında muhtemelen okları ve tüyleri nemden korumak için okların muhafaza edildiği kapaklı özel bir cep vardı. Bu kombine kutu ve okluk profesyonel okçuların, ok atmaya hemen hazır olmalarım garanti ediyordu (Rolle 1980: 72-73).

Kaynaklardan okların zehirli olduklarını ve İskit ok zehrinin aşağı yukarı nasıl yapıldığım öğrenebiliyoruz. Zehri yapmak için İskitler, belirli zamanlarda bir cins yılanı (muhtemelen küçük engerekler) yakalar, gövdelerinin çürümesini beklerlerdi. Birtakım işlemlerden sonra zehir elde ederlerdi. Okların uçları bu zehre bulanırdı. Kanca uçlu ve zehre bulanmış bu ok uçlarından son derece korkulurdu; çünkü bunların çıkarılması son derece zordu ve çıkarma işlemi sırasında kurban çok büyük acı çekerdi. Üstelik, zehrin uzun vadeli hasara neden olduğu ve bu nedenle en küçük yaraların bile

büyük ihtimalle ölümcül olduğu hesaplanırdı. Çünkü bu tür bir ok için "çifte ölüm vaat eden" tabiri kullanılmıştır. (Rolle 1980: 73).

Ok menzilinin ne kadar olduğu hakkında yalnız tahmin yapıla­bilir. Çünkü orijinal örnek günümüze kadar gelmemiştir. Bir Olbia kitabesinden edinilen bilgiye göre, bir yarışmada ödül kazanan Olbialı Anaxagoras'm yaptığı uzun menzil atışı 500 metrenin üzerindedir. Bu şahıs büyük ihtimalle bir İskit yayı kullanmıştır (Rolle 1980: 74). İskitlerin kullandığı okların menziline doğu bozkırlarında kullanılmış olan okların menzillerinin katkı sağlayacağını ya da bu hususta bir fikir verebileceğini söylemek mümkündür. Belgelerden çıkartılan bilgilere göre, eski Türk kültür çevrelerinde okların menzili 660-884 metre arasında değişmekteydi (Kafesoğlu 1989: 272). Buradan edinilen bilgiler İskit oklarının da aynı şekilde olduğunu düşünmeyi mümkün kılmaktadır.

İskitler yay ve oktan başka kılıç, mızrak ve balta gibi silahları da kullanmaktaydılar. Onlara ait bu araç ve gereçler hem yazılı belgelerden hem de arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkartılmış çok sayıda buluntudan anlaşılabilmektedir.

Kadın Savaşçılar: Amazonlar

Eskiçağ zaman dilimi içerisinde erkeklerin yanında veya erkeklere karşı savaşan kadınlar veya kadın grupları hakkında anlatılan efsane ve hikâyeler bulunmaktadır. Grekler böyle kadınlara Amazon adını vermişlerdir. Herodotos'un verdiği bilgiye göre, Karadeniz'in kuzey bölgesindeki bu kadınlar İskitlerce "Oiorpata" olarak anılmaktadırlar. Bu terim "oior", "erkek" ve "pata", öldürmek sözcüklerinden türetilmiştir. Böylece "erkek öldürenler" anlamına gelmektedir (Herodotos IV: 110). Yazılı kaynaklarda Amazonlar hakkında verilen bilgiler tek başına fazla bir değer taşımamaktadır. En iyi bilinen kadın birliği Hector'un ölümünden sonra Truva'ya giren Amazonların lideri Penthesilea'nm başkanlığındaki Karadeniz'in güneyinden gelen orduydu. Atlı genç kadının miğferi, göğüs zırhı,

baldır zırhlan ve çift yarım ay şeklinde kalkanı bulunuyordu. Silahları ise, kılıç, çift ağızlı savaş baltası ve mızraktı; aynı zamanda yay ve ok da kullanmaktaydı ve okluğu, hareketli atının terkisinde taşıyordu (Rolle 1980: 94). Herodotos da İskit ülkesi ve doğusundaki Sauromat ülkesiyle ilgili birçok Amazon hikâyesinden söz etmektedir (Herodotos IV: 110-116). Burada verilen en kayda değer bil­gi onların ata binip ok atmaları, savaşmaları, düşman öldürmeleri ve erkekler gibi giyinmeleridir.

Yazılı belgelerde geçen bu bilgileri arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkartılmış buluntular da doğrulamıştır. Özellikle Ukrayna'nın güneyinde 1950'li yıllardan beri yapılan kazılarda çok sayıda Amazon mezarı bulunmuştur ve hatta Kafkaslar'da bile bu tür mezarlar ortaya çıkarılmıştır. Bu mezarlarda ziynet eşyalarının yanında savaş araç ve gereçleri bulunmuştur. Bu tür buluntular arasında oklar, okluklar, mızraklar bulunmuştur (Rolle 1980: 96).

Silahlarını kullanmakta gösterdikleri teknik, ustalık ve yetenek, fiziksel güçleri erkeklerden daha az olan Amazonlar için son derece önemli olmalıydı. Bütün Amazon mezarlarında bulunmuş olan yay ve okların asıl silahlan olduğunu tahmin etmek rastlantı değildi. Çeşitli spor ve avlanma etkinlikleriyle yoğun kas eğitimi yaptıkları hal­de erkeklere göre yine de zayıf kalan kadınların kas gücü için yay ve ok en uygun silahtı. Erkekler gibi belirli ve sürekli eğitim sonucu kazanılabilen dayanıklılık, güç, sürat, ustalık ve çeviklik Amazonlar için son derece önemliydi. Bu nedenle genç kızların mezarlarında bi­le silah bulmak şaşırtıcı değildir. Avlanma ve savaşma, hızlı tepki vermek için yetenek gerektirmekteydi ve başlıca silah olan yay, değişkenlik göstermeyen soğukkanlı bir dikkat gerektirmekteydi. Savaşlar, üzengisi olmayan at üstünde yapılırdı; dolayısıyla hayvanın her şartta çok iyi kontrol edilmesi ve göz, kol ve soluğun tam bir uyum içinde olması gerekliydi. Uzaklığın doğru olarak algılanması çok iyi bir zamanlama için son derece önemliydi (Rolle 1980: 98).

KAYNAK: İskitler. İlhami DURMUŞ. Kaynak Yayınları. 2007. s. 98-102

İskitler’de Yazı

çok geniş bir coğrafyaya yayılan İskitler Ön-Asya'ya da giderek orada belirli bir süre kalmışlardır. Gerek Herodotos'un bahsettiği ve gerekse Sus ve çevresinde bulunmuş olan çivi yazılı metinlere dayanarak Mordtmann'ın ileri sürdüğüne göre, onlar bugünkü İran ve hatta Anadolu içlerine kadar olan yerlerde nüfuzlarını hissettirmişlerdir. MÖ 7. yüzyılın başlarında Asur imparatorluğu sınırına kadar ulaşan İskitlerin (Luckenbül 1968: 517), MÖ 4. yüzyılın başlarında hâlâ Anadolu'nun doğu kesiminde bir güç olarak bulunmaları (Ksenophon IV, 7: 18), onların çiviyazısı kültür sahasında ne kadar uzun bir süre kaldığını göstermek bakımından büyük önem taşır.

Bilim dünyasında çiviyazısı olarak kabul edilen ve MÖ 3100 yıllarında Sumerliler tarafından icat edilmiş olan yazı etkisini miladi yıllara kadar sürdürmüştür (Bilgiç 1982: 107). Bu yazı Mezopotamya sınırlarını aşarak, Anadolu, İran ve Yunanistan'a kadar yayılmıştır. İskitlerin Ön-Asya'ya doğru yöneldiklerinde bu yazı Asurlu-lar, Persler ve Urartulular tarafından kullanılmaktaydı. Yani İskitler çiviyazısı kültür sahasına girmişler ve bu sahanın odak noktasında uzun sayılabilecek bir süre kalmışlardır.

İskitlerin çiviyazısı kültür sahası içerisinde epeyce bir süre kalmaları bu yazıya yabancı kalmadıklarını göstermektedir. Sus'ta bulunan yazıların, gerçek anlamda Türk olan Sakalara ait olduğu Mordtmann tarafından belirtilmektedir. Ayrıca, bu yazıların dilini Türk-Ugor diliyle bağlantılı görmekte ve bunu Sakaca olarak adlandırmaktadır (Mordtmann 1870: 77). Bu metinler bize onların çiviyazısını öğrendiklerini ve bu kültür sahası içerisinde kullandıklarını göstermektedir.

Kazakistan'da Alma-Ata yakınında, Eşik kurganında bulunan runik yazı da büyük önem taşımaktadır. Bu yazı hakkında değişik görüşler beyan edilmiştir. Bazıları bu yazının ilgili küçük çanağın

üzerine sonradan yazıldığını ileri sürmüştür (Akişev 1978: 59). Bu görüşü savunanların karşısında Türkologlar, bu yazının OrhunYenisey tipinde olup, dilinin eski Türkçe olduğunu, Altay dilleri grubuna dahil bulunduğunu ve runik bir alfabe ile yazılmış olduğunu ileri sürmektedir (Akişev 1978: 59).

Eşik kurganından çıkarılan horizontal yazı 26 harften oluşmak­ta ve Orhon-Yenisey yazılarını hatırlatmaktadır (Süleymanov 1990: 85). Bu yazı önce de üzerinde durduğumuz üzere, Süleymanov tarafından "Han'ın oğlu yirmi üç yaşında yok oldu (Halkın?) adı sanı da yok oldu" şeklinde gönümüz Türkçesine aktarılmıştır (Süley­manov 1970: 3). Yine ona göre, burada kullanılan 26 harf Göktürk metinlerinde kullanılan harflerin ilkel şekilleri olup, kullanılan kelimeler de yine Göktürkçede geçen kelimelerin eski şekilleridir (Süleymanov 1970: 1-3).

Pavlador bölgesinde Bobrovoye köyü yakınlarında yapılan arkeolojik kazılar sonucunda bir kurganda Saka dönemine, MÖ 5.-4. yüzyıllara tarihlendirilen runik yazı ele geçirilmiştir. Bir altın gem kayışı üzerine tutturulmuş kemik nazarlık bir karaca şeklinde oyulmuş ve bunda sağdan sola "Beyaz Maral" yazısı okunabilmiştir. Nazarlık üzerindeki runik yazının Türkçe konuşan Sakaların yazı sistemi olduğu belirlenebilmiştir. Bu yazı, runik yazının Güney Sibirya ve Kazakistan'daki atlı kavimler arasında, ancak çok geç çıktığı yolunda ortaya atılan görüşün belirgin bir biçimde yanlışlığını ortaya koymuştur (Amancolov 1989: 793-794).

İskitler çiviyazısı kültür sahasına ulaşıp, İran'dan Anadolu içlerine kadar nüfuz ettikleri ve burada bir müddet hâkimiyet kurdukları zaman zarfında çiviyazısım öğrenmişlerdir. Bunu açık bir şekilde Sus'ta bulunmuş olan çiviyazılı metinler göstermektedir. Bura­dan ele geçirilen metinlerin dilinin de Türkçe ile bağlantılı olması ve Sakalara ait olduğunun belirlenmesi, onların çiviyazısım öğrendikleri ve kullandıklarını göstermektedir. Eşik kurganından bulunan küçük bir çanağa yazılmış olan yazının da runik yazı olduğu ve

daha sonraki Göktürk yazısının öncüsü olduğu kabul edilmektedir. Eşik kurganında bulunmuş olan bu yazının karakteri, kullanılan harfler ve şekilleri, Orhun-Yenisey yazısının karakteri, harfleri ve şekilleriyle karşılaştırılmış ve onların aynı olduğu belirlenerek, Eşik kurganından bulunan yazının Orhun-Yenisey yazısının prototipi olduğu kabul edilmiştir.

KAYNAK: İskitler. İlhami DURMUŞ. Kaynak Yayınları. 2007. s. 106-108

İskit Hükümdar Mezarları

İskitlerde mezarlara gömü önemli bir yer tutar. Bu hususta Herodotos İskit hükümdar mezarları hakkında bilgi vermektedir. Onun bildirdiğine göre; Hükümdar mezarları Gerrhos topraklarında, yani Borysthenes üzerinde gemilerin gidebildikleri son bölgededir. Hükümdarları öldüğü zaman, o bölgede eni boyu bir dörtgen, büyük bir mezar kazarlar ve hazır olduğu zaman ölüyü getirirler. Mezarın içine çimen yayılır, hükümdar üzerine konur, ölü yere saplanmış mızraklarla çevrilir, üzerine ağaçtan bir gölgelik konur, sazlarla örtülür; mezarın içinde boş kalan geniş yerlere hanımlarından birisi, elinden içki içtiği kimse, bir aşçı, silahtarı, uşaklarından birisi, bir haberci ve atlan boğulup konur, kullandığı şeylerden birer tane ve altın kupalar konur. Bu tören tamamlanınca herkes mezarın üzerine kürek ile toprak atar ve en yüksek tümseği yapmak için birbirleriyle yarışırlar (Herodotos IV: 71).

Herodotos'un MÖ 5. yüzyılın ortalarında gözlemlerine dayalı olarak bahsettiği mezar geleneğinin Karadeniz'in kuzeyindeki bozkırlarda yaygın olduğu görülmektedir. Üzerine toprak yığılarak yapılmış bu mezarlara kurgan denilmektedir (Rolle 1980: 9). Genelde kurgan ismi koruganla özdeşleştirilmektedir. Gerçekten de bütün değerli eşyalar ile gömülmüş ölünün korunması ve ona ait mezarın soyulmaması esastır. Bu tür mezarların korunması gereğini ve bizzat korunduğunu, Perslerin Karadeniz'in kuzeyindeki İskit ülkesine gerçekleştirdikleri sefer esnasında İskit hükümdarı İdanthyrsos ve Pers Kralı Darius arasında geçen konuşma açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Darius'un, İskit hükümdarına bir elçi ile gönderdiği haber şöyledir: "Ey garip adam, yapabileceğin başka iki şey varken ne için boyuna kaçıyorsun? Eğer kendini bana karşı koyabilecek kadar güçlü sayıyorsan ona göre davran, kaçmayı bırak, savaşa gir; yok eğer kendini da­ha aşağı görüyorsan yine boyuna yürümekten vazgeç; efendine haraç olarak toprak ve su getir, huzuruna çık" (Herodotos IV: 126).

İskit hükümdarı İdanthyrsos, şu cevabı vermektedir: "İranlı, işte benim kanaatim: beni hiç kimse ne korkutabilir ne de önünden kaçmaya zorlayabilir; senden de kaçtığım yok; şimdiye kadar yapmış olduğum şey, banş zamanında da her zaman yaptığım şeydir. Neden hemen savaşa girmiyorum, onu da sana açıklayayım: Bizim ne kentimiz var ne de dikili ağacımız var, ki elden gitmesin, ya da yakılıp yıkılmasın diye korkup hemen savaşa girelim; ama siz eğer ille de savaşmak istiyorsanız, bizim atalarımızın mezarları var; onları bulun, onlara el kaldırın, o zaman görürsünüz, mezarlarımız için dövüşüyor muyuz dövüşmüyor muyuz" (Herodotos IV: 127).

İskit hükümdarının yukarıdaki sözleri İşkillerin hayat tarzını ortaya koyduğu gibi, atalarının mezarlarını kutlu saydıklarını ve bu mezarları korumaya aldıklarım da göstermektedir. Burada korumaya aldıktan mezarlann gerçekten koruyucu özelliği bulunmakta olup, böylece bu tür mezarlara korugan, kurgan denilmesi bu özelliği ile bağlantılı görülmektedir.

Zamanımıza kadar kurgan kelimesinin farklı anlamlarına dikkat çekilmiştir. Bu kelimenin mezar, gömüt, mezar tümseği olabileceği gibi; kale, sur şehrin etrafım çeviren kemer olarak da anlam kazandığı ifade edilmektedir (Roux 1999: 295). Burada kurganın iki anlamı ortaya çıkmaktadır. Birincisinde, ölmüş olan kişinin korunduğu yerdir. İkincisinde ise, yaşayanlann dış saldırılara karşı korun­duğu, şehri koruyan savunma sistemidir. Her ikisinde de bir koruyuculuk söz konusudur. Ancak atlı kavimlerin yerleşimine bakıldığında şehrin savunmasıyla ilgili anlamı şehir hayatı ile bağlantılıdır. Bu yüzden şehir savunmasında kullanımı daha geç olmalıdır. Mezar geleneği ile ilgilisi çok daha eskidir. İskit dönemi için yalnız mezarı ifade eden bir kelime olmalıdır. Bu kelime yalnız mezarın üzerinde oluşturulan tümseği dahi ifade etse, yine onun koruyuculuk vasfı ön plana çıkmaktadır.

İşte koruyuculuk vasfı ön plana çıkmış olan bu tür mezarların arkeolojik olarak da tespit edildiği görülmektedir. Bu tür kurganlar

arasında büyüklükleriyle Certomlyk ve Aleksantropol kurganları son derece önemli bir yer tutmaktadır. Hem bu iki kurgan hem de diğer kurganların asıl gömü alanları kare ya da dikdörtgen bir çukur açılarak yapılmıştır (Rolle 1979: 62-67). Kazılarak planlan çıkarılmış bu kurganların yapıları Herodotos'un verdiği bilgilerle örtüşmektedir.

Ancak bu tür kurganlar yalnız Karadeniz'in kuzeyindeki bozkırlarda değil, Orta Asya ve Sibirya'da ortaya çıkarılmıştır. Tuva'da Arzhan, Kazakistan'da Eşik Kurganı büyük kurganlar arasında yer almaktadır. Ayrıca Abakan bölgesinde Çar vadisinde büyük kurganlar ortaya çıkarılmıştır. Özellikle kurganlann asıl alanının kare şeklinde yapıldığı ve üzerlerinin tamamen yüksek bir biçimde oluşturulduğu ortaya konulmuştur (Bokovenko 2002: 521). Pazırık vadisinde tespit edilmiş mezarlardan beş tanesi büyük kurgandır. Bu kurganlarda da mezar odası oluşturulmuş ve hemen hemen asıl alanları kare planlıdır (Jettmar 1966: 54). Şüphesiz mezarlann en kayda değeri Tuva'daki Arzhan kurganıdır. Bu kurganın asıl gömü alanı, mezara gömülen insanlar ve atlar bakımından önemli bir yer tutmaktadır (Gryaznov 1976: 40).

Mançurya'dan Macaristan'a kadar çok geniş coğrafyada İskitlere ait çok sayıda kurgan belirlenmiş ve bunlann kazılarının yapıl­ması sonucu, Herodotos'un hükümdar mezarlan hakkında verdiği bilgileri destekleyen verilere ulaşılmıştır. Şüphesiz bu büyük kurganlar mezar yapma geleneği içerisinde önemli bir yere sahiptir. Aynca çok sayıda küçük mezarın yapılmış olduğunu da söyleyebiliriz. Bu büyük kurganlar mumya geleneği ve definden sonra yapılan temizlenme törenleri açısından da veriler ortaya koymaktadır. Çünkü bu tür kurganların bir kısmında hem mumyalanmış cesetler hem de temizlik törenleriyle ilgili arkeolojik buluntular ortaya çıkarılmıştır.

KAYNAK: İskitler. İlhami DURMUŞ. Kaynak Yayınları. 2007. s. 119-121

12 Temmuz 2016 Salı

Atatürk Ve Sümer-Türk İilişkisi

Atatürk'ün sumerlilere olan ilgisinin ilk olarak, bir Fransızca kitapta okuduğu ve altım çizerek yanma "mühim=önemli" diye not düştüğü "Sumerliler Orta Asya’dan gelmiş olabilirler ve dilleri Ural-Altay dillerine benziyor” cümlesi ile başladığı kanısındayız. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin kuruluşunda, her yerde adı "Asuroloji” olan bölümün adını, "Bırakın şu Samileri!” diyerek "Sümeroloji” koydurtması ve yeni açılan bir bankaya "Sumerbank” adını verdirtmesi hep Sumerlilere olan ilgisindendi. Çünkü çok uygar olan Sumerlilerin Orta Asya’dan gelmesi, dillerinin Türk diline benzemesi nedeniyle bu uygarlığın kökleri Türklere dayanmış olamaz mıydı?

Atatürk, Türklerin tarihinin ve dilinin -Batı'nın uygun gördüğü gibi- İsa'nın doğumundan biraz önce başlamadığına, binlerce yıl önceye gittiğine ve Türklerin büyük bir kültüre sahip olduklarına inanıyordu. Bu inancın, kendi uzmanlarımız tarafından araştırılmasını ve kanıtlanmasını öngördüğü için yalnız Türk tarihi, kültürü ve dili araştırmalarını sağlayacak uzman yetiştirmek üzere kurdurttu- ğu Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne Sümeroloji bölümünü de açtırmış, yabancı eğitimcilerle bu konuda uzmanlar yetişmesini sağlamıştı. Ayrıca bu yetişen uzmanlara çalışmaları için gerekli yardımı sağlayacak "Tarih” ve "Dil” kurumlannı oluşturmuş ve bunların, gelen hükümetlerin isteği doğrultusunda değil de özgür araştırmalar yapabilmesi için, bu kuramların sermayesini kendi vererek özerk yapmıştı.

Bütün bunlara karşılık o zamandan bu yana Atatürk’ün istediği doğrultuda çalışmalar oldu mu? Olduysa bu çalışmalar herhangi bir sonuç verdi mi?

Atatürk’ün bu isteğine, ilk olarak hocam Prof. B. Landsberger, 1937 yılında yapılan ”2. Uluslararası Tarih Kongresinde sunulmak üzere hazırladığı bildiride, Sumerlilerin Türk olduğunu değil, ama Sümer belgeleri arasında DÖ 2400'lerde Sümer ülkesine doğudan gelerek büyük Akad krallığına son veren ve oralarda 150 yıl kadar krallık sürdüren Gut/Kut halkının kral adlarının Türk adı olduğunu ortaya koyarak katkıda bulundu. Bu bile Türklerin o tarihlerde varlığını, akınlar yaptıklarını, krallıklar kurduklarını gösteriyor. Hocamız bu çalışmayı Türkolog Von Gabain ile birlikte yapmıştı. Bu krallardan dördünün adı kendi zamanlarında yazılmış belgelerden, gerisi de çok daha sonraları yazılmış "Sümer Kral Listesinden çıkarılmıştı. Bunlardan: Yarlagan, Tirigan, Şarlak veya Çarlak, Elu- lumeş, İnimbakeş, Yarlaganda, Tiriga ve Ingişu’yu sayabiliriz.

Daha sonra, Prof. Osman Nedim Tuna'mn çalışmasını görüyoruz. Sümer ve Türk Dillerinin Târihî İlgisi ile Türk Dilinin Yaşı Meselesi adlı kitabında fonetik ve anlam bakımından aynı olan Sumer- ce-Türkçe 165 kelimeyi eşleştirmiş. O, bu tezini Amerika'da Sume- rologlann ve Türkologların bulunduğu bir kongrede sunmuş ve orada karşı çıkan olmamış. Fakat çok sonra duyduğuma göre, arkasından onunla alay etmişler! Ne kadar üzüldüm buna... Alay edeceklerine, namuslu bilim insanlarına yakışan bir biçimde yanlışını söyleyip bu tezini çürütmeleri gerekirdi... Bu tez hiç de yabana atılacak gibi değildi. Osman Nedim Tuna, Sumerliler ile Türkler arasında tarihsel bir ilişki bulunmasını, en az 3500-4000 yıl önce Anadolu’nun doğu bölgesinde yerleşmiş olmalarına bağlıyor. Türk dili, 5500 yıl önce bağımsız ve iki kollu bir dil olarak bulunuyordu. İlk ana Türkçe ise 10.000 yıl önceye gidiyor, diyor Osman Nedim Tuna.

Mühendis Selahi Diker, ömrünün 40 yılında bütün dillerle ilgilendi ve bu arada, Sumerce ile Türkçeyi karşılaştırarak bütün dillerin anasının Türk dili olduğunu kanıtlayan Anadolu'da On Bin Yıl, Türk Dilinin Beş Bin Yılı, Eski Kayıp Dillerin Çözümü kitabını yazdı. Bunda, anlam ve fonetik bakımdan birbirine uyan Sumerce- Türkçe kelimeleri karşılaştırmıştır. Son zamanlarda, yine bir mühendis ve mimar olan Ünal Mutlu, kubbe mimarisinin tarihini araştırırken Sumerlilere dayanıyor. Uygarlığın başlangıcı onlarda olduğuna göre, uygarlığa ait ilk kelimelerin de onlarda başlaması gerektiğini düşünerek internetteki Sumerce sözlükleri elinde olan Türk dillerine ait sözlüklerle karşılaştırarak pek çok kelimenin fonetik ve anlam bakımından Türkçeye uyduğunu görüyor. Bunları toplayarak Dünya Uygarlıklarında Türk Dili ve Kenger Uygarlığı adı altında bir kitap yayımladı.

Bunlardan başka, çeşitli Türk devletlerinde bu yolda çalışmaları görüyoruz. Bunlardan biri de Olcus Süleyman'ın Az İ Ya kitabı. Bu kitap 1975'te Rusya'da yayımlanınca hemen yasaklanmış. Çünkü içinde Slav destanlarında Türk etkileri ile Sumerce-Türkçe kelime karşılaştırmaları yapılmış. Rus devrimi sona erince yeniden basılan bu kitap, Türkçeye de çevrilerek Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı tarafından yayımlandı. Daha önce, kelime karşılaştırmaları bu dilleri kullananların aynı kökten olduğunu göstermez; aynı konudaki kelime benzerliği gerek, denmiş. Olcas Süleyman buna cevap olarak 4 gruba ait 60 Türkçe-Sumerce kelimeyi karşılaştırmış.

Azerbaycan'dan Atakişi Celiloğlu Kasım, Sumerce Kesin Olarak Türk Dilidir adlı kitabında bunu kanıtlamaya çalışmaktadır.

Türkmen olan Begmyrad Gerey, 5000 Yıllık Sumer-Türkmen Bağları adlı kitabında Sümer kültürü ile Türk kültürü arasındaki benzerliklerle birlikle anlam ve ses uyumu olan 250 Sumerce ve Türkçe kelimeyi göstermiştir.

Bir de İran'da Roshan Kheyavi tarafından hazırlanmakta olan Türkçe etimoloji sözlüğünde 101 Türkçe kelime arasında 35 tanesi Sumerce ile uyuşmaktadır.

Diş hekimi dostum Engin Çoruh, iki yıl önce Almanya'da bir kitaplıkta bulduğu Fritz Hommel'in 1914 tarihinde kendi el yazısıyla dil karşılaştırmalarına ait yazmış olduğu bir makalesinin kopyasını getirdi (kendisine binlerce teşekkür!). Bu makalede Fritz Hommel, bir Alman Türkolögla çalışarak 200 Sümer kelimesi ile anlam ve ses uyumu bakımında eş olan Türkçe kelimeyi karşılaştırmış. Ayrıca gramer bakımından da bazı benzerlikleri göstermiş. Bir profesöre armağan olarak yazılan bu makale, her nedense o tarihten sonra bir yerde yayımlanmamış. Belki de ırkçılık yüzünden. İlginç olanı, ilk zamanlarda Sumerlilerin Asya'dan gelmiş olabilecekleri ve dillerinin Ural-Altay dillerine benzediği bir hayli Sumerolog tarafından söylendiği halde, son zamanlarda yazılan kitaplarda onların nereden geldiklerinin bilinmediği, dillerinin de hiçbir dile benzemediği yazılmaktadır.

Bütün bu çalışmalarda, en az 700 Sumerce kelimenin Türkçenin çeşitli kollarında karşılığı görülmektedir. Hatta öyle kelimeler var ki, bugünün Anadolu Türkçesine uymaktadır. Bunlardan bu- lug=güç, güçlü (buluğ çağma girmiş, delikanlı) iri=büyük, di- ri=canlı, kumul=kimyon , zirdum=zeytin, Dumuzi=Temmuz. Türk devletlerinde, domuz=yaz aylan; Kaşgarlı’da "cehennem” anlamında geçer.

Yeni bir proje olarak bütün bu çalışmalan bir araya toplamayı, onlan birbirleriyle ve Sümer sözlükleriyle karşılaştırarak çalışmayı planlıyoruz. Kaynak Yayınlan, bu projeyi desteklemeyi kabul etti. Yayınevinin elemanı olan Sayın Sadık Usta, Almanca çevirileri ile gereken yardımlan yapacak. Sayın arkeolog Nurdoğan Gülen ve Sayın M. Ünal Mutlu, bu yaymlann bir araya getirilmesi ve karşı- laştıımalanm üstlendiler. Aramıza aynca Türk dili etimolojisi üzerinde çalışan bir veya iki uzman da almamız gerekecek.

Son olarak, Sumerlilerde Tufan, Tufan'da Türkler1 kitabımızdaki jeolojik buluntulara ve Sumer-Türk efsanelerine dayanarak Su-

1 Muazzez İlmiye Çığ, Sumerlilerde Tufan, Tufan'da Türkler, Kaynak Yayınlan, 5. basım, Ekim 2009.

sümerlilerden din kitaplarına geçen "Tufan" olayının, Asya'da 10.000 yıllarında buzların erimesiyle olan büyük taşkınlıkların bir anısı olduğunu -efsaneler, destanlar, yer adlan ve daha başka bağlantılarla-, Sumerlilerin Türklerin bir kolu olduğunu ve Asya'dan göç ettiklerini kanıtlamaya çalışarak Atatürk'ün bu konuda açtığı yolda büyük bir ilerleme yaparak sonuca yaklaştığımızı söyleyebiliriz.

KAYNAK: Atatürk Ve Sümerliler. Muazzez İlmiye Çığ. Kaynak Yayınları. 2011. s. 58-62

Hun Adı Üzerine

Devlet teşkilatı şeklinde ilk olarak M.Ö. 4. Yüzyılda adına rastladığımız Hunlar, bir boy olarak tabii ki bu yıllardan daha önce de Asya bozkırlarında mevcutlardı. Hunlar ile ilgili en önemli Çin kaynağı sayılan Shih-chi Hunlar ile ilgili bölümüne şöyle başlar: Hunlar (Hiung-nu): Onların ilk ataları, Hsia Sülalesi’nin soylarından gelen Chun-wei (bazı kaynaklarda Shung-wei olarak da geçer) adlı birisi idi14. Hsia Hanedanı yıkılır yıkılmaz, sürgünde ölmüş olan hükümdar Tse-kui’ nin son oğlu Ch’un-wei, ailesi ve tebaasıyla birlikte kuzey steplerine göç etmiştir. Klasik Çin tarihi kaynaklarına göre Ch’un-wei, Hyung-nular (Hsiung-nu)’ın ataları olarak kabul edilir15. Burada görüşlerini aktardığımız Gumilev’ e göre bu bilgi yanlış olmalıdır. Çünkü bu durumda Hyung-nu’ lar Çinli kabileler ile bozkırlıların karışmasından türemiş olacaktır. Çin kültürü ile Türk kültürü arasındaki derin farklar da böyle bir karışmışlığın vuku bulması ihtimalini çok azaltmaktadır. O halde Hyung-nu’ lar Hunların ataları olamaz. Ancak tekrar belirtmek gerekir ki Çin kaynakları Hsia dönemini yarı mitolojik bir şekilde, efsaneleştirerek anlatır. Çin tarihinin tarihçiler tarafından başlatıldığı dönem Shang Sülalesi dönemidir. Wolfram Eberhard Hsia dönemini Hsia Kültürü olarak ele alır. Hsia dönemini devletleşme dönemi olarak kabul etmez. Karanlık Hsia dönemi hakkında fazla bir şey bilmiyoruz fakat yazılı belgelerde de Chun-wei ile ilgili bilgiler mevcutken bu bilgiyi yok saymak pek uygun olmaz. Bu nedenle bu dönem ile ilgili değerlendirmeleri daha dikkatli yapmak gerekir.

Hsia döneminde kuzeyde ve doğuda pek çok kavim mevcuttu. Hsiung-nu’ların bu dönemde kaynaklarda adlarının geçmesi onların sayıca kalabalık ve bölgede etkin bir kavim olduklarını gösterebilir. İlerleyen yıllarda da Hsiung-nu’ların Hunların ataları olduğunu dair bilgilere rastlanmaktaydı. Nitekim M.S. 8. yüzyılda Shih-chi’ nin geniş dipnotlarla yayımını yapan ünlü Çin tarihçisi Ssu ma-Chien bile, şöyle diyordu: Bunlar Çin’de Hunların (Hiung-nu) ataları olarak anılırlar. Hsia Sülalesi’nin soylarından geldikleri ileri sürülür. Herhalde bu da bir gerçek olsa gerekir16. Burada Çin’den kuzeye doğru bir göçün olduğu tekrar görülmektedir. Ancak bu bilgilerden, Chun-wei

önderliğinde kuzeye giden insanların boş steplerde yepyeni bir kültür çevresi oluşturduğu söylenemez. Oraya daha önceden yerleşmiş proto Türkler kuzey bölgelerde yaşıyorlardı. Çin kaynaklarından öğrenildiğine göre, bu kültürün merkezi bugünkü Shensi ve Kansu eyaletleridir ve bu kültürü yaşatanlar, bilhassa yüksek düzlük yerlerde otururlardı. Onlar ilk göründükleri zamanlar yani, M.Ö. 3’üncü bin yılın ortalarında bile, sonraları da taşıdıkları vasıflara haiz bulunuyorlardı17.

Bilindiği gibi, bu dönemlerde Çinliler, Türkler, Moğollar ve kısmen de Tibetliler karışık vaziyette bulunmaktaydı. Kimin hangi ırka mensup olduğunu belirlemek için Prof. Eberhard’ın kültür çevreleri metodunu kullanmak doğru olacaktır. Buna göre Eberhard, bu kavimlerin yıllar sonra daha da net gözlenebilen kültürlerini ayırarak, Türk, Moğol, Çin ve Tibet kültürlerinin sınırlarını belirlemiştir. Kültür çevreleri metoduna göre kavimlerin birbirinden ayıran bazı karakteristik özellikler vardır. Bu özellikler o kavimlerin, inanç, kültür, yeme içme alışkanlıkları ve günlük yaşayışları ile ilgili davranış biçimlerini verir. Mitolojik değer yargıları da kavimleri biri birinden ayıran en önemli göstergedir. Öte yandan kavimlerin mutfak kültürü de inançlarının bir tezahürü olarak çok önemli bir belirleyici unsurdur. Örnek vermek gerekirse Moğollar domuz besler, domuzların çadırlarına girmelerine izin verirler ve kurban edip yerlerdi. Öte yandan Moğolların türeyiş efsanesi köpeğe dayanırdı. Oysa Türkler, domuz beslemez, yemez ve kurban etmezlerdi. Türklerin türeyiş destanı ise Moğollardan farklı olarak kurda dayanırdı. Buna göre arkaik kavimlerden, türeyişini kurda dayandıranların Türk olma ihtimali Moğol veya Çinli olma ihtimallerine göre çok daha kuvvetlidir. Kısaca değindiğimiz bu yöntemle eski çağda Asya steplerinde iç içe geçmiş yüzlerce boyun kökenini tespit etmek kolaylaşmaktadır.

Zaman zaman Çin’in yönetimini Türk kökenli hanedanların ele alması (Chou dönemi) ya da Türk devletlerinde yönetici zümre olarak Çinlilerin etkili olması (Örnek:Toba Devleti) gibi olayları da gözlemleyince kavimlerin biri birine ne kadar çok karıştığı daha iyi anlaşılmaktadır. Kuzeyde Türk kültürü var iken güneyden Chun-wei önderliğindeki grubun, Çinli olsalar bile, kuzey kavimlerinin arasına girip asimile olmaları beklenebilir. Yani Chun-wei Çinli olsa bile kuzeyde Türkleşmiş olabilir. Çin kaynakları sadece Chun-wei’nin Hunların atası olduğunu ve tebaasıyla birlikte kuzeye göç ettiğinden bahseder. Önceki bölümde Çin kaynaklarını tanıtırken, bu kaynakların Türklerin   düşmanı   olanlar   tarafından   yazıldığını   ve   ihtiyatlı   değerlendirilmesi gerektiğini belirttik. İşte Chun-wei’ nin Hunların atası olarak gösterilmesinin ardında, aslında Çinlilerin Hunların kendilerinden türedikleri şeklindeki gibi bir tezi ileri sürmek istemesinden kaynaklanabilir. Çünkü kesin olarak biliyoruz ki bahsedilen dönemden çok önce kuzeyde, Hun ismiyle olmasa da, proto Türk, kuzey doğuda ise proto Moğol kavimler mevcuttu. Çin kaynakları bu kavimlerden fazla bahsetmese de Chun-wei ile Hunların atalarının aslında kendilerinden biri olduğunu kabul ettirmeye çalışmaktadır. Ancak kültür çevrelerinin bilinmesi ile bu iddialar güçsüzleşmektedir. Biz sonuç olarak Hsiung-nu’ ların Hunların atası olarak kabul edildiğini, isimlerinin ilk olarak M.Ö. 300’lerde geçtiğini söyleyebiliriz18. Bu konuya ve konuyla ilgili görüşlere, birinci bölümde biraz daha detaylı olarak değineceğiz.

DİPNOTLAR:

Ögel Bahaeddin, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi Cilt I, Kültür Bakanlığı Yayınları,    Ankara 1981. s.

18 L.N. Gumilev Hunlar, (çev. Ahsen Batur), Selenge Yayınları, İstanbul   2002, s. 30 Ögel, Hun İmparatorluğu I, s 19

17 Eberhard Wolfram, Çin Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1995, s. 17

Prof. Eberhard, Çin Tarihi adlı eserinde, Chou Sülalesi döneminden bahsederken şöyle der: “Buna mukabil kuzeyde “Hun” kabileleriyle savaşlar oluyordu. Takriben M.Ö. 300’den beri ilk defa Hsiung-nu adı geçmektedir”. Diğer birçok tarihçi de Hun veya Hsiung-nu adının bu tarihte ilk kez zikredildiği konusunda hem fikirdirler.

KAYNAK:   Asya Hunları'nda İktisadi Hayat. Murat Öztürk. F.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı.  Doktora Tezi. Elazığ 2013. s. 1-2

Hunların Yaşadıkları Bölgenin Coğrafi Özellikleri

Coğrafyanın tarihçiler için önemi başlı başına araştırmalara konu olmuş, pek çok üniversitede tarihi coğrafya bir ders olarak ders programlarında yer almıştır. Coğrafi şartları bilmeden, kavimlerin hareket alanları, savaş sebepleri, yaşayış biçimleri, ordu düzenleri, ekonomileri gibi pek çok konuyu anlamak kesinlikle mümkün değildir. Bu durumu herkes bilir fakat coğrafyanın bu etkisinin hangi sebeplerden kaynaklandığını biraz detaylandırmak gerektiğini düşünüyoruz.

Genel olarak coğrafyamız bütün Dünya’dır. Ancak Dünya genel olarak çok cömert olsa da her yerinde aynı cömertliği göstermemektedir. Bu, coğrafyanın farklılaşmasıdır. Coğrafi farklılıklar veya yetersizlikler, yüzey şekilleri, bitki örtüsü, hayvan varlığı, ısı, yağış, nem, yer altı ve yer üstü zenginlikler şeklinde tezahür eder. Dolayısıyla üretim çeşit ve miktarı farklı olacaktır. Coğrafya farklıdır, her yerde ve her zaman aynı özellik ve verimlilikte değildir, ama insanların ihtiyaçları ve istekleri her yerde her zaman hemen hemen aynıdır ve süreklidir. İşte bu yüzden insanoğlu ilk günden itibaren coğrafya-tabiat ile mücadele etmiş, üretim, nakliye, ulaştırma, iletişim alanlarında pek çok teknikler geliştirmiştir. Öte yandan aynı coğrafi yetersizliklerden dolayı coğrafyalar arasında göçler, savaşlar, işgaller meydana gelmiştir. Eğer coğrafi farklılıklar olmasaydı, her şey, her yerde her zaman yeterli miktarda ve oranda bulunsaydı, tabiatla mücadele, üretim tekniklerinde, ulaşım ve haberleşmede gelişme,

kısacası medeniyet meydana gelmez, hayat durağan olurdu. Coğrafyanın farklı yaratılmasındaki hikmet budur. O halde tarih ve medeniyetin gelişmesinin ilk sebebi bu coğrafi farklılıklar veya yetersizliklerdir19. Dünya üzerinde büyük değişiklikler yaratan, kıtlık, göç, istila gibi olayların da temelinde en önemli sebep coğrafi yetersizlikler veya farklılıklardır. Ticaret dahi, coğrafyanın farklılaşması sebebiyle ortaya çıkmış ve gelişmiştir. İlk olarak değiş-tokuş ile başlayan ticarette amaç, bireyin veya devletin, kendinde olmayan ve ihtiyaç duyduğu bir malı edinme çabasıdır. Para ekonomisinin gelişmesiyle beraber, ticaretle zenginleşme ve maddi kâr elde etme güdüsü ortaya çıkmıştır. Para ekonomisinde de yine aynı şekilde ticaret, ihtiyaç duyulan ve elde bulunmayan malı edinme amacıyla yapılmıştır. Klasik dönemde ticari faaliyetlerin en önemli sebebi coğrafyanın sunduğu imkânlar ve imkânsızlıklardır.

Bu kadar etkinin yanında coğrafyanın insan karakteri ve toplum yapısı üzerinde de derin etkileri vardır. İnsan Dünya’nın, kuzey kutbu da dâhil olmak üzere, pek çok yerinde varlığını sürdürmektedir. Biri birinden çok farklı coğrafi şartlara uyum sağlayabilen insanın, bu başarısının altındaki sebep nedir? Başarı diyoruz çünkü hiçbir canlının yeryüzünde, insan kadar geniş yaşam alanı yoktur. Tropik kuşakta da, kutup dairesinde de insan toplulukları mevcuttur. İnsan, belki de farkında olmayarak, yüz yıllardır bulunduğu coğrafyalara uyum sağlamıştır. Yani insan toplulukları, yaşadıkları bölgelere göre bir birinden farklılaşmıştır. Tıpkı, bazı hayvan türlerinin yaşadıkları coğrafyaya göre tür içinde farklılaşması gibi. Burada bu ayrışma büyük oranda coğrafya sebebiyle ortaya çıkmaktadır. Bu ayrışma, karakteristik hale geldiğinde, biri birinden farklı ırklar ortaya çıkmıştır. Bu meseleyi daha iyi anlatabilmek için konumuz olan ekonomiden örnek verelim. Aynı dönemde, Dünya’nın bir bölgesinde karasal bir topluluk göçebe hayat sürerken, deniz kıyısında yaşayan bir topluluk ise denizciliğe ve bunun yan sanayilerine bağlı bir hayat sürmektedir. Bu farklı yaşam şekilleri zamanla, mutfak kültürü, giyim kuşam, değer yargıları gibi kültürün onlarca alt unsurunda bir ayrışma yaratarak farklı toplumları ve nihayet farklı milletleri oluşturur. Yani coğrafyanın insanları zorladığı yaşam şekli, yıllar sonra o toplumun karakteri, daha sonra da milli kimliği olur. Coğrafyanın etkisi bu kadar keskindir.

Burada, inceleyeceğimiz Hun Devleti ile de yakından ilgili olduğu için karasal iklimin insan ve toplum karakteri üzerine olan etkilerinden bahsetmeyi faydalı buluyoruz.     Karasal     iklim     veya    daha    genel     ifadeyle     insanların     birlikte     yaşamak

mecburiyetinde oldukları iklim şartlarının (bu iklim çöl iklimi de olabilir) sosyal hayata olan tesirleri farklıdır. Böyle iklim şartlarında kişi tek başına yaşayamaz. En azından bu iklimdeki iktisadi faaliyetleri tek başına sürdüremez. Bundan dolayı karasal iklimde, birlikte yaşamak mecburiyeti vardır. Burada kolektif bir hayat tarzı esastır. Kollektif hayat tarzı da şöyle ya da böyle bir lidere (feodal bey, ağa, aşiret reisi) ihtiyaç gösterir. Böylece feodalizm denen sosyal gerçek ortaya çıkar. Burada toplumsal kontrol daha belirgindir. Gelenekçilik, muhafazakârlık, dindarlık, an’anevi değerlere bağlılık daha fazladır20.

Karasal iklim kuşağında yaşayan insanların, varlıklarını devam ettirmek, tabiatla ve düşmanlarıyla mücadele etmek için, daha çok kol gücüne, insan gücüne ihtiyaçları vardır. Bundan dolayı geniş akraba toplulukları büyük önem arz etmektedir. Hatta bu hayat şartlarında geniş aile tipi de yeterli gelmez, kan ve soy bağı ile birbirlerine bağlı olan daha geniş topluluklara ihtiyaç duyulur, bir soy ve nesep bağlılığı geliştirilerek aşiret kavramı etrafında birleşilir. Böylece aşiret-kabile duygu ve düşüncesi gelişir. O halde aşiret-kabilecilik düşünce ve olgusu karasal iklimde, çöl ikliminin hayat şartları karşısında temayüz etmiştir. Oysa sıcak iklim kuşağının nispeten rahat hayat şartlarında insanlar hayatlarını tek başlarına sürdürebilirler, geniş bir akraba, boy-soy topluluğuna ve aşiret yapılanmasına ihtiyaç duymazlar21. Bu farklılık da beraberinde, muhafazakârlığı ve ferdi yaşamayı getirir. Karasal iklim kuşaklarında geniş insan topluluklarına ihtiyaç duyulurken, sıcak iklim kuşaklarında insanlar, çok daha küçük gruplar halinde yaşamlarını sürdürebilirler.

Klasik dönemde, karasal iklim toplumlarının en önemli ekonomik faaliyetleri tarım ve hayvancılıktı. İşte bu temel ekonomik faaliyetler insan gücüne olan talebi arttırıyordu. Buharlı makine gücü ortaya çıkmadan önce en büyük güç insan gücüydü. Bu ekonomik faaliyetleri yürüten aileler, faaliyet büyüdükçe aşiret, daha sonra da boy halini almışlardır. Hunların bir devlet halini almalarının temel sebebi de ekonomik faaliyetlerin artması ve bunun sonucunda başta kaynak bulma olmak üzere, ortaya çıkan çeşitli problemlerdir. Bu konuya Hunların kuruluş döneminden bahsederken detaylı olarak değineceğiz.

DİPNOTLAR:

19 Öztürk Mustafa, Tarih Felsefesi, s. 144-145

Öztürk Mustafa, Tarih Felsefesi, s. 149

Öztürk Mustafa, Tarih Felsefesi, s. 150

KAYNAK:   Asya Hunları’nda İktisadi Hayat. Murat Öztürk. F.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı.  Doktora Tezi. Elazığ 2013. s. 3-5

Hun Coğrafyasının Yeri ve Sınırları

Hunların yaşadığı coğrafya, Orta Asya’nın doğu kısmını ve Asya’nın kuzeydoğu kesimlerini içine alır. Bu nedenle konumuzun coğrafya bölümünde, Orta Asya’nın sınırlarının dışına çıktığımız görülecektir. Fakat Hunların yaşadıkları bölgelerin büyük kısmı, Orta Asya sınırları içinde yer almaktadır.

Bugünkü Moğolistan ve Sibirya’nın güneyi ile bugünkü Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan ile Afganistan’ın kuzeyi, İran Horasan’ını, Tibet, Sin-Kiang (Xinjiang)22 ve Kansu’yu kapsayan bölge olan Orta Asya dört taraftan yüksek dağlarla çevrilidir23. Bu nedenle deniz etkisine kapalıdır. Denizlerin ılıman etkisi iç kesimlere giremediğinden karasal iklim en şiddetli haliyle görülür. Dünya’ da karasallığın en şiddetli görüldüğü yer olan Orta Asya’ da karasallığın bu kadar sert olmasının temel nedeni kıtanın büyüklüğüdür. Dünya karalarının yaklaşık yedide biri olan bölgenin doğu batı arası mesafesi yaklaşık 10.000 kilometredir. İç Asya dâhilinde, uzun mesafelerle ilişki kurmanın en önde gelen yolları, karadan hareketler olmuştur; çünkü yeryüzünde deniz yolu almaşıkları bulunmadığı için, bu kadar karaya kilitlenmiş başka bir bölge yoktur24. Bunun yanında Dünya’ nın en geniş karası olan bu bölge, özellikle doğuda dağların pek çoğunun denizlere paralel uzanması sebebiyle nemden yoksun kalmaktadır. Büyüklükle, dağların konumunun birleşmesi sonucu, karasallığın etkisi bir kat daha artar.

Çoğunlukla yüksek, boş bozkırlardan oluşan Orta Asya coğrafyası Kuzey Sibirya ormanlarına kadar uzanır. Bu ormanlarla sınırı Altay Dağları oluşturur. Bu bozkır Sibirya’ya doğru uzanırken bazen yerini tundra veya ormanlara bırakır. Ancak bu alanlar sınırlıdır. Orta Asya çok geniş bir alan olduğundan, tamamının coğrafi detaylarına burada girmeyeceğiz. Konunun detaylandırmak istediğimiz bölümü, Hunların bulundukları ve ilgilendikleri alanlardır.

KAYNAK:   Asya Hunları’nda İktisadi Hayat. Murat Öztürk. F.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı.  Doktora Tezi. Elazığ 2013. s. 6.

Balıkesir'de Kuva-yı Milliye Hareketi

İzmir'in işgalinden bir gün sonra 16 Mayıs 1919 tarihinde Balıkesir’e gelen işgal haberi büyük heyecana yol açar. Önce Belediyede daha sonra ise Okuma Yurdu'nda toplantılar yapılır. İşgali protesto için itilaf devletleri temsilcilerine telgraflar çekilir. Zarbali Hulusi Bey'in evinde yapılan gizli toplantılardan sonra Alaca Mescid' te daha geniş bir toplantı yapılması kararlaştırılır.

19 Mayıs günü ikindi namazından sonra kalabalık bir cemaat mevlit okuma bahanesiyle gizlice toplanır. Mevlit okunması bitince Karesi Mebusu Vehbi (Bolak) Bey ayağa kalkarak cemaata hitaben bir konuşma yapar. Konuşmasında İzmir'deki faciaların Balıkesir’in başına gelmemesi için bir Redd-i İlhak Cemiyeti kurulması gerektiğini belirtir.

Diğer konuşmalardan sonra her türlü kararı almaya yetkili kırk bir kişi belirlenerek toplantı sona erer. Seçilenler: 1) Karesi Meb'usu Vehbi Bey, 2) Siverek Meb'usu Vehbi Bey, 3) Belediye Reisi Keçeci Hafız Mehmet Emin Bey, 4)Müftü Nennicizade Abdullah Efendi, 5) Abdülgafur Efendi, 6) Zarbali Hulusi Bey, 7) Tireli Sabri Bey, 8) Dâvâvekili Sadettin Bey, 9)Kocabıyık Mehmet Bey, 10)Abdüsselâmzâde Cemil Efendi, 11) Arap Sadettin Bey, 12) Beypazarlı Hafız Mehmet Efendi, 13) İbrahim Bakir Efendi, 14) Kuyumcuzade Ali Efendi, 15) Abdülaziz Mecdi Efendi oğlu Ahmet Nur Bey, 16) Dâvâvekili Said Bey, 17) Ocakîzade Talat Bey, 18) Eski Nüfus Müdürü Hakkı Bey, 19) Marmara Nahiyesi Müdürü İsmail Hakkı Efendi, 20) Giritlizâde Muhittin Bey, 21)Ahmet Vehbi Bey, 22) Gönenli Osman Bey, 23) Kunduracı Nuri Usta, 24) Dâvâvekili Süleyman Sadi Bey, 25) Lâz Hacı Mustafa Efendi, 26) Hoca Asım Efendi, 27) Budakzade Hafız İsmail Efendi (Melekzade Hacı Hafız Mehmet Efendi), 28) Hafız Eminiddin Efendi, 29) Hafız Haydar Efendi, 30) Muzaffer Efendi, 31) Emekli Binbaşı Ahmet Bey, 32) Alaybeyi Rıza Bey, 33) Kadizade Mustafa Efendi (Hoca Süleyman Vehbi Efendi), 34) Yörük İbrahim Efendi, 35) Keşkekzade Hacı Eşref Efendi, 36) Yırcalızade Şükrü Efendi, 37) Basribeyzâde Şevki Bey, 38)Somalı Hacı Hafız Kazım Şükrü Efendi, 39)Silahçı Şevki Bey, 40) Arnavut Rasim Bey, 41) Hacı Kamil Efendi.

Silahlı mücadele kararının alındığı bu toplantı Balıkesir Kuva-yi Milliyesi'nin ilk ve en önemli temel taşıdır. Her şey buradan doğmuş, bir yıldan fazla devam eden Balıkesir ve bölgesi direnişi bu kararın sonucu olmuştur. Anzavur isyanı, İstanbul Hükümeti ve İtilaf Devletleri'nin karşı etkinlikleri, Rumlar ve Ermenilerin içerideki hareketleri, düşmanların bütün ümitleri hep bu tarihi karardan doğan kuvvetle dağıtılmıştır.

Mondros Ateşkes Anlaşması, Boğazların işgali, İstanbul'un kontrol altına alınması, Meclis-i Mebusan'ın dağıtılmış olması, halk desteğinden yoksun İstanbul hükümetlerinin devlete, millete ve vatana sahip olamayışı, nihayet İzmir'in işgaliyle görülen facialar üzerine, bütün vatan sathında olduğu gibi, Balıkesir’de de millet kendi kaderine sahip çıktı. Önce Redd-i İlhak adıyla cemiyetler kuruldu. Sonra daha geniş halk yığınlarının desteğini almak üzere kongreler tertip edildi.

Birincisi Dar'ün Nafia Medresesi'nde 28 Haziran 1919'da toplanan kongrelerin besincisi 10 Mart 1920'de toplanmıştır. Redd-i İlhak Cemiyeti ve özellikle Balıkesir Kongreleri, ilerleyen düşmanı durdurarak ve ayaklanmaları bastırarak, düzenli ordunun kurulması için bir yıllık zaman kazandırmışlardır.

Bir taraftan düşmanla savaşırken halkın güvenliğini sağladıkları gibi, Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasına uygun ortam sağlamışlardır.

Hey'et-i Merkeziye'nin karar defterinden ve kongre kararlarından anlaşıldığına göre Kuva-yi Millîye bir devlet gibi hareket etmiştir. Halka vergi koymuş, asker toplamış, seferberlik ilân etmiş, güvenliği sağlamış, diplomatik temaslarda bulunmuştur. Bütün bunları, düşmana karşı koyabilmek için yapmıştır.
Dünya kamuoyuna Türk halkının işgal ve esareti kabul etmediğini gür bir sesle duyurmuştur

KAYNAK: http://www.balikesirkulturturizm.gov.tr/TR,94489/balikesir-de-kuva-yi-milliye-hareketi.html

Aksak Demir'in Adaleti

"Haklı olanların hakkını hiçbir vakit kaybettirmedim." O, adalete en büyük önemi vermektir. Çünkü böyle bir esasa dayanmayan bir devletin bekasına imkân olmayacağı kanaatini beslemektedir.

Diyor ki:

"Haklı olanların hakkını hiçbir vakit kaybettirmedim. İntikamla hareket etmedim. Böyle bir hırsa hiç düşmedim. Allah'ın kullarına karşı şiddet ve zulümden sakındım. Bunlara karşı daima iyi kalpli, güler yüzlü davrandım."

Piri, Demir'e şunları yazıyordu:

"Demir bilmelidir ki, hükümet Tanrı idaresinin bir kopyasıdır."

Bossuet de, Mukaddes Kitap Politikası adlı kitabında, Louis XIVe böyle söylüyordu.

Piri yine devamla diyor ki:

"Memurlarını ve bunların reislerini gözünün önünde tut. Sana itaat etsinler. Ödevlerini mutlaka başarsmlar. Halk sınıflarına hak ve mevki tayin et ki devletinde akıl ve hak hüküm sürsün.

İşlerinde, tebaan arasında kanunu unutma. Unutursan hükümetinin altüst olması gecikmez."

Demir, bunları dinledi, bunlara saygı gösterdi mi?

Kendisi diyor ki:

"Pirimin mektubunu alınca, dediklerini yapmaya acele ettim."

Demir ilk defa kabahat işledikleri adliyesince sabit olanların suçlarını bağışladı. Fakat bu gibiler tekrar suç işlerlerse cezaları ağır olurdu. Bu, bir çeşit bugünkü tecil sistemidir.

Demir, oğullarından biri hakanlığa göz dikerse, onun katline ve­ya azasından birinin kesilmesine, gözünün çıkarılmasına, kör edilmesine, fena muamele yapılmasına emir ve müsaade vermezdi. Bundan çekinirdi. Yalnız bu gibileri, niyetlerinden vazgeçtikleri anlaşılıncaya kadar hapsettirirdi. Buna sebep, devlet içinde kan dökülmesinin önüne geçmek kaygısı idi.

Torun veya hısımlarından biri isyan çıkarırsa, onun malını mül­künü elinden alır, dilenecek hale getirirdi. O, buna, kendi deyimiy­le "derviş kılmak" diyor.

Osmanoğullarında âdet, hatta kanun, isyan çıkarmasalar da, oğul ve kardeşlerin öldürülmesine müsaade ediyordu. Her Osmanlı padişahının tahta çıkışı, kurban kardeşlerin kanlarıyla kutlanır, süslenirdi!

Bu hali haklı göstermek isteyen, padişahlardan fazla padişahçı-lar, sebep olarak, vatan, millet menfaatları için bu yolun tutulmuş olduğunu söylerler!

Bütün bir tarih boyunca uzanan, böyle kanlı bir cinayeti haklı göstermeye kalkışmak, onu işleyenden daha alçak bir duruma düşmek değil de nedir?

Niçin, başka milletlerin başlarındaki hükümdarlar, hatta bir Türk devlet reisinden başka bir şey olmayan Demir, bu gibi faciala­ra tenezzül etmediler.

Osmanoğulları kardeşlerini öldürtmekle sanki diğer devletlerden daha emin bir durum mu elde ettiler?

Bu sorunun karşılığı:

Hep, isyanlar karşısında kaldıklarıdır.

Ali Seydî, Osmanlı Tarihi'ndz der ki:

III. Murad tahta çıkar çıkmaz, 19 erkek kardeşini öldürdü. Bun­ların Ayasofya'da namazlarını kıldıktan sonradır ki, vezirler siyah elbiseleriyle cülus tebrikine gittiler.

Yine bu padişah dokuz kız kardeşini de ayrı ayrı hapsettirdi. Anaları bunları ayda yılda bir görebileceklerdi.

Demir, bu gibi kanlı maskaralıklardan tiksiniyor, adalet ve hakkaniyeti elden bırakmıyordu.

Demir, memur öldürmekte de asla ileri gitmezdi. Vazife görmeyen reisleri işten çıkarırdı. Devlet içinde kargaşalığın önüne geçe­meyenlerin rütbelerini indirirdi. Bu gibileri ta kâtipliğe kadar düşü­rür, yine öldürmezdi. O kadar ki: Bir vezir, onu düşürmek için bir proje tertip etmiş olsa bile, hemen ölüm cezasıyla cezalandırmak­tan sakmırdı. Önce işi iyice inceler, doğru olup olmadığını anlardı, hükmünü buna göre verirdi. Çünkü, maksatlarını elde etmek için doğruyu yalanla örtbas eden kötüler az değildir. Bunlar, bu gibi fe-satlıklarıyla devlete canla başla bağlı olanları ortadan kaldırmak, meydanı fenalara bırakmak isterler.

Demir'i, Ayko-Demir ile böyle bir duruma sokmak istemişlerdi. Muvaffak olamadılar. Fakat günün birinde nedimlerinin sözlerine kapıldı. En sadık devlet adamlarından Abbas'ın kanına girdi. Sonra. Abbas hakkıda söylenen şeylerin, baştan başa iftira ve yalan ol­duğunu anlayınca hüngür hüngür ağladı, çok pişman oldu. Fakat, iş işten geçmişti. Son pişmanlık para etmedi.

Osmanoğulları vezir kellesi düşürmekte o kadar ileri gittiler ki, rakibin ölmesi için padişaha vezir olması dilenirdi. Gün geldi, devlet adamsız kaldı.

Demir, hırsızlara, sarhoşlara, hatta ırza geçenlere bile keyfi muamele yapılmasına müsaade etmezdi. Bunlar hâkim huzuruna çıka­rılırlar, kanunlar hükmünce cezalandırılırlardı.

Demir'e göre:

"Hakan her işte adaleti gözetmelidir. Vezir seçerken onun adil olmasına dikkat etmelidir. Çünkü adil bir vezir, zalim bir hakanın kötülüklerini tamir eder. Fakat vezir de hakan gibi zalim olursa, hü­kümet binası yıkılmakta gecikmez.

Misali şudur ki:

Emir Hüseyin'in bir veziri vardı. Halk ve askerlere keyfine gö­re muamele yapardı. Onları haksız cezalandırırdı. Kanunu hiçe sayardı. Bu kötü adamın adaletsizliği az zaman içinde efendisinin parlak durumunu söndürdü."

Demir, tefecilerle insafsız zenginlerin fukarayı ezdiklerini çok iyi biliyordu. Bunun için bu gibileri hususi memurlarla takip ettirirdi. Bunlarla beraber devlet gelirlerinden suiistimal edenlerin ceza­ları kanunen ölümdü.

KAYNAK: Aksak Demir'in Devlet Politikası. Mahmut Esat BOZKURT.  Kaynak Yayınları 2005. s. 26-29

Hunların Dini

Hunların yazısı yoktur fikri, tarihe tamamen yerleşmiş ve şüphe götürmez bir gerçeğe dönüşerek çağlar boyunca etkili olmuştur. Fakat zamanla gerçekler ortaya çıkınca, bu fikirde ısrar edenler utan­ca gömülmüş, tarihçiler de fikirlerini değiştirme ve yanlışlarını dü­zeltmeye koyulmuşlardır.

Çin'in "Üç Hanlık" isimli kitabında şöyle bir yazıya rastlanmaktadır, (Gumilyov'dan aynen alınmıştır), Kan Tay isimli Çin elçisi MÖ 250fde Kamboçya'dan dönüşünde şunu yazmıştır: "Onların kitapları var, kütüphanelerde korurlar. Yazılanysa Hun yazısına benzer."

Tarihte Türk yazısının olduğunu görmezden gelen Batı aydınlarının tarihî otoritesi, 1893 yılında Orhon bölgesinde bulunan yazıt­ların V. Thomsen tarafından okunmasıyla iyice sarsıldı. Kopenhag Üniversitesi profesörü Thomsen, kökleşmiş tutumdan çekinmeden, cesaretle gerçeği ortaya koymuştur. Orhon Yazıtları denen bu de­ğerli bulguda, Türk yazısının yanı sıra Tanrı dininin varlığı da ka­nıtlanmıştır. Bu yazıtlarda, Thomsen'in ilk okuduğu kelimenin Tengri olması da Tanrısal bir tesadüf müdür, bilemeyiz. Bu kelime şu şekilde yazılmaktadır:

Bu olayın büyük yankı uyandıracağından korkan "vicdanlı" bilim adamları, bu paha biçilemez bulguyu gözlerden ırak tutmaya çalışmış ve kapalı arşivlerde 100 yıl kadar saklamıştı. Ama Türk gelişimine ulaşamayan geri kalmış Avrupa'nın aydınları, başarısızlığını burada da kanıtlamış ve hatta elaleme rezil olarak kıskançlı­ğını ortaya koymuştur.

Hunlar taş saraylarda değil ayaklı evlerde yaşadıkları ve devam­lı göç halinde oldukları için belki de, zengin halk kültürünü "ağız­dan ağıza" denilen yöntemle aktarmış, masa başında tarih gündemi yazamamıştı. Belki de yazmış ama Hunnu'nun yaşadığı trajik olay­lar sonucu kaybolup gitmiştir. Belki onlar da Orhon Yazıtları gibi gömüldüğü yerden ya da paslanmış bir sandık içinden çıkabilir. İnsanın yapısı her yerde aynıdır, Avrupalı aydınların yaptığından da­ha fazlasını İç Asya'daki kıskançlık da yapmış olabilir.

Hunlar baş eğdirdikleri halkların çok haksız davranışlarına ma­ruz kalsalar da eski kıskançlar, artık onun boyuna erişemeyeceklerini görmüş durumdadır. Hun halkının torunlarıysa bu düşman dav­ranıştan gurur duymalı çünkü "yıldırım yüksek ağacı vurur".

KAYNAK: Atalarımız Hunlar. Sofi Tram SEMEN. Kaynak Yayınları 2007. s. 96-97

İskitler'in Tarih Sahnesine Çıkışları

iskitler doğudan batıya doğru kavimlerin birbirlerini sıkıştırmaları sonucunda ortaya çıkmıştır. Bunların MÖ 8. yüzyılda Kimmerlerin ülkesine geldikleri kabul edilmektedir (Kretschmer 1921: 923). Herodotos, göçebe İskitlerin Asya'da yaşadıklarını ve Massagetler'le yaptıkları savaştan yenik çıkarak, Kimmerlerin yanına göçtüklerini bildirmektedir (Herodo­tos IV: 11). Fakat İskitlerle Greklerin tanışmaları Grek ticaret kolonileri zamanına rastlamaktadır. Bilindiği üzere, Grekler Karadeniz kıyılarına koloniler kurarak, birtakım ticari faaliyetlerde bulunmuş­lardır (Mansel 1971: 169). Bu kolonizasyon hareketleri İskitler hakkında fazla bilgi sahibi olmamıza yetmemektedir. Malzemelerin arkeolojik buluntulardan oluşması ve yazılı kaynakların olmaması sağlıklı sonuçlar çıkarma imkânını ortadan kaldırmaktadır.

İskitlerin adına ilk kez Asur kaynaklarında rastlanmaktadır. Asur imparatorlarından Asarhaddon (MÖ 680-668) devrine ait Prizma (B)'de adları geçmektedir. Bu vesikaya göre Asarhaddon, imparatorluğun kuzey ve kuzeydoğu sınırlarını tehdit eden Kimmer ve Mannalarm saldırılarını bertaraf etmek maksadıyla İskit hükümdarı Bartatua ile anlaşmayı tercih etmiş ve ona kızım vererek, İskit­lerin adı geçen kavimlere karşı savaşmasını sağlamıştır (Luckenbill 1968: 207).

Asur kaynaklarında İskitler hakkında Grek kaynaklarındaki kadar fazla bilgi olmamasına rağmen, Greklerin tarihî değer taşıyan ilk kaynağının Herodotos'un eseri olduğu düşünüldüğünde, İskitler hakkında bilgi veren ilk Asur kaynağının, bundan yaklaşık olarak 200 yıl önce ortaya çıktığı anlaşılır. Buradan çıkarabileceğimiz başka bir sonuç da, MÖ 8. yüzyılın içerisinde Orta Asya'dan çıkan İs­kitlerin MÖ 7. yüzyılın ilk çeyreği içerisinde hissedilir bir güç ola­cak şekilde Asur sınırına kadar ulaşmış olduğudur. Bu ifadeden, İs­kitlerin Hazar Denizi'nin batısı, Tuna nehrinin doğusu ve Karade­niz'in kuzeyindeki Kimmer yurdunun dışında, Ön-Asya'ya kadar çok kısa zamanda yayılmış oldukları gerçeği de ortaya çıkmaktadır. İskitlerin tarihini çok daha öncelere götürmek isteyenler bulunmak­la birlikte, sağlıklı sonuçların alınabilmesi yazılı kaynak olmama­sından dolayı mümkün olamamaktadır. Bizce, İskitler yukarıda adı geçen Kimmer yurduna, Asarhaddon'un adlarını zikrettiği dönem­den önce, MÖ 8. yüzyılın ortalan ya da bu tarihten biraz daha son­ra gelmiş olmalıdır.

KAYNAK: İskitler. İlhami DURMUŞ. Kaynak Yayınları. 2007. s. 80-81

1715 1718 Osmanlı Avusturya Venedik Savaşı


1715-1718 Osmanlı-Avusturya-Venedik Savaşı Osmanlı İmparatorluğu 'nun Karlofça Antlaşması'yla kaybettiği toprakları geri almak amacıyla savaştığı ancak başarısızlıkla sonuçlanmış bir savaşlar dizisidir. Kanuni döneminde 0smanlı-Avusturya ilişkilerinin temelinde Maceristana hakim olma istegi yatıyordu.

Savaşı hazırlayan nedenler
Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları'nda uğranılan yenilgi ve bu savaşları takiben 1699'da imzalanan Karlofça Antlaşması sonucu Mora ve Macaristan'ın kaybedilmesi Osmanlı Devleti'ni çok sarsmıştı. Ancak 1711'de Çar Büyük Petro önderliğindeki Rusya'yla yapılan Prut Savaşı'nın kazanılması Osmanlı Devleti'ni bir ölçüde cesaretlendirdi. Venediklilere kaybedilen Mora Yarımadası'nda yaşayan Ortodoks halk Katolik baskısından memnun değildi ve tekrar Osmanlı yönetimine girmeyi istiyorlardı. Osmanlılar 8 Aralık 1714 tarihinde Venedikliler'e savaş açtılar. Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa Modon, Koron ve Navarin'i alarak Mora'yı geri kazandı (22 Ağustos 1715). Avusturyalılar Osmanlıların Venediklilere karşı gösterdikleri başarıdan memnun olmadılar. Mora'nın geri alınmasını Karlofça Antlaşması'nın bir ihlali olarak saydılar. Osmanlı Devleti'nden Mora'yı Venedik Cumhuriyeti'ne geri vermesini istediler. Osmanlılar bu isteği kabul etmeyerek Avusturya'ya savaş açtılar.

Petrovaradin Savaşı
Petrovaradin meydan muharebesi 5 Ağustos 1716 tarihinde bugünkü Sırbistan'ın Novi Sad bölgesinde Osmanlı ordusunun Avusturya karşısında yaptığı bir meydan muharebesidir. (Varad, Sırpça Petrovaradin, Macarca Petervarad) Savaşı Avusturya ordusu kazanmıştır.
Savaşın sebebi

Osmanlı Devleti 1699 yılındaki Karlofça antlaşmasıyla Venedik Cumhuriyeti'ne terk edilen Mora topraklarını yerli halkın da yardımıyla 1714 Aralık ayından itibaren geri almağa başlamıştı. Ancak Venedik ile ittifak antlaşması yapan Avusturya Mora'nın yeniden Venedik'e terk edilmesi için baskı yapıyordu. Osmanlı imparatorluğu bu baskıya savaş ilan ederek karşılık verdi[1]. Böylece başlayan1715-1718 Osmanlı-Avusturya-Venedik Savaşı'nın en önemli meydan muharebesi Petrovaradin savaşıdır.
Savaş

Osmanlı ordusuna Sadrazam Damat Silahtar Ali Paşa (1667-1716) , Avusturya ordusuna ise Savoy prensi Eugene (1663-1736) komuta ediyordu. Savaş başladıktan sonra merkezde Silahtar Ali Paşa, sağ kanatta da Anadolu valisi Ahmet Paşa Avusturyalılar'ı geriletmeyi başardılar. Fakat, Avusturyalılar sağ kanattaki çekilmeyi durdurmak için yedekteki Alman süvarileri ile karşı hücuma geçtiler. [2] Üstelik,Tuna nehri üzerindeki Avusturya donanması da top atışları ile kanadı sarsmağa başladı. Bu sırada Ahmet Paşa'nın da vurulması üzerine sağ kanatta bozgun işaretleri görülmeğe başlandı. Merkezde durumu düzeltmek için çabalayan Silahtar Ali Paşa'nın vurulması ise genel bir bozguna yol açtı. Böylelikle savunmadaki Avusturya ordusu kendinden daha büyük bir orduyu bozguna uğratmış oldu.
Meydan savaşının savaşa etkisi

Meydan savaşını kazanan Avusturyalılar daha sonra bir önceki savaşta Avusturya ordusuna başarıyla direnen Banat eyaleti merkezi Temeşvar kalesini kuşattılar. Uzun bir kuşatma sonrasında Avusturyalılar 15 Ekim tarihinde Osmanlı imparatorluğunun elindeki bu son Macar kalesini de ele geçirdiler. ( Romence ismi Timişiora olan Temeşvar ikinci Dünya savaşı sonrasında Batı Romanya'da kalmıştır. ) Avusturyalılar bir yıl sonra da Belgrad'ı ele geçirdiler. Osmanlı tarafı barış istedi ve 1718 yılında Pasarofça antlaşması imzalandı.
Uzun vadede savaşın sonucu

Petrovaradin meydan savaşı 1715-1718 savaşının kaderini tayin eden savaştır. Gerçi bu savaştaki toprak kayıpları çok önemli sayılmaz. Çünkü bir sonraki savaşta Temeşvar hariç, kaybedilen topraklar geri alınmıştır. Fakat savaş Avrupalılar'daki Osmanlı imparatorluğunun yenilmezlik inancını sona erdirmiştir. Çünkü Osmanlı imparatorluğu Avusturya karşısında nispeten kısa süre içersinde kesin yenilgiye uğramıştır. (Bir önceki savaşta da Osmanlı imparatorluğu yenilmişti. Ancak o savaşta Osmanlı İmparatorluğu aynı anda pek çok cephede savaşmak zorundaydı.)
Pasarofça Antlaşması

Pasarofça antlaşması, 1714-1717 Osmanlı-Avusturya- Harbine son veren, yukarı Sırbistan, Belgrad ve Banat yaylasının Avusturya'ya; Dalmaçya, Bosna ve Arnavutluk kıyılarının Venedik'e verilmesi, Mora Yarımadası Osmanlılarda kalması gibi maddeleri içeren 21 Temmuz 1718'de imzalanan antlaşmadır. Antlaşma Osmanlı sultanlarından III. Ahmed Han (1703-1730) zamanında, Mora-Tuna kavşağında Sırbistan'nın (şimdi Sırpca adı Požarevec, Almanca adı Passarowitz olan) Pasarofça kasabasında yapıldı.
Venedikliler Karlofça Antlaşması hükümleri tamamen ihlal ederek Karadağ'daki isyanı teşvik edip isyancılara yardım edince ve İstanbul-Mısır seferleri yapan Osmanlı ticaret ve hac gemilerine saldırınca 1715de Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa Venedik Cumhuriyeti'ne savaş ilan ederek Mora Seferine çıktı. Bu seferi Korint, Anapoli, Modon, Koron, Navarin kalelerini fethederek zaferle sonuçlandırdı. Fakat Venedik'in bağdaşığı olan Avusturya sert bir tepki ile, Karlofça Antlaşması gereğince Mora'nın Venediklilere geri verilmesini istemesi üzerine, Avusturya'ya da savaş açıldı.
Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa, Osmanlı ordusu ile birlikte Macaristan'a girdi. Petervaradin Savaşı'nda Savoy Prensi Eugen komutasındaki Avusturya ordusu Osmanlı kuvvetlerini bozguna uğrattı (5 Ağustos 1716) ve Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa şehit düştü. Bu bozgundan sonra Temeşvar kalesi yitirildi ve Osmanlı ordusunda olan çözülme ile dağınık ve disiplinsiz birlikler Belgrad'a çekildi. Ordunun burada biraz tutunması ile birlikte, ta gerilerde Edirne ve İstanbul'da panik ortaya çıktı. Yeni Sadrazam Hacı Halil Paşa ordunun donatım işleri ile meşguldu ama 1717deki savaşlar hezimetin boyutunu büyüttü; 18 Ağustos 1717 tarihinde Belgrad düşman eline geçti. Belgrad'dan ta Niş'e kadar yörelerinin Müslüman ve Türk halkı aç ve çıplak Edirne ve İstanbul yoluna düştüler. Yeni sadrazam Tevkii Nişancı Mehmed Paşa altında, ordu Avusturya cephesinde Bosna ve Vidin'de başarılar elde etti. İbrahim Paşanın teşebbüsleri sayesinde Avusturyalılarla barış yapılmasının kararlaştırılmasından sonra, 1718'de sadrazamlığa getirilen Damat İbrahim Paşa barış teklif etti.

Osmanlı Devletini Şıkk-ı sâni Defterdarı (Mâliye Müsteşarı) Silâhtar İbrâhim Efendi başkanlığındaki heyet temsil etti. Pasarofça'da Kont Virmond başkanlığında Avusturya ve Carte Ruzigi başkanlığındaki Venedik heyetlerinden başka, Felemenk (Hollanda) temsilcisi Collyer Kontu ile İngiltere temsilcisi Sir Robert Sutton da vardı. İki ay kadar süren konferanstan sonra; Avusturya ile yirmi madde ve bir ilâve, Venediklilerle de 26 madde üzerinden, 21 Temmuz 1718 tarihinde antlaşma imzalandı.
Antlaşmaya göre,

Avusturya ile Niş, Banat Dağları ve Transilvanya Alpleri hudut kesildi.
Mülteci olarak Osmanlı Devleti'ne sığınan Erdel prensi II. Rákóczi Ferenc ailesiyle beraber Osmanlı-Avusturya sınırında oturmak ve emniyeti sağlanmak şartıyla iade edilecekti.

Venedikliler, Mora Yarımadasını, Korintos ile çevresini, Egin Körfezindeki adaları, İyonya Adalarını, Aya Mavri Adasını ve Girit'te üç iskeleyi Osmanlı Devletine verecekti.

İran yoluyla Avrupa'ya gelen tüccarlar, dönüşte Tuna gümrük vergilerinden muaf tutulacaktı.
Pasarofça Antlaşmasıyla, Osmanlı Devleti; Avusturya'ya toprak vermesine rağmen, Venedik'ten aldı. Avusturya'ya verdiği toprakları, daha sonraki antlaşmalarla, Tamışvar hariç, geri aldı. Pasarofça Antlaşması sonrasında Osmanlı Devleti batı dünyasının üstünlüğünü ilk kez kabul etmiş ve batılı tarzda ıslahatların yapıldığı Lale Devri'ne girmiştir.

Savaşı hazırlayan nedenler

Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları'nda uğranılan yenilgi ve bu savaşları takiben 1699'da imzalanan Karlofça Antlaşması sonucu Mora ve Macaristan'ın kaybedilmesi Osmanlı Devleti'ni çok sarsmıştı. Ancak 1711'de Çar Büyük Petro önderliğindeki Rusya'yla yapılan Prut Savaşı'nın kazanılması Osmanlı Devleti'ni bir ölçüde cesaretlendirdi. Venediklilere kaybedilen Mora Yarımadası'nda yaşayan Ortodoks halk Katolik baskısından memnun değildi ve tekrar Osmanlı yönetimine girmeyi istiyorlardı. Osmanlılar 8 Aralık 1714 tarihinde Venedikliler'e savaş açtılar. Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa Modon, Koron ve Navarin'i alarak Mora'yı geri kazandı (22 Ağustos 1715). Avusturyalılar Osmanlıların Venediklilere karşı gösterdikleri başarıdan memnun olmadılar. Mora'nın geri alınmasını Karlofça Antlaşması'nın bir ihlali olarak saydılar. Osmanlı Devleti'nden Mora'yı Venedik Cumhuriyeti'ne geri vermesini istediler. Osmanlılar bu isteği kabul etmeyerek Avusturya'ya savaş açtılar.

Petrovaradin Savaşı

Petrovaradin Meydan Muharebesi

1715-1718 Osmanlı-Avusturya-Venedik Savaşı

Jan Pieter van Bredael (1683-1735) tarafından yapılmış Die Schlacht bei Peterwardein adlı tablo.

Tarih
5 Ağustos 1715

Bölge
Petrovaradin, Sırbistan

Sonuç
Avusturya zaferi

Taraflar

Osmanlı Devleti
Avusturya

Kumandanlar

Damat Silahtar Ali Paşa
Savoy prensi Eugene

Güçler

120.000
83.000

Kayıplar

3000-6000
3027

Petrovaradin meydan muharebesi 5 Ağustos 1716 tarihinde bugünkü Sırbistan'ın Novi Sad bölgesinde Osmanlı ordusunun Avusturya karşısında yaptığı bir meydan muharebesidir. (Varad, Sırpça Petrovaradin, Macarca Petervarad) Savaşı Avusturya ordusu kazanmıştır.

Savaşın sebebi

Osmanlı Devleti 1699 yılındaki Karlofça antlaşmasıyla Venedik Cumhuriyeti'ne terk edilen Mora topraklarını yerli halkın da yardımıyla 1714 Aralık ayından itibaren geri almağa başlamıştı. Ancak Venedik ile ittifak antlaşması yapan Avusturya Mora'nın yeniden Venedik'e terk edilmesi için baskı yapıyordu. Osmanlı imparatorluğu bu baskıya savaş ilan ederek karşılık verdi[1]. Böylece başlayan1715-1718 Osmanlı-Avusturya-Venedik Savaşı'nın en önemli meydan muharebesi Petrovaradin savaşıdır.

Savaş

Osmanlı ordusuna Sadrazam Damat Silahtar Ali Paşa (1667-1716) , Avusturya ordusuna ise Savoy prensi Eugene (1663-1736) komuta ediyordu. Savaş başladıktan sonra merkezde Silahtar Ali Paşa, sağ kanatta da Anadolu valisi Ahmet Paşa Avusturyalılar'ı geriletmeyi başardılar. Fakat, Avusturyalılar sağ kanattaki çekilmeyi durdurmak için yedekteki Alman süvarileri ile karşı hücuma geçtiler.  Üstelik,Tuna nehri üzerindeki Avusturya donanması da top atışları ile kanadı sarsmağa başladı. Bu sırada Ahmet Paşa'nın da vurulması üzerine sağ kanatta bozgun işaretleri görülmeğe başlandı. Merkezde durumu düzeltmek için çabalayan Silahtar Ali Paşa'nın vurulması ise genel bir bozguna yol açtı. Böylelikle savunmadaki Avusturya ordusu kendinden daha büyük bir orduyu bozguna uğratmış oldu.

Meydan savaşının savaşa etkisi

Meydan savaşını kazanan Avusturyalılar daha sonra bir önceki savaşta Avusturya ordusuna başarıyla direnen Banat eyaleti merkezi Temeşvar kalesini kuşattılar. Uzun bir kuşatma sonrasında Avusturyalılar 15 Ekim tarihinde Osmanlı imparatorluğunun elindeki bu son Macar kalesini de ele geçirdiler. ( Romence ismi Timişiora olan Temeşvar ikinci Dünya savaşı sonrasında Batı Romanya'da kalmıştır. ) Avusturyalılar bir yıl sonra da Belgrad'ı ele geçirdiler. Osmanlı tarafı barış istedi ve 1718 yılında Pasarofça antlaşması imzalandı.

Uzun vadede savaşın sonucu

Petrovaradin meydan savaşı 1715-1718 savaşının kaderini tayin eden savaştır. Gerçi bu savaştaki toprak kayıpları çok önemli sayılmaz. Çünkü bir sonraki savaşta Temeşvar hariç, kaybedilen topraklar geri alınmıştır. Fakat savaş Avrupalılar'daki Osmanlı imparatorluğunun yenilmezlik inancını sona erdirmiştir. Çünkü Osmanlı imparatorluğu Avusturya karşısında nispeten kısa süre içersinde kesin yenilgiye uğramıştır. (Bir önceki savaşta da Osmanlı imparatorluğu yenilmişti. Ancak o savaşta Osmanlı İmparatorluğu aynı anda pek çok cephede savaşmak zorundaydı.)

Pasarofça Antlaşması

Pasarofça Antlaşması

İmza

- yer
21 Temmuz 1718

Pasarofça

İmzacı devletler
Avusturya İmparatorluğu

Osmanlı Devleti

Dilleri
Osmanlıca, Almanca

Pasarofça antlaşması, 1714-1717 Osmanlı-Avusturya- Harbine son veren, yukarı Sırbistan, Belgrad ve Banat yaylasının Avusturya'ya; Dalmaçya, Bosna ve Arnavutluk kıyılarının Venedik'e verilmesi, Mora Yarımadası Osmanlılarda kalması gibi maddeleri içeren 21 Temmuz 1718'de imzalanan antlaşmadır. Antlaşma Osmanlı sultanlarından III. Ahmed Han (1703-1730) zamanında, Mora-Tuna kavşağında Sırbistan'nın (şimdi Sırpca adı Požarevec, Almanca adı Passarowitz olan) Pasarofça kasabasında yapıldı.

Venedikliler Karlofça Antlaşması hükümleri tamamen ihlal ederek Karadağ'daki isyanı teşvik edip isyancılara yardım edince ve İstanbul-Mısır seferleri yapan Osmanlı ticaret ve hac gemilerine saldırınca 1715de Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa Venedik Cumhuriyeti'ne savaş ilan ederek Mora Seferine çıktı. Bu seferi Korint, Anapoli, Modon, Koron, Navarin kalelerini fethederek zaferle sonuçlandırdı. Fakat Venedik'in bağdaşığı olan Avusturya sert bir tepki ile, Karlofça Antlaşması gereğince Mora'nın Venediklilere geri verilmesini istemesi üzerine, Avusturya'ya da savaş açıldı.

Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa, Osmanlı ordusu ile birlikte Macaristan'a girdi. Petervaradin Savaşı'nda Savoy Prensi Eugen komutasındaki Avusturya ordusu Osmanlı kuvvetlerini bozguna uğrattı (5 Ağustos 1716) ve Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa şehit düştü. Bu bozgundan sonra Temeşvar kalesi yitirildi ve Osmanlı ordusunda olan çözülme ile dağınık ve disiplinsiz birlikler Belgrad'a çekildi. Ordunun burada biraz tutunması ile birlikte, ta gerilerde Edirne ve İstanbul'da panik ortaya çıktı. Yeni Sadrazam Hacı Halil Paşa ordunun donatım işleri ile meşguldu ama 1717deki savaşlar hezimetin boyutunu büyüttü; 18 Ağustos 1717 tarihinde Belgrad düşman eline geçti. Belgrad'dan ta Niş'e kadar yörelerinin Müslüman ve Türk halkı aç ve çıplak Edirne ve İstanbul yoluna düştüler. Yeni sadrazam Tevkii Nişancı Mehmed Paşa altında, ordu Avusturya cephesinde Bosna ve Vidin'de başarılar elde etti. İbrahim Paşanın teşebbüsleri sayesinde Avusturyalılarla barış yapılmasının kararlaştırılmasından sonra, 1718'de sadrazamlığa getirilen Damat İbrahim Paşa barış teklif etti.

Osmanlı Devletini Şıkk-ı sâni Defterdarı (Mâliye Müsteşarı) Silâhtar İbrâhim Efendi başkanlığındaki heyet temsil etti. Pasarofça'da Kont Virmond başkanlığında Avusturya ve Carte Ruzigi başkanlığındaki Venedik heyetlerinden başka, Felemenk (Hollanda) temsilcisi Collyer Kontu ile İngiltere temsilcisi Sir Robert Sutton da vardı. İki ay kadar süren konferanstan sonra; Avusturya ile yirmi madde ve bir ilâve, Venediklilerle de 26 madde üzerinden, 21 Temmuz 1718 tarihinde antlaşma imzalandı.

Antlaşmaya göre,

Avusturya ile Niş, Banat Dağları ve Transilvanya Alpleri hudut kesildi.

Mülteci olarak Osmanlı Devleti'ne sığınan Erdel prensi II. Rákóczi Ferenc ailesiyle beraber Osmanlı-Avusturya sınırında oturmak ve emniyeti sağlanmak şartıyla iade edilecekti.

Venedikliler, Mora Yarımadasını, Korintos ile çevresini, Egin Körfezindeki adaları, İyonya Adalarını, Aya Mavri Adasını ve Girit'te üç iskeleyi Osmanlı Devletine verecekti.

İran yoluyla Avrupa'ya gelen tüccarlar, dönüşte Tuna gümrük vergilerinden muaf tutulacaktı.

Pasarofça Antlaşmasıyla, Osmanlı Devleti; Avusturya'ya toprak vermesine rağmen, Venedik'ten aldı. Avusturya'ya verdiği toprakları, daha sonraki antlaşmalarla, Tamışvar hariç, geri aldı. Pasarofça Antlaşması sonrasında Osmanlı Devleti batı dünyasının üstünlüğünü ilk kez kabul etmiş ve batılı tarzda ıslahatların yapıldığı Lale Devri'ne girmiştir.

10 Mayıs 2016 Salı

II. Abdülhamid'in petrol haritası

Güneydoğu’da petrol var mı, yok mu? Sultan II. Abdülhamid tarafından hazırlanan petrol haritasında bu soruya 100 yıl önce cevap verilmiş. İşte detaylar!...

Türkiye petrol denizi üzerinde mi? Sınırın öteki yakasında petrol çıkıyor da Güneydoğu’da niye çıkmıyor? Ya da başlayıp bitmeyen bir polemik; Türkiye’de petrol var ancak yabancılar çıkarmamıza izin vermiyor! Peki gerçekten petrolü bol denilen Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde petrol var mı? Bu soruya Sultan II. Abdülhamid yüz yıl öncesinden cevap veriyor. Sultan’ın hazırlattığı tespit haritasında Güneydoğu Anadolu’nun neredeyse tamamında yüksek ölçekte petrol rezervinin olduğu saptanıyor. Görevli mühendisler araştırmalarını Doğu ve Güneydoğu ile sınırlı tutmayıp Osmanlı toprakları içinde bulunan Zaho, Erbil, Kerkük, Süleymaniye, Musul ve Bağdat gibi bölgeleri de tarıyorlar. İşin en ilginç tarafı yüz yıl önce hazırlanan petrol haritasının birçok yerinde hâl-i hazırda petrol çıkarılıyor olması. 6 ay önce Barzani ailesi tarafında Habur Çayı’nın öteki kıyısında çıkartılan ve Türkiye’nin, tabir yerindeyse, iştihanı kabartan petrol kuyuları bunlardan sadece biri.

BİTLİS’TE PETROL

Sultan II. Abdülhamid özellikle 1800’ün son çeyreğinde tüm dünyada gündeme gelen ve stratejik bir maden olduğu kabul edilen petrol için büyük çaba harcadı. Yetişmiş jeoloji ve maden mühendisi olmaması Devlet-i Aliye’nin elini kolunu bağlıyordu. Ancak uğruna savaşların çıkartılacağı, yeni bir dünya düzeninin oluşturulacağı petrolün ehemmiyetini anlayan Abdülhamid sıkıntıları kendi fedakarlıkları ile aştı. Hazine-i Hassa’dan, yani padişahın şahsi malından ödenek çıkartılarak geniş kapsamlı bir petrol rezervi çalışmasına girildi. Sultan’ın kendi parasıyla yaptırdığı çalışmada yabancı ve yerli mühendisler yer aldı. Musul ve Bağdat havalisinde, Dicle ve Fırat nehirleri havzasında petrol taraması yapıldı. Alman maden mühendisi Paul Groskoph ve Habip Necip Efendi yönetimindeki araştırma ekibi çalışmalarını 22 Ekim 1901’de Sultan II. Abdülhamid’e sundular.

Bu zamana kadar söylenen ancak mahiyeti hakkında bir bilginin bulunmadığı “Sultan’ın petrol haritası” sadece Güneydoğu’da değil, Hakkâri ve Bitlis gibi illerde de petrol bulunabileceğini öngörüyor. Haritayı hazırlayan heyet, Bitlis Suyu denilen çayın kıyısı boyunca önemli petrol rezervleri tespit etmiş. Heyetin başkanı Paul Groskoph, petrol noktalarını tek tek tespit ettiklerini aktarırken, takip ettikleri güzergâhı da detaylı bir biçimde anlatıyor. Petrol havzasını dolaşan Paul, Siirt tarafında ve Dicle Nehri kıyısında zengin petrol rezervlerinin bulunduğunu belirtiyor. Dicle Nehri kıyısındaki noktalarda yeterli araştırmayı yükselen sulardan dolayı yapamadıklarını da raporuna ilave eden Paul, nehrin kıyısı dışında, Dicle’nin kıyı şeridi boyunca uzayıp giden yüksek dağlarda da petrol bulunduğunu kaydetmiş. Yine de o dönemin teknik imkanları açısından 900 metre yükseklikteki bu dağlardan petrolün çıkarılması ve nakliyatının zor olacağını eklemeyi unutmamış raporuna.

Güneydoğu Anadolu’nun neredeyse tamamı ve Doğu Anadolu’nun bir kısmını kapsayan petrol haritasında Diyarbakır, Mardin, Bismil, Hazro Çayı etrafı, Sinan, Batman Çayı etrafı, Dicle bölgesi, Midyat, Bedran, Tulan, Siirt, Botan Çayı etrafı, Habur, Fındık, Cizre, Habur Çayı etrafı, Bitlis Çayı kıyısı ve Hakkâri (Çölemerik)’de önemli petrol yataklarının bulunduğu kaydediliyor.

HARİTA İLK KEZ YAYIMLANIYOR

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da çalışmalarını tamamlayan heyet daha sonra bugün Irak sınırları içinde kalan merkezlerde petrol taramasına devam ediyor. Kerkük, Babagürgür, Zaho, Süleymaniye, Bağdat, Musul ve Altınköprü’deki petrol noktaları kilometre ve yerleşim yerlerine göre yön tayini yapılarak kayıt altına alınıyor. Raporda Kerkük ve şehre 15 kilometre uzaklıktaki Babagürgür bölgesinde yoğun miktarda petrol rezervinin bulunduğu belirtiliyor. Babagürgür bölgesinin II. Abdülhamid’in şahsî malı olduğu, ve bu topraklarda Türkiye’deki Nefçi ve Doğramacı ailesinin pay sahibi olduğu biliniyor. Ekip yaptığı tetkikler sonucunda en kaliteli petrolün Bağdat yakınlarındaki El-Kayra ile Mendel’de olduğu sonucuna da varıyor.

Ulaşımın Dicle’de sal üstünde, karada da at ve eşek sırtında yapıldığı bir dönemde aylarca süren bir çalışma sonunda Başmühendis Paul Groskoph, ince detayların yer aldığı raporun sonuna iki önemli noktayı da ilave etmeyi unutmuyor: “Dicle ve Fırat nehirleri havzasında zengin ve mühim petroller bulunuyor. Bunların işletilmesi ve pazarlanması için Bağdat’a uzanan bir tren yolu lâzım. 1889’da inşaatına başlanan ve 1902’de biten demiryolu petrolün Anadolu’ya taşınmasını sağlayacaktır. Bunun için ana hatta sadece birkaç ilave ek hattın yapılması yeterlidir.” Başmühendisin ikinci notu ise iyi değerlendirilmesi durumunda bu petrol coğrafyasının gelecekte dünyanın en önemli merkezlerinden biri olacağı şeklinde.

Kısa bir zamanda bu kadar noktada tarama yaptırarak günün kıt imkânlarına rağmen petrol tespitini belgelendiren Sultan II. Abdülhamid’in saltanat ömrü petrol çıkartmaya yetmedi. İlk kez yayımlanacak olan ‘Sultan’ın petrol haritası’ Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan ve önümüzdeki günlerde kamuoyuna sunulacak olan “Osmanlı Döneminde Irak” isimli kitapta yer alacak. Devlet Arşivleri Genel Müdür Yardımcısı Doç. Dr. Mustafa Budak, bu çalışmayla Irak’taki Osmanlı’yı kamuoyuna sunacaklarını belirtiyor. Kitabın editörlüğünü yapan Cevat Ekici de kitaptaki birçok belge ve çizimin, özellikle de petrol bölümündeki haritaların halen üzerinde çalışılmaya değer belgeler olduğunun altını çiziyor.

Çalışmanın kapsamı petrol haritası ve bununla ilgili raporlarla kısıtlı değil. Hazine-i Hassa’ya devredilen petrol hakları ve bununla ilgili yazışmalar da bulunuyor kitapta. 18 Kasım 1902’de Yıldız Sarayı’na gönderilen belgede Musul vilayetindeki petrol madenlerinin imtiyazının Hazine-i Hassa’ya verildiği kaydediliyor. Daha sonraki tarihlerde padişaha ait araziler Maliye Hazinesi’ne devrediliyor. Ancak 12 Ocak 1920’de Maliye Hazinesi’ne devredilen padişaha ait bütün malların tekrar Hazine-i Hassa’ya devri için bir kararname çıkartılıyor.

Aksiyon dergisinin 480. sayısında yer alan “Hanedan Musul’u istiyor^” başlıklı haberde, Osmanoğullarının Sultan Abdülhamid’ten miras kalan Musul’daki gayrimenkullerini almak için hukuki bir mücadele başlattıklarına yer veriliyordu. Aynı haberde hanedanın mirasçılarının daha önceki dönemlerde Musul’daki gayrimenkulleri dava yolu ile kazandıkları, ancak birtakım siyasi manipülasyonlar sebebiyle bu kararın uygulanmadığı da vurgulanıyordu.


65 NOKTADA PETROL TESPİT EDİLMİŞ

1. Diyarbakır
2. Mardin
3. Bismil
4. Hazro Çayı
5. Sinan
6. Batman çayı
7. Dicle
8. Midyat
9. Bedran
10. Bitlis Suyu (çayı)
11. Tulan
12. Siirt
13. Botan çayı
14. Habur
15. Fındık
16. Cizre
17. Dehuk
18. Zaho
19. Habur çayı
20. Hakkari (Çölemerik)
21. Ahmediye
22. Bisan
23. Alkuş
24. Akra
25. Büyük Zap
26. Revanduz
27. Musul
28. Karakuş
29. Nemrut
30. Küçük Zap
31. Erbil
32. Köysancak
33. Altınköprü
34. Şargat
35. Hamrin Dağı
36. Kerkük
37. Taşhurmatı
38. Tavuk
39. Karadağ
40. Süleymaniye
41. Karadağ
42. Aksu
43. Tuzhurmatı
44. Kefri (Salahiye)
45. Deli Abbas
46. Tikrit
47. Samara
48. Haso çayı
49. Narbin Suyu
50. Diyale Suyu
51. Ramadi
52. Felluce
53. Mendeli
54. Bakuba
55. Kazımiye
56. Bağdat
57. Museyyeb
58. Hılle
59. Kerbela
60. Hit
61. Fırat
62. Anah
63. El-Kadim
64. Ebu Kemal
65. Meydani

Dr. Orhan Koloğlu:

HARİTA BİLİNMİYOR AMA ABDÜLHAMİT’İN PETROLE İLGİSİ MEŞHUR

II. Abdülhamid’in petrol ile ilgili çalışmaları daha çok genel olarak biliniyor. Kapsamlı ve detaylı bir şekilde bilinmiyor. Bu haritanın ortaya çıkarılması önemli bir gelişmedir. Abdülhamid dünyadaki değişimi yakından takip ediyordu. O dönemlerde petrolün yeni kullanım alanları bulduğunun da farkındaydı. Artık motorlu taşıtlar yaygınlaşıyor ve bunlarda petrol kullanılıyordu. Donanmaları ile dünyayı idare etmeye çalışan İngilizler kömürle çalışan gemilerini artık daha pratik olan petrolle çalıştırmaya başlamışlardı. Abdülhamid bunların hepsini biliyor ve petrolün gelecekte stratejik bir silah olacağının hesabını yapıyordu. Bu yüzden Musul’un petrol arazilerini satın aldı. Çünkü İngilizler ısrarla burayı istiyordu. İngilizler, 1. Dünya Savaşı’nda Bağdat’ı almak için harcadıkları paranın 7 mislini Musul’a sahip olmak için har