3 Ekim 2016 Pazartesi

Topkapı Müzesi Yıkılma Riski ile Gündemde

Osmanlı Devleti'nin yadigarı ve İstanbul'un önemli simgelerinden biri olan Topkapı Sarayı ve müzesi yıkılma riskiyle karşı karşıya.



Ülkemizin en değerli tarihi güzelliklerinden birisi olan Topkapı Sarayı, Mayıs 2016 denetimlerinsonucuna göre birçok hasar ile zor ayakta duruyor.


5 büyüklüğünde bir deprem ile bile yıkılma riskinin çok yüksek olduğu uzmanlar tarafından açıklandı.

Osmanlı dönemine ait birçok değerli eşyanın sergilendiği bu sarayda, tüm kolonlar ve duvarlar ciddi bir hasar ile karşı karşıya kalmış durumda.

Bu deformasyonların uzun süreden beri olduğu ve onarım için hiçbir adım atılmadığı da tespit edildi.

Bu konuda uzmanların en kısa sürede yeni bir risk incelemesi yapması gerektiği ve onarım çalışmalarının da hızla başlatılmasının, Topkapı Sarayı tarihi değeri açısından da çok önemli bir konu haline geldiği tartışmalar arasında yer alıyor.



Böylesine önemli bir sarayın, birçok tarihi olaya şahitlik etmiş olmasının yanında, İstanbul’un en değerli simgelerinden birisi olarak kabul edilmesi, bu hasarların nasıl zamanında önüne geçilmediği düşüncesini de beraberinde getiriyor.

Konu ile yakından ilgilenen uzmanlar, bu ay içerisinde bir toplantı düzenleyerek, hasar tespiti ve onarımı için bir öneri genelgesi sunmaya hazırlanacak. Böylelikle saray, yıkılma riskinden tamamen kurtarılarak en iyi şekilde restore edilecek. 


Topkapı Sarayı tarihi içerisinde birçok hasar meydana gelse de, zamanında onarma ile bugünlere gelebilmiştir. Aynı bilinçle sarayın özenle korunmaya devam edilmesi ve gelecek nesillere bu tarihi değerin gösterilmesi adeta şarttır.


14 Temmuz 2016 Perşembe

İskit’lerin İdari Yapısı

İskitler çok geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. İskitlerin üç gruptan oluştuğu Darius'un yazıtı NR a 3'ten anlaşılıyor. Bunlar Saka haumavarga, Saka tigrakhauda ve Ka­radeniz İşkilleri olan "denizin ötesindeki Sakalar"dır (Junge 1939: 6). Bu grupların başında reisleri bulunuyordu. Bu durum İskitlerin birden fazla hükümdar tarafından yönetildiğini ortaya koymaktadır. Herodotos, Darius'a karşı İskitlerin memleketlerini savunmak için yapmış oldukları hazırlıklardan bahsederken, üç İskit hükümdarı ya da beyinden bahsetmektedir. Bunlardan birisinin Skopasis, diğer grubun başında bulunanın İdanthyrsos ve onun ordusuyla ordusunu birleştirenin ise Taxakis olduğunu bildirmektedir (Herodotos IV: 120). Yine Herodotos'un bildirdiğine göre, Pers Kralı Darius İskit hükümdarı İdanthyrsos'a elçi göndermiş ve İskit hükümdarı da Da­rius'a elçi göndermiştir (Herodotos IV: 126-127). Buradan, İskitlerin hükümdarının İdanthyrsos olduğu ve diğerlerinin ordu komutanları olduğu düşüncesi de çıkarılabilir. Junge'nin Polyen'e dayanarak verdiği bilgilere göre, Darius üç bölüme ayrılmış olan İskitlere karşı savaş açtığında, İskit hükümdarları  Sakesphares, Homarges ve Thamyris bir yerde vaziyeti değerlendirmişlerdir (Junge 1939: 65). Homarges, Herodotos'un Sakai Amyrgioisiyle (Herodotos VII: 64) şüphesiz aynıdır. Homarges, Saka haumavarga ve diğeri Thamyris, Massaget hükümdarı adı Thomyrisi hatırlatıyor ve Hekataios'a göre Grekler tarafından Massaget olarak adlandırılan grup, Saka tigrak­hauda olduğundan (Junge 1939: 65), Thamyris'in Saka tigrakhauda'nın hükümdarı olduğu anlaşılıyor. Denizin ötesindeki Sakaların,

yani Karadeniz İşkillerinin hükümdarlarının İdanthyrsos olduğu ve Darius'un ona elçi gönderdiği Herodotos tarafından belirtilmektedir. Ancak yukarıda adı geçen üç İskit hükümdarının Darius'un seferinden önce durumu görüştükleri düşünülürse, Sakesphares'in Karadeniz İskitlerinin hükümdarı olduğu ve onun İdanthyrsos'tan bir önce­ki hükümdarları olması durumu ortaya çıkıyor.

İskitlerin birbirlerinden farklı coğrafyalarda yaşayan üç ayrı idari bölüme ayrılmalarına rağmen, onların hükümdarlarının bazı durumlarda bir araya gelmeleri ve mevcut durumu müzakere edip, ortak karar almaları, aralannda bir birlik şuurunun olduğunu göstermektedir.

Bu üç grubun hükümdarlarından başka, her grubun kendi içerisinde kabile reislerinin ve klan prenslerinin de idarede söz sahibi oldukları anlaşılmaktadır. İskit idari sisteminin hiyerarşik bir sıra takip ettiği de anlaşılmaktadır (Memiş 1987: 35). Hükümran İskitlerin kabile reisliğinin babadan oğula geçmesi usulünün taraftan olmalarına rağmen, akraba kabileler, liderlerini, seçim yoluyla iş başına getirmeyi tercih etmiş gibi görünüyorlar. Pazınk'ta ölmüş kabile reislerinin istisnai bir şekilde uzun boylu oluşları, kabile mensuplarının reislik vazifesi için gerekli bir vasıf olan üstün zekâlılığın yanı sıra, fiziksel üstünlüğü de dikkate aldıklarının bir işareti olarak kabul edilebilir (Rice 1958: 61).

İskit idare sistemi, onların hayat tarzıyla da yakından alakalı görünmektedir. İskit idarecilerinin dış siyasetleri yanında iç siyasetle­ri de söz konusudur. İskit idarecilerinin iç siyasetle ilgili en büyük problemleri, muhtemelen ana grup ile sayı bakımından daha az olan gruplar arasında, otlak alanlarının adaletli bir şekilde taksim edilmesiydi. Bu problemleri çözebilen kabile ve klan prensleri uzun süre iş başında kalmayı başarmışlardır (Vernadsky 1943: 69).

İskit hükümdarlarının adlannı elimizde yeterli malzeme olmadığından kronolojik bir sıraya göre verememize ve birtakım ayrıntıları açıklığa kavuşturmamıza rağmen, onlarda hükümdarlardan başlamak

üzere, kabile reisleri, klan prenslerine kadar içeride huzuru sağlama ve dışarıda düşmanlara karşı güçlü olma ve yeni otlaklar elde etme siyasetinin varlığını görebiliyoruz. Hatta başta da ifade edildiği üzere, üç ayn grup halinde bulunan İskitlerin hükümdarlarının bir araya gelerek ortak karar alabilmeleri ve mevcut durumu rahatlıkla müza­kere edebilmeleri, düşmana karşı birleşebildiklerini ortaya koymaktadır. Onların idari yapılanmalarında boy, boylar birliği ve il, yani devletin varlığı dikkati çeken en kayda değer husustur. Bu durum bü­tün bozkır devletlerinde görülen idari yapılanmadır.

KAYNAK: İskitler. İlhami DURMUŞ. Kaynak Yayınları. 2007. s. 96-98

İskitler’in Askeri Teşkilatı

İskitler yayıldıkları çok geniş coğrafyada, değişik kavimlerle karşılaşmışlar ve onlarla mücadele etmişlerdir. Onlarda askerlik ve ordu, bulundukları hayat şartları içerisinde hep ön plana çıkmıştır.

İskit ordusunun büyük bir bölümünü atlılardan meydana gelen süvari sınıfı oluşturmuştur. İskit askerî organizasyonunun ana kolunu bu süvari sınıfı meydana getirmiştir. İskit atlıları eyer kullanmışlardır. Bu özellikleri, onların Grek ve Roma gibi süvari birlikleri bulunmayan devletlere karşı büyük bir avantaj sağlamıştır (Vernadsky 1943: 51). İskitlerin kullandığı atların iskeletleri arkeolojik kazılar sonucunda kurganlardan çıkarılmıştır. Kuban bölgesinde bulunan kurganlarda çok sayıda at iskeleti ortaya çıkarıldığı gibi, Altay bölgesinde Şibe kurganında 14, Pazırık kurganlarında sayıla­rı 7 ile 14 arasında değişen at gömüleri ortaya çıkarılmıştır (Rolle 1979: 100-101). Bunlar binek hayvanları da dahil ölen beyin, haya­tı boyunca sahip olduğu hayvanlardı. İnanışa göre bey bunları öl­düğü zaman da kullanmaktaydı (Rudenko 1953: 148).

Savaş Taktiği ve Silahlar

İskit ordusu bozkır savaş taktiğini en iyi şekilde uygulamaktaydı. Bu, Darius'un İskitler üzerine yaptığı seferde açıkça görülmektedir.

Darius, İskit topraklarına vardığında İskit ordusu iki gruba ayrılmış ve geriye doğru çekilmiştir (Herodotos IV: 120). Bu çekilme esnasında İranlıların faydalanabilecekleri bütün kaynakları kurutmuşlardır (Herodotos IV: 122). İskitler İranlıların İskit ülkesinde daha fazla kalmalarını sağlamak ve onları güç duruma düşürmek istemişlerdir (Herodotos IV: 130). Böylece düşmanı daha içerlere çekerek yormayı, onları oyalayarak orada daha fazla zaman geçirmelerini, önlerinden çekilirken su alabilecekleri kuyuları doldurarak, otlan biçerek ve çekildikleri yerleri yakarak Perslerin ve hayvanlarının aç ve susuz kalmasını sağlamışlardır. Bunun sonucunda durumun kötüye gittiğini gören Darius, mecburen çekilmek zorun­da kalmıştır. Bu durum dahi İskitlerin askerî kabiliyetlerini ve plan­lı bir harp taktiği içerisinde hareket ettiklerini göstermektedir.

İskitlerin hepsi atlı ve ok atarak savaşmaktaydılar (Herodotos IV, 46). Eski bozkır toplulukları, özellikle Türkler aynı şekilde mücadele etmekteydiler. At üzerinde yayı etkili bir savaş silahı haline getirebilmişler ve "uzak savaş" usulünü benimsemişlerdi. At sayesinde sürekli manevra kabiliyetine sahip oldukları için uzaktan savaşı tercih ediyorlardı (Kafesoğlu 1989: 272).

İskitlerin silahlan ve savaş taktikleri üzerine yapılan modern çalışmalar tam olmaktan uzak olduğu halde, sayısız silah buluntuları ve savaş donanımlarının tüm takınılan savaş yöntemlerinin görünümünü vermektedir. Bu arkeolojik buluntular İskitlerin değerlendirilmesine önemli katkıda bulunmuştur. İskitlerin cenaze törenlerinin ölü ile beraber çok sayıda silahın gömülmesini zorunlu kılması arkeoloji açısından çok yararlı olmuştur. Çağlar boyunca soyguncuların yaptığı yağmalamaya rağmen, yeterli derecede silahlar geride kalarak kendilerini kullanan bu eski savaşçıların savaşma yöntemlerinin yeniden tespit edilmesini mümkün kılmıştır. Ancak yine de geride asıl materyalin az bir kısmı kalmıştır. Bu sınırlama ile bile, dünya tarihinde hiçbir toplumun İskitler kadar çok silah objesi­ni arkeologlara sağlamadığı tespit edilmiştir. Hayatı boyunca savaşa

koşacağı şekilde olmak üzere, bir İskitli ölü de öbür dünyaya silahlarını kuşanarak gitmektedir. Şüphesiz oradaki savaşlara ve her türlü askerî faaliyete katılması beklenmektedir. Tepeden tırnağa si­lahlanmış, kendilerine ayrıca yedek gereçler verilmiş olan ve toprağa gömülü savaşçılar, kendilerinin günlük hayatlarının bir yansımasını vermektedirler (Rolle 1980: 72).

Saldırı ve savunma silahlarının çeşitliliği ve çok gelişmiş olması son derece şaşırtıcıdır. Saldın silahları arasında yay ve ok ilk sırayı almaktadır. Bunlar sıradan insanların mezarlarında bile mevcut olup, İskitlerin eski kaynaklarda neden atlı okçular olduklarını açıklamaktadır. Ok üretimi büyük boyutlara varmıştır ve mezarlardaki tüm okluklarda yüzlerce ve bazen birkaç ok kılıfı içinde yedek cephane oluşturacak binlerce ok yer almakta ve savaştan önce bu okların uçları jilet keskinliğine getirilmektedir.

Tipik İskit yayı, bileşik küçük bir yaydır. Uçları özel kaplama maddeleriyle daha da sağlamlaştırılmıştır. İskitler bir kayışla bele asılarak taşınan "gorytus" adını verdikleri özel bileşik bir yay kutusu ve sadakın bulucusu olarak görülmektedirler. Askerler dolaşırken veya düşmanla sıcak temas sağlanmadan önce kirişli yay bu kutunun içinde taşınırdı. Kutunun ön tarafında muhtemelen okları ve tüyleri nemden korumak için okların muhafaza edildiği kapaklı özel bir cep vardı. Bu kombine kutu ve okluk profesyonel okçuların, ok atmaya hemen hazır olmalarım garanti ediyordu (Rolle 1980: 72-73).

Kaynaklardan okların zehirli olduklarını ve İskit ok zehrinin aşağı yukarı nasıl yapıldığım öğrenebiliyoruz. Zehri yapmak için İskitler, belirli zamanlarda bir cins yılanı (muhtemelen küçük engerekler) yakalar, gövdelerinin çürümesini beklerlerdi. Birtakım işlemlerden sonra zehir elde ederlerdi. Okların uçları bu zehre bulanırdı. Kanca uçlu ve zehre bulanmış bu ok uçlarından son derece korkulurdu; çünkü bunların çıkarılması son derece zordu ve çıkarma işlemi sırasında kurban çok büyük acı çekerdi. Üstelik, zehrin uzun vadeli hasara neden olduğu ve bu nedenle en küçük yaraların bile

büyük ihtimalle ölümcül olduğu hesaplanırdı. Çünkü bu tür bir ok için "çifte ölüm vaat eden" tabiri kullanılmıştır. (Rolle 1980: 73).

Ok menzilinin ne kadar olduğu hakkında yalnız tahmin yapıla­bilir. Çünkü orijinal örnek günümüze kadar gelmemiştir. Bir Olbia kitabesinden edinilen bilgiye göre, bir yarışmada ödül kazanan Olbialı Anaxagoras'm yaptığı uzun menzil atışı 500 metrenin üzerindedir. Bu şahıs büyük ihtimalle bir İskit yayı kullanmıştır (Rolle 1980: 74). İskitlerin kullandığı okların menziline doğu bozkırlarında kullanılmış olan okların menzillerinin katkı sağlayacağını ya da bu hususta bir fikir verebileceğini söylemek mümkündür. Belgelerden çıkartılan bilgilere göre, eski Türk kültür çevrelerinde okların menzili 660-884 metre arasında değişmekteydi (Kafesoğlu 1989: 272). Buradan edinilen bilgiler İskit oklarının da aynı şekilde olduğunu düşünmeyi mümkün kılmaktadır.

İskitler yay ve oktan başka kılıç, mızrak ve balta gibi silahları da kullanmaktaydılar. Onlara ait bu araç ve gereçler hem yazılı belgelerden hem de arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkartılmış çok sayıda buluntudan anlaşılabilmektedir.

Kadın Savaşçılar: Amazonlar

Eskiçağ zaman dilimi içerisinde erkeklerin yanında veya erkeklere karşı savaşan kadınlar veya kadın grupları hakkında anlatılan efsane ve hikâyeler bulunmaktadır. Grekler böyle kadınlara Amazon adını vermişlerdir. Herodotos'un verdiği bilgiye göre, Karadeniz'in kuzey bölgesindeki bu kadınlar İskitlerce "Oiorpata" olarak anılmaktadırlar. Bu terim "oior", "erkek" ve "pata", öldürmek sözcüklerinden türetilmiştir. Böylece "erkek öldürenler" anlamına gelmektedir (Herodotos IV: 110). Yazılı kaynaklarda Amazonlar hakkında verilen bilgiler tek başına fazla bir değer taşımamaktadır. En iyi bilinen kadın birliği Hector'un ölümünden sonra Truva'ya giren Amazonların lideri Penthesilea'nm başkanlığındaki Karadeniz'in güneyinden gelen orduydu. Atlı genç kadının miğferi, göğüs zırhı,

baldır zırhlan ve çift yarım ay şeklinde kalkanı bulunuyordu. Silahları ise, kılıç, çift ağızlı savaş baltası ve mızraktı; aynı zamanda yay ve ok da kullanmaktaydı ve okluğu, hareketli atının terkisinde taşıyordu (Rolle 1980: 94). Herodotos da İskit ülkesi ve doğusundaki Sauromat ülkesiyle ilgili birçok Amazon hikâyesinden söz etmektedir (Herodotos IV: 110-116). Burada verilen en kayda değer bil­gi onların ata binip ok atmaları, savaşmaları, düşman öldürmeleri ve erkekler gibi giyinmeleridir.

Yazılı belgelerde geçen bu bilgileri arkeolojik kazılar sonucunda ortaya çıkartılmış buluntular da doğrulamıştır. Özellikle Ukrayna'nın güneyinde 1950'li yıllardan beri yapılan kazılarda çok sayıda Amazon mezarı bulunmuştur ve hatta Kafkaslar'da bile bu tür mezarlar ortaya çıkarılmıştır. Bu mezarlarda ziynet eşyalarının yanında savaş araç ve gereçleri bulunmuştur. Bu tür buluntular arasında oklar, okluklar, mızraklar bulunmuştur (Rolle 1980: 96).

Silahlarını kullanmakta gösterdikleri teknik, ustalık ve yetenek, fiziksel güçleri erkeklerden daha az olan Amazonlar için son derece önemli olmalıydı. Bütün Amazon mezarlarında bulunmuş olan yay ve okların asıl silahlan olduğunu tahmin etmek rastlantı değildi. Çeşitli spor ve avlanma etkinlikleriyle yoğun kas eğitimi yaptıkları hal­de erkeklere göre yine de zayıf kalan kadınların kas gücü için yay ve ok en uygun silahtı. Erkekler gibi belirli ve sürekli eğitim sonucu kazanılabilen dayanıklılık, güç, sürat, ustalık ve çeviklik Amazonlar için son derece önemliydi. Bu nedenle genç kızların mezarlarında bi­le silah bulmak şaşırtıcı değildir. Avlanma ve savaşma, hızlı tepki vermek için yetenek gerektirmekteydi ve başlıca silah olan yay, değişkenlik göstermeyen soğukkanlı bir dikkat gerektirmekteydi. Savaşlar, üzengisi olmayan at üstünde yapılırdı; dolayısıyla hayvanın her şartta çok iyi kontrol edilmesi ve göz, kol ve soluğun tam bir uyum içinde olması gerekliydi. Uzaklığın doğru olarak algılanması çok iyi bir zamanlama için son derece önemliydi (Rolle 1980: 98).

KAYNAK: İskitler. İlhami DURMUŞ. Kaynak Yayınları. 2007. s. 98-102

İskitler’de Yazı

çok geniş bir coğrafyaya yayılan İskitler Ön-Asya'ya da giderek orada belirli bir süre kalmışlardır. Gerek Herodotos'un bahsettiği ve gerekse Sus ve çevresinde bulunmuş olan çivi yazılı metinlere dayanarak Mordtmann'ın ileri sürdüğüne göre, onlar bugünkü İran ve hatta Anadolu içlerine kadar olan yerlerde nüfuzlarını hissettirmişlerdir. MÖ 7. yüzyılın başlarında Asur imparatorluğu sınırına kadar ulaşan İskitlerin (Luckenbül 1968: 517), MÖ 4. yüzyılın başlarında hâlâ Anadolu'nun doğu kesiminde bir güç olarak bulunmaları (Ksenophon IV, 7: 18), onların çiviyazısı kültür sahasında ne kadar uzun bir süre kaldığını göstermek bakımından büyük önem taşır.

Bilim dünyasında çiviyazısı olarak kabul edilen ve MÖ 3100 yıllarında Sumerliler tarafından icat edilmiş olan yazı etkisini miladi yıllara kadar sürdürmüştür (Bilgiç 1982: 107). Bu yazı Mezopotamya sınırlarını aşarak, Anadolu, İran ve Yunanistan'a kadar yayılmıştır. İskitlerin Ön-Asya'ya doğru yöneldiklerinde bu yazı Asurlu-lar, Persler ve Urartulular tarafından kullanılmaktaydı. Yani İskitler çiviyazısı kültür sahasına girmişler ve bu sahanın odak noktasında uzun sayılabilecek bir süre kalmışlardır.

İskitlerin çiviyazısı kültür sahası içerisinde epeyce bir süre kalmaları bu yazıya yabancı kalmadıklarını göstermektedir. Sus'ta bulunan yazıların, gerçek anlamda Türk olan Sakalara ait olduğu Mordtmann tarafından belirtilmektedir. Ayrıca, bu yazıların dilini Türk-Ugor diliyle bağlantılı görmekte ve bunu Sakaca olarak adlandırmaktadır (Mordtmann 1870: 77). Bu metinler bize onların çiviyazısını öğrendiklerini ve bu kültür sahası içerisinde kullandıklarını göstermektedir.

Kazakistan'da Alma-Ata yakınında, Eşik kurganında bulunan runik yazı da büyük önem taşımaktadır. Bu yazı hakkında değişik görüşler beyan edilmiştir. Bazıları bu yazının ilgili küçük çanağın

üzerine sonradan yazıldığını ileri sürmüştür (Akişev 1978: 59). Bu görüşü savunanların karşısında Türkologlar, bu yazının OrhunYenisey tipinde olup, dilinin eski Türkçe olduğunu, Altay dilleri grubuna dahil bulunduğunu ve runik bir alfabe ile yazılmış olduğunu ileri sürmektedir (Akişev 1978: 59).

Eşik kurganından çıkarılan horizontal yazı 26 harften oluşmak­ta ve Orhon-Yenisey yazılarını hatırlatmaktadır (Süleymanov 1990: 85). Bu yazı önce de üzerinde durduğumuz üzere, Süleymanov tarafından "Han'ın oğlu yirmi üç yaşında yok oldu (Halkın?) adı sanı da yok oldu" şeklinde gönümüz Türkçesine aktarılmıştır (Süley­manov 1970: 3). Yine ona göre, burada kullanılan 26 harf Göktürk metinlerinde kullanılan harflerin ilkel şekilleri olup, kullanılan kelimeler de yine Göktürkçede geçen kelimelerin eski şekilleridir (Süleymanov 1970: 1-3).

Pavlador bölgesinde Bobrovoye köyü yakınlarında yapılan arkeolojik kazılar sonucunda bir kurganda Saka dönemine, MÖ 5.-4. yüzyıllara tarihlendirilen runik yazı ele geçirilmiştir. Bir altın gem kayışı üzerine tutturulmuş kemik nazarlık bir karaca şeklinde oyulmuş ve bunda sağdan sola "Beyaz Maral" yazısı okunabilmiştir. Nazarlık üzerindeki runik yazının Türkçe konuşan Sakaların yazı sistemi olduğu belirlenebilmiştir. Bu yazı, runik yazının Güney Sibirya ve Kazakistan'daki atlı kavimler arasında, ancak çok geç çıktığı yolunda ortaya atılan görüşün belirgin bir biçimde yanlışlığını ortaya koymuştur (Amancolov 1989: 793-794).

İskitler çiviyazısı kültür sahasına ulaşıp, İran'dan Anadolu içlerine kadar nüfuz ettikleri ve burada bir müddet hâkimiyet kurdukları zaman zarfında çiviyazısım öğrenmişlerdir. Bunu açık bir şekilde Sus'ta bulunmuş olan çiviyazılı metinler göstermektedir. Bura­dan ele geçirilen metinlerin dilinin de Türkçe ile bağlantılı olması ve Sakalara ait olduğunun belirlenmesi, onların çiviyazısım öğrendikleri ve kullandıklarını göstermektedir. Eşik kurganından bulunan küçük bir çanağa yazılmış olan yazının da runik yazı olduğu ve

daha sonraki Göktürk yazısının öncüsü olduğu kabul edilmektedir. Eşik kurganında bulunmuş olan bu yazının karakteri, kullanılan harfler ve şekilleri, Orhun-Yenisey yazısının karakteri, harfleri ve şekilleriyle karşılaştırılmış ve onların aynı olduğu belirlenerek, Eşik kurganından bulunan yazının Orhun-Yenisey yazısının prototipi olduğu kabul edilmiştir.

KAYNAK: İskitler. İlhami DURMUŞ. Kaynak Yayınları. 2007. s. 106-108

İskit Hükümdar Mezarları

İskitlerde mezarlara gömü önemli bir yer tutar. Bu hususta Herodotos İskit hükümdar mezarları hakkında bilgi vermektedir. Onun bildirdiğine göre; Hükümdar mezarları Gerrhos topraklarında, yani Borysthenes üzerinde gemilerin gidebildikleri son bölgededir. Hükümdarları öldüğü zaman, o bölgede eni boyu bir dörtgen, büyük bir mezar kazarlar ve hazır olduğu zaman ölüyü getirirler. Mezarın içine çimen yayılır, hükümdar üzerine konur, ölü yere saplanmış mızraklarla çevrilir, üzerine ağaçtan bir gölgelik konur, sazlarla örtülür; mezarın içinde boş kalan geniş yerlere hanımlarından birisi, elinden içki içtiği kimse, bir aşçı, silahtarı, uşaklarından birisi, bir haberci ve atlan boğulup konur, kullandığı şeylerden birer tane ve altın kupalar konur. Bu tören tamamlanınca herkes mezarın üzerine kürek ile toprak atar ve en yüksek tümseği yapmak için birbirleriyle yarışırlar (Herodotos IV: 71).

Herodotos'un MÖ 5. yüzyılın ortalarında gözlemlerine dayalı olarak bahsettiği mezar geleneğinin Karadeniz'in kuzeyindeki bozkırlarda yaygın olduğu görülmektedir. Üzerine toprak yığılarak yapılmış bu mezarlara kurgan denilmektedir (Rolle 1980: 9). Genelde kurgan ismi koruganla özdeşleştirilmektedir. Gerçekten de bütün değerli eşyalar ile gömülmüş ölünün korunması ve ona ait mezarın soyulmaması esastır. Bu tür mezarların korunması gereğini ve bizzat korunduğunu, Perslerin Karadeniz'in kuzeyindeki İskit ülkesine gerçekleştirdikleri sefer esnasında İskit hükümdarı İdanthyrsos ve Pers Kralı Darius arasında geçen konuşma açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Darius'un, İskit hükümdarına bir elçi ile gönderdiği haber şöyledir: "Ey garip adam, yapabileceğin başka iki şey varken ne için boyuna kaçıyorsun? Eğer kendini bana karşı koyabilecek kadar güçlü sayıyorsan ona göre davran, kaçmayı bırak, savaşa gir; yok eğer kendini da­ha aşağı görüyorsan yine boyuna yürümekten vazgeç; efendine haraç olarak toprak ve su getir, huzuruna çık" (Herodotos IV: 126).

İskit hükümdarı İdanthyrsos, şu cevabı vermektedir: "İranlı, işte benim kanaatim: beni hiç kimse ne korkutabilir ne de önünden kaçmaya zorlayabilir; senden de kaçtığım yok; şimdiye kadar yapmış olduğum şey, banş zamanında da her zaman yaptığım şeydir. Neden hemen savaşa girmiyorum, onu da sana açıklayayım: Bizim ne kentimiz var ne de dikili ağacımız var, ki elden gitmesin, ya da yakılıp yıkılmasın diye korkup hemen savaşa girelim; ama siz eğer ille de savaşmak istiyorsanız, bizim atalarımızın mezarları var; onları bulun, onlara el kaldırın, o zaman görürsünüz, mezarlarımız için dövüşüyor muyuz dövüşmüyor muyuz" (Herodotos IV: 127).

İskit hükümdarının yukarıdaki sözleri İşkillerin hayat tarzını ortaya koyduğu gibi, atalarının mezarlarını kutlu saydıklarını ve bu mezarları korumaya aldıklarım da göstermektedir. Burada korumaya aldıktan mezarlann gerçekten koruyucu özelliği bulunmakta olup, böylece bu tür mezarlara korugan, kurgan denilmesi bu özelliği ile bağlantılı görülmektedir.

Zamanımıza kadar kurgan kelimesinin farklı anlamlarına dikkat çekilmiştir. Bu kelimenin mezar, gömüt, mezar tümseği olabileceği gibi; kale, sur şehrin etrafım çeviren kemer olarak da anlam kazandığı ifade edilmektedir (Roux 1999: 295). Burada kurganın iki anlamı ortaya çıkmaktadır. Birincisinde, ölmüş olan kişinin korunduğu yerdir. İkincisinde ise, yaşayanlann dış saldırılara karşı korun­duğu, şehri koruyan savunma sistemidir. Her ikisinde de bir koruyuculuk söz konusudur. Ancak atlı kavimlerin yerleşimine bakıldığında şehrin savunmasıyla ilgili anlamı şehir hayatı ile bağlantılıdır. Bu yüzden şehir savunmasında kullanımı daha geç olmalıdır. Mezar geleneği ile ilgilisi çok daha eskidir. İskit dönemi için yalnız mezarı ifade eden bir kelime olmalıdır. Bu kelime yalnız mezarın üzerinde oluşturulan tümseği dahi ifade etse, yine onun koruyuculuk vasfı ön plana çıkmaktadır.

İşte koruyuculuk vasfı ön plana çıkmış olan bu tür mezarların arkeolojik olarak da tespit edildiği görülmektedir. Bu tür kurganlar

arasında büyüklükleriyle Certomlyk ve Aleksantropol kurganları son derece önemli bir yer tutmaktadır. Hem bu iki kurgan hem de diğer kurganların asıl gömü alanları kare ya da dikdörtgen bir çukur açılarak yapılmıştır (Rolle 1979: 62-67). Kazılarak planlan çıkarılmış bu kurganların yapıları Herodotos'un verdiği bilgilerle örtüşmektedir.

Ancak bu tür kurganlar yalnız Karadeniz'in kuzeyindeki bozkırlarda değil, Orta Asya ve Sibirya'da ortaya çıkarılmıştır. Tuva'da Arzhan, Kazakistan'da Eşik Kurganı büyük kurganlar arasında yer almaktadır. Ayrıca Abakan bölgesinde Çar vadisinde büyük kurganlar ortaya çıkarılmıştır. Özellikle kurganlann asıl alanının kare şeklinde yapıldığı ve üzerlerinin tamamen yüksek bir biçimde oluşturulduğu ortaya konulmuştur (Bokovenko 2002: 521). Pazırık vadisinde tespit edilmiş mezarlardan beş tanesi büyük kurgandır. Bu kurganlarda da mezar odası oluşturulmuş ve hemen hemen asıl alanları kare planlıdır (Jettmar 1966: 54). Şüphesiz mezarlann en kayda değeri Tuva'daki Arzhan kurganıdır. Bu kurganın asıl gömü alanı, mezara gömülen insanlar ve atlar bakımından önemli bir yer tutmaktadır (Gryaznov 1976: 40).

Mançurya'dan Macaristan'a kadar çok geniş coğrafyada İskitlere ait çok sayıda kurgan belirlenmiş ve bunlann kazılarının yapıl­ması sonucu, Herodotos'un hükümdar mezarlan hakkında verdiği bilgileri destekleyen verilere ulaşılmıştır. Şüphesiz bu büyük kurganlar mezar yapma geleneği içerisinde önemli bir yere sahiptir. Aynca çok sayıda küçük mezarın yapılmış olduğunu da söyleyebiliriz. Bu büyük kurganlar mumya geleneği ve definden sonra yapılan temizlenme törenleri açısından da veriler ortaya koymaktadır. Çünkü bu tür kurganların bir kısmında hem mumyalanmış cesetler hem de temizlik törenleriyle ilgili arkeolojik buluntular ortaya çıkarılmıştır.

KAYNAK: İskitler. İlhami DURMUŞ. Kaynak Yayınları. 2007. s. 119-121

12 Temmuz 2016 Salı

Atatürk Ve Sümer-Türk İilişkisi

Atatürk'ün sumerlilere olan ilgisinin ilk olarak, bir Fransızca kitapta okuduğu ve altım çizerek yanma "mühim=önemli" diye not düştüğü "Sumerliler Orta Asya’dan gelmiş olabilirler ve dilleri Ural-Altay dillerine benziyor” cümlesi ile başladığı kanısındayız. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin kuruluşunda, her yerde adı "Asuroloji” olan bölümün adını, "Bırakın şu Samileri!” diyerek "Sümeroloji” koydurtması ve yeni açılan bir bankaya "Sumerbank” adını verdirtmesi hep Sumerlilere olan ilgisindendi. Çünkü çok uygar olan Sumerlilerin Orta Asya’dan gelmesi, dillerinin Türk diline benzemesi nedeniyle bu uygarlığın kökleri Türklere dayanmış olamaz mıydı?

Atatürk, Türklerin tarihinin ve dilinin -Batı'nın uygun gördüğü gibi- İsa'nın doğumundan biraz önce başlamadığına, binlerce yıl önceye gittiğine ve Türklerin büyük bir kültüre sahip olduklarına inanıyordu. Bu inancın, kendi uzmanlarımız tarafından araştırılmasını ve kanıtlanmasını öngördüğü için yalnız Türk tarihi, kültürü ve dili araştırmalarını sağlayacak uzman yetiştirmek üzere kurdurttu- ğu Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne Sümeroloji bölümünü de açtırmış, yabancı eğitimcilerle bu konuda uzmanlar yetişmesini sağlamıştı. Ayrıca bu yetişen uzmanlara çalışmaları için gerekli yardımı sağlayacak "Tarih” ve "Dil” kurumlannı oluşturmuş ve bunların, gelen hükümetlerin isteği doğrultusunda değil de özgür araştırmalar yapabilmesi için, bu kuramların sermayesini kendi vererek özerk yapmıştı.

Bütün bunlara karşılık o zamandan bu yana Atatürk’ün istediği doğrultuda çalışmalar oldu mu? Olduysa bu çalışmalar herhangi bir sonuç verdi mi?

Atatürk’ün bu isteğine, ilk olarak hocam Prof. B. Landsberger, 1937 yılında yapılan ”2. Uluslararası Tarih Kongresinde sunulmak üzere hazırladığı bildiride, Sumerlilerin Türk olduğunu değil, ama Sümer belgeleri arasında DÖ 2400'lerde Sümer ülkesine doğudan gelerek büyük Akad krallığına son veren ve oralarda 150 yıl kadar krallık sürdüren Gut/Kut halkının kral adlarının Türk adı olduğunu ortaya koyarak katkıda bulundu. Bu bile Türklerin o tarihlerde varlığını, akınlar yaptıklarını, krallıklar kurduklarını gösteriyor. Hocamız bu çalışmayı Türkolog Von Gabain ile birlikte yapmıştı. Bu krallardan dördünün adı kendi zamanlarında yazılmış belgelerden, gerisi de çok daha sonraları yazılmış "Sümer Kral Listesinden çıkarılmıştı. Bunlardan: Yarlagan, Tirigan, Şarlak veya Çarlak, Elu- lumeş, İnimbakeş, Yarlaganda, Tiriga ve Ingişu’yu sayabiliriz.

Daha sonra, Prof. Osman Nedim Tuna'mn çalışmasını görüyoruz. Sümer ve Türk Dillerinin Târihî İlgisi ile Türk Dilinin Yaşı Meselesi adlı kitabında fonetik ve anlam bakımından aynı olan Sumer- ce-Türkçe 165 kelimeyi eşleştirmiş. O, bu tezini Amerika'da Sume- rologlann ve Türkologların bulunduğu bir kongrede sunmuş ve orada karşı çıkan olmamış. Fakat çok sonra duyduğuma göre, arkasından onunla alay etmişler! Ne kadar üzüldüm buna... Alay edeceklerine, namuslu bilim insanlarına yakışan bir biçimde yanlışını söyleyip bu tezini çürütmeleri gerekirdi... Bu tez hiç de yabana atılacak gibi değildi. Osman Nedim Tuna, Sumerliler ile Türkler arasında tarihsel bir ilişki bulunmasını, en az 3500-4000 yıl önce Anadolu’nun doğu bölgesinde yerleşmiş olmalarına bağlıyor. Türk dili, 5500 yıl önce bağımsız ve iki kollu bir dil olarak bulunuyordu. İlk ana Türkçe ise 10.000 yıl önceye gidiyor, diyor Osman Nedim Tuna.

Mühendis Selahi Diker, ömrünün 40 yılında bütün dillerle ilgilendi ve bu arada, Sumerce ile Türkçeyi karşılaştırarak bütün dillerin anasının Türk dili olduğunu kanıtlayan Anadolu'da On Bin Yıl, Türk Dilinin Beş Bin Yılı, Eski Kayıp Dillerin Çözümü kitabını yazdı. Bunda, anlam ve fonetik bakımdan birbirine uyan Sumerce- Türkçe kelimeleri karşılaştırmıştır. Son zamanlarda, yine bir mühendis ve mimar olan Ünal Mutlu, kubbe mimarisinin tarihini araştırırken Sumerlilere dayanıyor. Uygarlığın başlangıcı onlarda olduğuna göre, uygarlığa ait ilk kelimelerin de onlarda başlaması gerektiğini düşünerek internetteki Sumerce sözlükleri elinde olan Türk dillerine ait sözlüklerle karşılaştırarak pek çok kelimenin fonetik ve anlam bakımından Türkçeye uyduğunu görüyor. Bunları toplayarak Dünya Uygarlıklarında Türk Dili ve Kenger Uygarlığı adı altında bir kitap yayımladı.

Bunlardan başka, çeşitli Türk devletlerinde bu yolda çalışmaları görüyoruz. Bunlardan biri de Olcus Süleyman'ın Az İ Ya kitabı. Bu kitap 1975'te Rusya'da yayımlanınca hemen yasaklanmış. Çünkü içinde Slav destanlarında Türk etkileri ile Sumerce-Türkçe kelime karşılaştırmaları yapılmış. Rus devrimi sona erince yeniden basılan bu kitap, Türkçeye de çevrilerek Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı tarafından yayımlandı. Daha önce, kelime karşılaştırmaları bu dilleri kullananların aynı kökten olduğunu göstermez; aynı konudaki kelime benzerliği gerek, denmiş. Olcas Süleyman buna cevap olarak 4 gruba ait 60 Türkçe-Sumerce kelimeyi karşılaştırmış.

Azerbaycan'dan Atakişi Celiloğlu Kasım, Sumerce Kesin Olarak Türk Dilidir adlı kitabında bunu kanıtlamaya çalışmaktadır.

Türkmen olan Begmyrad Gerey, 5000 Yıllık Sumer-Türkmen Bağları adlı kitabında Sümer kültürü ile Türk kültürü arasındaki benzerliklerle birlikle anlam ve ses uyumu olan 250 Sumerce ve Türkçe kelimeyi göstermiştir.

Bir de İran'da Roshan Kheyavi tarafından hazırlanmakta olan Türkçe etimoloji sözlüğünde 101 Türkçe kelime arasında 35 tanesi Sumerce ile uyuşmaktadır.

Diş hekimi dostum Engin Çoruh, iki yıl önce Almanya'da bir kitaplıkta bulduğu Fritz Hommel'in 1914 tarihinde kendi el yazısıyla dil karşılaştırmalarına ait yazmış olduğu bir makalesinin kopyasını getirdi (kendisine binlerce teşekkür!). Bu makalede Fritz Hommel, bir Alman Türkolögla çalışarak 200 Sümer kelimesi ile anlam ve ses uyumu bakımında eş olan Türkçe kelimeyi karşılaştırmış. Ayrıca gramer bakımından da bazı benzerlikleri göstermiş. Bir profesöre armağan olarak yazılan bu makale, her nedense o tarihten sonra bir yerde yayımlanmamış. Belki de ırkçılık yüzünden. İlginç olanı, ilk zamanlarda Sumerlilerin Asya'dan gelmiş olabilecekleri ve dillerinin Ural-Altay dillerine benzediği bir hayli Sumerolog tarafından söylendiği halde, son zamanlarda yazılan kitaplarda onların nereden geldiklerinin bilinmediği, dillerinin de hiçbir dile benzemediği yazılmaktadır.

Bütün bu çalışmalarda, en az 700 Sumerce kelimenin Türkçenin çeşitli kollarında karşılığı görülmektedir. Hatta öyle kelimeler var ki, bugünün Anadolu Türkçesine uymaktadır. Bunlardan bu- lug=güç, güçlü (buluğ çağma girmiş, delikanlı) iri=büyük, di- ri=canlı, kumul=kimyon , zirdum=zeytin, Dumuzi=Temmuz. Türk devletlerinde, domuz=yaz aylan; Kaşgarlı’da "cehennem” anlamında geçer.

Yeni bir proje olarak bütün bu çalışmalan bir araya toplamayı, onlan birbirleriyle ve Sümer sözlükleriyle karşılaştırarak çalışmayı planlıyoruz. Kaynak Yayınlan, bu projeyi desteklemeyi kabul etti. Yayınevinin elemanı olan Sayın Sadık Usta, Almanca çevirileri ile gereken yardımlan yapacak. Sayın arkeolog Nurdoğan Gülen ve Sayın M. Ünal Mutlu, bu yaymlann bir araya getirilmesi ve karşı- laştıımalanm üstlendiler. Aramıza aynca Türk dili etimolojisi üzerinde çalışan bir veya iki uzman da almamız gerekecek.

Son olarak, Sumerlilerde Tufan, Tufan'da Türkler1 kitabımızdaki jeolojik buluntulara ve Sumer-Türk efsanelerine dayanarak Su-

1 Muazzez İlmiye Çığ, Sumerlilerde Tufan, Tufan'da Türkler, Kaynak Yayınlan, 5. basım, Ekim 2009.

sümerlilerden din kitaplarına geçen "Tufan" olayının, Asya'da 10.000 yıllarında buzların erimesiyle olan büyük taşkınlıkların bir anısı olduğunu -efsaneler, destanlar, yer adlan ve daha başka bağlantılarla-, Sumerlilerin Türklerin bir kolu olduğunu ve Asya'dan göç ettiklerini kanıtlamaya çalışarak Atatürk'ün bu konuda açtığı yolda büyük bir ilerleme yaparak sonuca yaklaştığımızı söyleyebiliriz.

KAYNAK: Atatürk Ve Sümerliler. Muazzez İlmiye Çığ. Kaynak Yayınları. 2011. s. 58-62

Hun Adı Üzerine

Devlet teşkilatı şeklinde ilk olarak M.Ö. 4. Yüzyılda adına rastladığımız Hunlar, bir boy olarak tabii ki bu yıllardan daha önce de Asya bozkırlarında mevcutlardı. Hunlar ile ilgili en önemli Çin kaynağı sayılan Shih-chi Hunlar ile ilgili bölümüne şöyle başlar: Hunlar (Hiung-nu): Onların ilk ataları, Hsia Sülalesi’nin soylarından gelen Chun-wei (bazı kaynaklarda Shung-wei olarak da geçer) adlı birisi idi14. Hsia Hanedanı yıkılır yıkılmaz, sürgünde ölmüş olan hükümdar Tse-kui’ nin son oğlu Ch’un-wei, ailesi ve tebaasıyla birlikte kuzey steplerine göç etmiştir. Klasik Çin tarihi kaynaklarına göre Ch’un-wei, Hyung-nular (Hsiung-nu)’ın ataları olarak kabul edilir15. Burada görüşlerini aktardığımız Gumilev’ e göre bu bilgi yanlış olmalıdır. Çünkü bu durumda Hyung-nu’ lar Çinli kabileler ile bozkırlıların karışmasından türemiş olacaktır. Çin kültürü ile Türk kültürü arasındaki derin farklar da böyle bir karışmışlığın vuku bulması ihtimalini çok azaltmaktadır. O halde Hyung-nu’ lar Hunların ataları olamaz. Ancak tekrar belirtmek gerekir ki Çin kaynakları Hsia dönemini yarı mitolojik bir şekilde, efsaneleştirerek anlatır. Çin tarihinin tarihçiler tarafından başlatıldığı dönem Shang Sülalesi dönemidir. Wolfram Eberhard Hsia dönemini Hsia Kültürü olarak ele alır. Hsia dönemini devletleşme dönemi olarak kabul etmez. Karanlık Hsia dönemi hakkında fazla bir şey bilmiyoruz fakat yazılı belgelerde de Chun-wei ile ilgili bilgiler mevcutken bu bilgiyi yok saymak pek uygun olmaz. Bu nedenle bu dönem ile ilgili değerlendirmeleri daha dikkatli yapmak gerekir.

Hsia döneminde kuzeyde ve doğuda pek çok kavim mevcuttu. Hsiung-nu’ların bu dönemde kaynaklarda adlarının geçmesi onların sayıca kalabalık ve bölgede etkin bir kavim olduklarını gösterebilir. İlerleyen yıllarda da Hsiung-nu’ların Hunların ataları olduğunu dair bilgilere rastlanmaktaydı. Nitekim M.S. 8. yüzyılda Shih-chi’ nin geniş dipnotlarla yayımını yapan ünlü Çin tarihçisi Ssu ma-Chien bile, şöyle diyordu: Bunlar Çin’de Hunların (Hiung-nu) ataları olarak anılırlar. Hsia Sülalesi’nin soylarından geldikleri ileri sürülür. Herhalde bu da bir gerçek olsa gerekir16. Burada Çin’den kuzeye doğru bir göçün olduğu tekrar görülmektedir. Ancak bu bilgilerden, Chun-wei

önderliğinde kuzeye giden insanların boş steplerde yepyeni bir kültür çevresi oluşturduğu söylenemez. Oraya daha önceden yerleşmiş proto Türkler kuzey bölgelerde yaşıyorlardı. Çin kaynaklarından öğrenildiğine göre, bu kültürün merkezi bugünkü Shensi ve Kansu eyaletleridir ve bu kültürü yaşatanlar, bilhassa yüksek düzlük yerlerde otururlardı. Onlar ilk göründükleri zamanlar yani, M.Ö. 3’üncü bin yılın ortalarında bile, sonraları da taşıdıkları vasıflara haiz bulunuyorlardı17.

Bilindiği gibi, bu dönemlerde Çinliler, Türkler, Moğollar ve kısmen de Tibetliler karışık vaziyette bulunmaktaydı. Kimin hangi ırka mensup olduğunu belirlemek için Prof. Eberhard’ın kültür çevreleri metodunu kullanmak doğru olacaktır. Buna göre Eberhard, bu kavimlerin yıllar sonra daha da net gözlenebilen kültürlerini ayırarak, Türk, Moğol, Çin ve Tibet kültürlerinin sınırlarını belirlemiştir. Kültür çevreleri metoduna göre kavimlerin birbirinden ayıran bazı karakteristik özellikler vardır. Bu özellikler o kavimlerin, inanç, kültür, yeme içme alışkanlıkları ve günlük yaşayışları ile ilgili davranış biçimlerini verir. Mitolojik değer yargıları da kavimleri biri birinden ayıran en önemli göstergedir. Öte yandan kavimlerin mutfak kültürü de inançlarının bir tezahürü olarak çok önemli bir belirleyici unsurdur. Örnek vermek gerekirse Moğollar domuz besler, domuzların çadırlarına girmelerine izin verirler ve kurban edip yerlerdi. Öte yandan Moğolların türeyiş efsanesi köpeğe dayanırdı. Oysa Türkler, domuz beslemez, yemez ve kurban etmezlerdi. Türklerin türeyiş destanı ise Moğollardan farklı olarak kurda dayanırdı. Buna göre arkaik kavimlerden, türeyişini kurda dayandıranların Türk olma ihtimali Moğol veya Çinli olma ihtimallerine göre çok daha kuvvetlidir. Kısaca değindiğimiz bu yöntemle eski çağda Asya steplerinde iç içe geçmiş yüzlerce boyun kökenini tespit etmek kolaylaşmaktadır.

Zaman zaman Çin’in yönetimini Türk kökenli hanedanların ele alması (Chou dönemi) ya da Türk devletlerinde yönetici zümre olarak Çinlilerin etkili olması (Örnek:Toba Devleti) gibi olayları da gözlemleyince kavimlerin biri birine ne kadar çok karıştığı daha iyi anlaşılmaktadır. Kuzeyde Türk kültürü var iken güneyden Chun-wei önderliğindeki grubun, Çinli olsalar bile, kuzey kavimlerinin arasına girip asimile olmaları beklenebilir. Yani Chun-wei Çinli olsa bile kuzeyde Türkleşmiş olabilir. Çin kaynakları sadece Chun-wei’nin Hunların atası olduğunu ve tebaasıyla birlikte kuzeye göç ettiğinden bahseder. Önceki bölümde Çin kaynaklarını tanıtırken, bu kaynakların Türklerin   düşmanı   olanlar   tarafından   yazıldığını   ve   ihtiyatlı   değerlendirilmesi gerektiğini belirttik. İşte Chun-wei’ nin Hunların atası olarak gösterilmesinin ardında, aslında Çinlilerin Hunların kendilerinden türedikleri şeklindeki gibi bir tezi ileri sürmek istemesinden kaynaklanabilir. Çünkü kesin olarak biliyoruz ki bahsedilen dönemden çok önce kuzeyde, Hun ismiyle olmasa da, proto Türk, kuzey doğuda ise proto Moğol kavimler mevcuttu. Çin kaynakları bu kavimlerden fazla bahsetmese de Chun-wei ile Hunların atalarının aslında kendilerinden biri olduğunu kabul ettirmeye çalışmaktadır. Ancak kültür çevrelerinin bilinmesi ile bu iddialar güçsüzleşmektedir. Biz sonuç olarak Hsiung-nu’ ların Hunların atası olarak kabul edildiğini, isimlerinin ilk olarak M.Ö. 300’lerde geçtiğini söyleyebiliriz18. Bu konuya ve konuyla ilgili görüşlere, birinci bölümde biraz daha detaylı olarak değineceğiz.

DİPNOTLAR:

Ögel Bahaeddin, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi Cilt I, Kültür Bakanlığı Yayınları,    Ankara 1981. s.

18 L.N. Gumilev Hunlar, (çev. Ahsen Batur), Selenge Yayınları, İstanbul   2002, s. 30 Ögel, Hun İmparatorluğu I, s 19

17 Eberhard Wolfram, Çin Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1995, s. 17

Prof. Eberhard, Çin Tarihi adlı eserinde, Chou Sülalesi döneminden bahsederken şöyle der: “Buna mukabil kuzeyde “Hun” kabileleriyle savaşlar oluyordu. Takriben M.Ö. 300’den beri ilk defa Hsiung-nu adı geçmektedir”. Diğer birçok tarihçi de Hun veya Hsiung-nu adının bu tarihte ilk kez zikredildiği konusunda hem fikirdirler.

KAYNAK:   Asya Hunları'nda İktisadi Hayat. Murat Öztürk. F.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı.  Doktora Tezi. Elazığ 2013. s. 1-2