13 Nisan 2016 Çarşamba

Hunlarda Tarımın Ortaya Çıkışı

Tarımın pek çok hammaddesi vardır. Ancak tarımın en önemli hammaddeleri, toprak, su, tohum ve işgücüdür. Tarımdaki gelişim, klasik toplumların tarımla beraber en önemli ekonomik faaliyeti olan hayvancılıktaki kadar hızlı olmamıştır. Yiyecek üreten ilk topluluklar, tarım yapmak için, üzerinde ağaç yetişmiş toprakları seçtiler. Tarım yapan ilk insanlar, ağaçların gövdelerinin kabuğunu çepeçevre kesip kurutarak, ağaçların devrilmesini ve arazinin açılmasını sağlıyorlardı. Bu, orman toprağını güneşe açtı; böylece, kuru ağaç gövdelerinin altındaki yaprakların çürümesiyle oluşan gevşek toprağa ekilen tohumlar büyüyüp gelişebildi213. Tarla açma tarımı denilen bu yöntem, halen bazı geri kalmış toplumlar tarafından uygulanmaktadır. Orman olan sahalarda tarım yapılabilmesi için, balta, çapa ve orak olması yeterliydi. Taş devrinde bu aletlerin yapımında taş kullanılırdı. Yani bu aletlerin bugün kullanılan tiplerinde demir olan yerlerinde taş olurdu. Hatta çapa yapımı için tahta bile yeterliydi. Ormanlık olmayan, tarıma daha elverişli topraklarda ise çapa ve orak olması yeterliydi.

Tarım ilerledikçe bu kez, elde edilen ürünlerin toplanmasında kullanılmak üzere sepet ve kilden kaplar yapılmaya başlandı. Üretimin artmasıyla ve kışlık yiyecek olarak ürünlerin depolanması amacıyla depolar yapılmaya başlandı. Depolar coğrafi şartlara göre, ilk olarak kilden veya toprağın kazılması suretiyle, toprak altına yapıldı. Toprağa bağlılığın artması ve özellikle depolamanın ilerlemesiyle, toplumların hareketli yapısı azaldı. Bu nokta da depolama da etkili olmuştur çünkü toprak başıboş bırakılsa bile, başkaları gelip toprağı çalamaz. Ancak depolanmış ürünlerin, hırsızlığa, yağmaya karşı korunması icap ediyordu. Böylece yerleşik hayat, yavaş yavaş başladı. Kerpiç evler, bez dokumak için tezgâhlar, tahılları ve öteki yiyecekleri pişirmeye elverişli fırınlanmış çömlek kaplar, yiyecekleri fırında pişirme ve mayalandırma sanatları hızla insan yaşamına girdi214. Artık köyler kurulmaya başlanıyordu.

Zirai faaliyetlerde, hayvancılık gibi mevsimlerin ve zamanın büyük önemi vardır. Her ürün aynı zamanda ekilemez. Hasat zamanları ürünlerin olgunlaşmasına

bakılarak anlaşılabilir ancak ekim zamanlarının belirlenebilmesi için zamanın ölçülmesi gereği doğmuştur. Artık ziraat toplumları zamanı da ölçmeye başlamışlardır. Aynı şekilde hayvancılık yapan toplumlar da hayvanların doğum zamanları, sütten kesilmeleri, yaşlarının; dolayısıyla verimlerinin belirlenebilmesi ve otlakların verimli dönemlerinin kestirilebilmesi gibi amaçlar için zamanı ölçmeye ihtiyaç duymuşlardır. Eski çağda ve klasik dönemde, türü ne olursa olsun, ekonomik faaliyetlerin artması, gelişmesi, zamanın ölçülmesi gerekliliğini de beraberinde getirmiştir. Hayvancılık yapan topluluklar gibi zirai topluluklarda, temel ekonomik faaliyetleri sebebiyle, zamana riayet etmek zorundalardı. Böylece bu toplumlarda da disiplin gelişmeye başlamıştır. Bunun yanında tarım yapan toplumlarda, ileri görüşlülük ve kendini tutma erdemlerine de gereksinim duyulmaya başlandı. Çünkü açlık zamanlarında bile, gelecek hasadı güvenceye alabilmek için gereği kadar tohumluk tahılı bir kenara ayırmak zorunluydu. Ziraat toplumlarında hasat zamanı ne kadar ürün geleceğini kestirmek ve sürekli geleceği düşünmek gerekliydi. Hasat miktarını tahmin etmek, sayısız değişken nedeniyle gerçekten zordur. Tam olgunlaşmış ürünü toplamak için kritik günler vardı ve bugünleri beklemek sabır gerektiriyordu. Çünkü hasada en çok yaklaşılan günler muhtemelen ambarın en boş olduğu günlerdi. Böylece zirai toplumda sabır gelişti. Hayvancılık yapan toplumlarda en çok öne çıkan özelliklerden biri olarak görülen cesaretin tarım toplumundaki karşılığı sabırdı.

Ziraatin gelişmesinin insanlık tarihinde yarattığı en büyük değişiklik, şüphesiz yerleşik yaşamın gelişmesi ve nüfusun artmasıdır. Ziraatin verimli olduğu bölgelerde nüfus hızla artmaya başladı. Nil Deltası, Mezopotamya, Hindistan’da İndüs Deltası bu alanların başında gelir.

Coğrafya her bölgede aynı derecede cömert değildir. Bu nedenle insanların hangi bölgede hangi ekonomik faaliyetle uğraşacağını belirleyen en önemli etken coğrafyadır. Tarımda yaşanan büyük bir gelişme coğrafi şartların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Tarımın ilk gelişiminden sonraki en önemli değişim, ırmak sularının tarım arazilerinin sulanması için kullanılmaya başlanmasıdır. Bilindiği gibi bunu ilk yapan Sümerlerdir. Dicle ve Fırat nehirlerinin arasından Basra Körfezi’ne kadar uzanan bu uygarlık, ırmak sularını sulama için kullanan ilk uygarlıktır. Sahip oldukları toprakların kuzey kesimindeki ormanlık tepelere, yaz başlarında, gelişen ekinlere hasat zamanına kadar yetecek miktarda yağmur yağıyordu. Ama yaz boyunca hemen hiç yağmur   düşmeyen   daha   güneyde   durum   farklıydı.   Böyle   olunca   hasat,   ancak   ırmak

sularının ekinleri sulamak üzere tarlalara getirilmesiyle güvenci altına alınabilirdi. Ne var ki, sulama kanallarının, setlerin yapımı ve bakımı yüzlerce, dahası binlerce kişinin birlikte çalışmasını ve ilk çiftçi topluluklarda görülenden çok daha sıkı bir toplumsal disiplini gerektirdi. Neolitik; yani daha eski köylerde, olasılıkla küçük biyolojik aile, sıradan çalışma topluluğunu oluşturmuştu. Her bir aile, olağan durumlarda, kendi tarlasının ürününü tüketti. Belki törensel ve dinsel açıdan önemli günler dışında, kimsenin toplum genelinde, örgütlü işbirliğine gereksinim duyulmadı. Herkes aynı derecede özgürdü, herkes havaların kararsızlığının kölesiydi. Ancak ırmak sularının kontrol altına alınması işinin büyük ölçüde örgütlü insan çabasını gerektirmesi, halkın çoğunluğunun emeğinin bir tür seçkin yönetici kesimi tarafından yönetilmesini gerektirdi215. Bu seçkin sınıfın erken zamanlarda nasıl belirlendiği belirsizdir. Fethedin bir toplumun, fethettiği toplumun efendisi olması şeklinde ortaya çıkmış olabilir.

Sulu tarımın yapılmasıyla, elde edilen ürün miktarı hatırı sayılır oranda artmıştır. Böyle olunca sulu tarım yapan toplumlarda kayda değer bir refah artışı görülmüştür. Daha önce susuzluk nedeniyle tarım yapılamayan topraklar da eğer yakınlarında akarsu varsa, ekilmeye başlanmıştır. Ziraatte ırmakları kullanan toplumlar, elde ettikleri ürünlerin fazla miktarlarını diğer ülkelere satmaya başlamışlardır. Böylece zirai ürünler de uluslar arası ticaretin bir öğesi olmaya başlamıştır. Sulamada ırmakların kullanılmasıyla ortaya çıkan verim artışı, diğer toplumları da bu sistemi kullanmaya yöneltmiştir. Ancak burada da yine coğrafyanın cömertliği önemlidir. Çünkü zirai alanların sulamasında kullanılacak akarsuyun yatağının çevresinin yüksek olmaması gereklidir. Akarsuyun etrafı yükseltilerle çevrili ise, suyu tarlalara taşımak haliyle pek mümkün olamayacaktır. Tarım arazilerinin yakınında daha düz su yataklarına sahip devletler, bu konuda daha şanslı olmuşlardır. Sulu tarımın arttığı bu ülkelerde, artan zirai verimle beraber, nüfus da hızlı bir biçimde artmıştır. Örneğin Sümerlerde, sulama yapılan alanların etrafında, birkaç bin nüfuslu kentlerin var olduğu bilinmektedir.

Fakat Sümer örneğinde gördüğümüz bu zenginleşme beraberinde bazı sorunları da getiriyordu. İç mesele olarak suyun bölüşümü en büyük problemdi. Sulama kanallarının artması, kanalların iç bölgelere doğru gittikçe uzaması suyun kullanımını arttırıyordu. Suyun kaynağına daha yakın olanlar, suyu fazlaca kullandığında, kaynağa uzak olanlarla aralarında kavga çıkması kaçınılmazdı. Bunun yanında gittikçe zenginleşen tarım toplumu, savaşçı toplumların ilgisini çekmeye başlamıştır. Bir önceki

bölümde gördüğümüz gibi, bozkır kavimlerine karşı yerleşik kavimlerin, askeri açıdan pek şansı yoktur. Bu zenginlik, gelişmiş tarım toplumlarının sonunu hazırlamıştır. Örneğimizde olduğu gibi, Çin’in zirai zenginliği her zaman Hunları cezbetmiştir. Hunlar bu zenginliği elde etmek için çeşitli yollara başvurmuşlardır. Bu konunun detaylarına ileride gireceğiz.

Tarımda akarsu kullanımından sonra yaşanan en büyük gelişme, sabanın bulunması olmuştur. M.Ö. 3000’de ama olasılıkla bundan çok önce olmayan bir tarihte, bir yerlerde insanlar, hayvanların gücünün tarım işlerine nasıl koşulacağını öğrendiler. Bunun önemli sonuçları oldu. En önemli sonuçlardan biri Tahalı yetiştiriciliğiyle hayvan besleyiciliğini, birbirlerine bağımlı kılarak, daha önce görülmemiş biçimde birleştirdi; böylece tarım, eski çağda olgunluk noktasına ulaşmaya başladı216. Burada daha önce tarım toplumlarında görülmeyen, hayvan besleme faaliyeti ortaya çıktı. Tarım toplumlarında bir tane dahi hayvan yoktur diyemeyiz ancak saban ile beraber, ekonomik faaliyetlerin yürütülmesi amacıyla hayvan yetiştirilmeye başlandı. Sabana koşulan hayvanların başında öküz gelir. Öküzden sonra da katır kullanılır. Hayvan yetiştirmeyen ancak saban kullanmak isteyen tarım toplumları, hayvancılık yapan kavimlerden öküz ve katır gibi hayvanları satın almaya başladılar. Katır bozkırlılar için de bir derece değerli bir hayvandı. Ancak bozkır kavimleri için öküzün ekonomik değeri, pek yüksek değildir. Bu nedenle, sabana koşulmak için kullanılacak hayvanların ticareti, bozkır toplumları için iç varlığı ciddi anlamda yükseltecek bir ticaret değildi. Sadece çok işe yaramayan bir mal elden çıkarılmış ve yerine daha fazla kullanılabilecek ürünler alınıyordu. Bozkır toplumlarının da ziraatle uğraştıklarını birazdan göreceğiz. O nedenle bu kavimlerin de sabanları vardı ve bu sabanlara hayvan koşuyorlardı. Bu ihtiyaçlarını, hayvan sayıları çok fazla olduğundan rahatlıkla karşılayabiliyorlardı. Elde kalan öküz ve katırları da yerleşik toplumlarla takas ediyorlardı.

Sabanın bulunması, zirai verimliliği bir derece daha arttırtmıştır. Artık daha fazla toprak, daha kısa sürelerde sürülebiliyordu. Böylece artan verimlilik ve tarım sahası, etrafında daha fazla nüfus topluyordu. Yani yerleşik yaşam daha da kuvvetlenmiştir. Refah arttıkça insanların talepleri de artmış ve böylece yeni meslek dalları ortaya çıkmaya başlamıştır. Daha fazla toprağın işlenebilmesi ile de yeni alanlar tarıma açılmıştır. Sabanın bulunmasıyla, daha önce tarım yapılmayan tepelik alanlar dâhi tarıma açılmıştır. Bu hızlı genişlemeyle suyun önemi daha da artmıştır. Tarım

alanlarının artmasıyla ve sürekli ekilmesiyle beraber toprağın verimi düşmüştür. Bu nedenle ilerleyen yıllarda insanlar, toprağı nadasa bırakmayı öğreneceklerdir.

İnsanlar ne tür iktisadi faaliyet yaparlarsa yapsınlar iktisadi faaliyetlerine göre hareket ederler ve daima faaliyet kaynaklarına yakın olmak isterler. Günümüzde insanlar, yaşayacakları şehri mesleklerine göre seçmektedirler. Bu seçim keyfi değil, pek çok insan için zorunludur. Yaşanan yer gibi yaşam biçimi de bu faaliyetlere göre şekillenir. Meslek insanin karakterine mutlaka sirayet eder. İnsan karakteri mesleğe göre şekillenir demek mübalağa olur ancak yapılan işin mizaca etkisi vardır. Günümüzde biri birinden çok farklı meslek grupları olduğundan, mesleğin insan mizacına etkisi, toplum yapısını etkileyecek kadar geniş değildir. Ancak klasik dönemde, belli başlı iktisadi faaliyetlerin sayısı çok azdı. Bu sayı onu bulmaz. Bu nedenle her toplumun, tarım gibi, hayvancılık gibi temel bir ekonomik faaliyeti vardı. Ve toplumun büyük kısmı, bu faaliyetle meşgul olduğundan, önce birey karakterine etki eden iktisadi faaliyet, toplumun büyük kesimini de etkilediğinden bu etki alanı genişler ve iktisadi faaliyet toplum yapısını, kültürü de etkiler. Çobanın sürekli muazzam evrenle beraber olduğunu gördük. Bu beraberlik, Gök Tanrı dininin geniş kitleler tarafından kabulüne sebep olmuştur. İşte bu nedenle, neredeyse istisnasız bütün bozkır kavimlerinde bu dinin halkın büyük kısmı tarafından kabul edilmesi tesadüf değildir. Bu örnek, iktisadi faaliyetin toplum üzerindeki etkisinin bir sonucudur. Bu nedenlerden ötürü, klasik dönem için, tarım toplumunun karakteri şöyledir, bozkır kavimlerinin yapısı şu şekildedir gibi genellemeler yapmak mümkündür. Ekonomik faaliyetin bozkır toplumu üzerinde etkisi daha keskendir ancak benzer etkileri tarım toplumunda da görmek mümkündür.

Tarım toplumu, yılı her günü çalışmaz. Bozkırlıların çalışma günü sayısı yerleşiklerden daha fazladır. Bozkır kavimlerinin çalışma yoğunluğu aynıyken, yerleşiklerin çalışma yoğunluğu özellikle hasat zamanı çok fazladır. Tarım toplumu kışın çalışmaz. Bu nedenle zamanla tarım toplumlarında, felsefenin, bilimin, mantığın geliştiği görülür. Bozkırlının, işinin hassasiyeti nedeniyle, başka faaliyetlere ayıracak zamanı yoktur. Burada tarım toplumundaki gelişimden bahsederken, bozkır kavimlerinin düşünmeyen insanlardan oluştuğu gibi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermek istemiyoruz. Yukarıda ve ikinci bölümde verdiğimiz, çobanın evren ilişkisi örneği, bozkırlıların da düşünen, kafa yoran insanlar olduğunu gösteren en önemli örnektir.     Nitekim     Hz.     İbrahim,     kendisine     peygamberlik     tebliğ     edilmeden     önce

gökyüzünü incelemiş, ilk olarak acaba Güneş benim yaratıcım olabilir mi diye kendi kendisine sormuştur. Ancak Güneş, akşam kaybolunca ya da önüne bulutlar girince, benim yaratıcım her zaman görünür ve sonsuz olmalıdır diyerek, Güneş’in yaratıcı olamayacağını düşünmüştür. Aynı şekilde Ay’ı ve yıldızları da gözlemleyen Hz. İbrahim, Yüce Yaratıcı’nın bunların çok daha ötesinde, bu cisimlerden çok daha güçlü olduğuna hükmetmiştir. Gök Tanrı dininin ortaya çıkışı belki biraz daha farklıdır ancak çobanın gözlemi de Hz. İbrahim gibi olduğundan, bu din neredeyse bütün bozkırlılar tarafından kabul edilmiştir. Burada bozkırlı bireyleri peygamber seviyesine çıkarmaya çabalamıyoruz. Çoban da düşünen, muhakeme edebilen bir insandır. Sadece, Orta Asyalı konargöçerlerin gözlemine benzer bir yöntemle, hemen hemen aynı sonuca varan başka konargöçerlerin de varlığına bir örnek vermek istedik. Hz. İbrahim de bilindiği gibi çobandır.

Tarım toplumu toprağa bağlılığı sebebiyle yerleşik olmak zorundadır. Böylece büyüklü küçüklü şehirler ve köyler kurulmuştur. Önceleri, tarım arazilerinin çok sınırlı, bugünkü anlamda bir bahçe kadar, olması nedeniyle herkes kendi toprağını işlemekteydi. Ancak sulamanın ve sabanın yaygınlaşmasıyla, işgücü ihtiyacı ortaya çıktı. Zaten sulama kanallarının açılmasında bile ortaya çıkan bu talep, tarım alanlarının artmasıyla doğru orantılı bir biçimde artmıştır. Tarım arazilerinin büyümesi ve beraberinde gelen zenginleşme neticesinde yavaş yavaş sınıf ayrımı ortaya çıkmaya başlamış ve insanlar, işverenler ile işçiler olarak ayrışmaya başlamıştır. Bu düzen, işgücü talebinin daha da artmasıyla köleliği de beraberinde getirmiştir. Bu durum esasen olağan karşılanmalıdır. Emek var olduğu günden beri, sömürü ve kölelik hep var olmuştur. Çünkü insan temel ihtiyaçlarını çalışmayla karşılayabilmektedir. Toprak gibi, hayvan sürüleri gibi bir varlığı olmayan insanlar, bu varlıklara sahip kişilerin yanında çalışarak, emeklerinin bir ölçüde karşılığını alarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Ancak iktisadın temel kuralı olan arz talep dengesi keşfedilince, kölelik veya ucuz işgücü sistemleri ortaya çıkmıştır. Modern iktisatta emek, yani işgücü arzını incelerken üç önemli değişken göze çarpar. Bunlar:

Çalışmak isteyen işçilerin sayısı,
Her işçinin çalışmak istediği süre ve
Her çalışma saatinde harcanan emeğin yoğunluğudur.
Bunun yanında toplumda herkes de emek piyasasına arz edilmiş işçi kesimi değildir.   Aktif  nüfusun  içinde,   sermaye  veya  mülk  sahibi  olanlar,   hasta  ve  engelliler

mevcuttur. Şu halde, emek piyasasına hizmet arzında bulunanların sayısı, o gün içinde yürürlükte bulunan ücretleri ve iş şartlarını kabul ederek, başkalarının hesabına, üretime emekleri ile katılmak isteyenlerin miktarı ile ölçülmelidir217.

Emek piyasasında arzı etkileyen ikinci değişken, her işçinin belli bir sürede çalışmak isteyeceği süredir. İşçi sayısı sabitken, işçiler 10 saat yerine 8 saat çalışmak isterlerse, işgücü arzı %20 oranında azalmış olacaktır218.

İşgücü arzını etkileyen üçüncü değişken, emeğin yoğunluğudur. İşçi 4 saatte yaptığı işi, 6 saatte yapmaya başlarsa, yani, memnuniyetsizliği sebebiyle işi yavaşlatırsa, bu emeğin yoğunluğunun azaldığı anlamına gelir ve dolayısıyla işgücü arzında bir düşüş yaratır.

Günümüz iktisadi sistemleri için geçerli olan bu teoriler, genel anlamda klasik dönem için de geçerli sayılabilir. Klasik dönemde tarım toplumu, bozkır kavimlerine nispetle daha fazla işgücüne ihtiyaç duymuşlardır. İşveren, bugün olduğu gibi geçmişte de her zaman emek arzını arttırmayı amaçlar. Ancak bu sadece kendi elinde değildir. Emek arzını arttıran en önemli etken nüfusun artmasıdır. Tarım toplumu da işçiye fazlasıyla ihtiyaç duyduğundan, her zaman yüksek nüfus talep eder. Bu işgücü açığı göçlerle ve başka toplumlardan getirilen kölelerle tamamlanır. İşgücü arzı ne kadar yüksekse, ücretler o kadar düşük olacaktır. Dolayısıyla işverenler her zaman çalışacak aktif nüfusun artmasına isterler. Klasik dönemde kölelik bu talep neticesinde ortaya çıkmıştır. Emeği daha ucuza mal etmek isteyen sermaye sahipleri, karın tokluğuna çalışacak insanları da bulup çalıştırmaya başlayınca, tarihte köleliğin ilk emareleri görülmeye başlanmıştır. Kölelik ve çalışmak isteyen kişilerin tarım bölgelerinde toplanmasıyla, tarım toplumunun nüfusu artar. Bugün de karın tokluğuna dâhi yetmeyecek kadar düşük ücretlerle insanların çalıştırılması sebebiyle halen devam eden kölelik sistemi ilk olarak, sermayenin, yani varlığın büyümesiyle ortaya çıkmıştır. İlk olarak kimlerin varlık sahibi, kimlerin serf olduğunu, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bilemiyoruz. Bu, bir kavimin veya boyun bir diğerine hükmetmesiyle başlamış olabilir.

Bunun yanında klasik dönem ziraat toplumu, özellikle sınır boylarındaki asker ihtiyacını tımar sistemi ile karşılamaya çalışırdı. Toprağı işleyen kişi, toprak mülkiyeti karşılığında asker beslerdi. Ancak bu askerlerin yanı sıra, toprakta sürekli çalışacak insanlar da gerekliydi. Çünkü toprağı işleyen, tarım arazisinde çalışan, aynı zamanda da

asker olan kişiler zaman zaman dönüş tarihi belirsiz seferlere çıktığından, hem bir miktar işçi-asker sınırı korumak için hem de bir kısım işçi zirai faaliyetleri devam ettirmek için tarım alanlarında kalmalıydı. Yani savaş olduğunda tarım arazisi boş kalmamalıydı. Çünkü, savaşın ne zaman biteceği kesin olarak belli olmadığından, örneğin hasat veya ekim zamanı toprağın boş kalması, bir yıllık ürünün heba olması demekti. Bu durum, tarım toplumlarının işgücüne olan talebini ve dolayısıyla nüfusunun artmasının bir diğer önemli nedenidir.

Toprağın ne zaman para veya bir başka tedavül aracıyla alınıp satıldığı tam olarak bilinememektedir. Ancak eski çağda bu el değiştirmenin bazı örneklerine rastlamak mümkündür. Örneğin Shang Sülalesi döneminden itibaren, Hunlardan at satın alan at tüccarları, Çin’in iç bölgelerinde bu atları satarak zenginleşmişler ve ilerleyen dönemlerde toprak satın alarak zamanla, derebeyi haline gelmişlerdir. Atlı araba sahipleri, kısa bir zamanda, Shang devletinde imtiyazlı zadegân tabakasını teşkil ediyorlar, bir nevi asilzade oluyorlar ve devletin şekli daha ziyade bir derebeylik şekline yaklaşıyordu219. Bu kişiler atları hem satarak hem de kullanarak, imtiyazlı, varlıklı kişiler haline geliyorlardı. Bunun yanında toprak, savaşlarla da el değiştiriyordu. Toprağın yeni sahipleri, eski sahiplerini işçi veya köle olarak çalıştırıyorlardı. Çünkü köleler hemen her zaman, başka kavimlerden alınan esirlerdi.

Hayvancılıkla uğraşan toplumlarda, hayvanlarla çalışan kişi sayısı, toprakta çalışan kişi sayısına nispetle daha az olduğunu biliyoruz. Ancak bozkır kavimlerinde de işgücü talebi mevcuttur ve bir tarım toplumu kadar olmasa da, bozkır toplumunda da işçi ve köle sınıfı mevcuttur. Bozkır toplumlarında çok zengin kimseler, hayvanlarını otlatmak için işçi veya kölelere ihtiyaç duyarlardı. Bu kişiler özellikle geniş ailesi olmayan kişilerdi. Geniş aileler veya boylar, kalabalık oldukları, işgücü kendileri olurlardı ve ilave işgücüne ihtiyaç duymazlardı. Bu durumda Hunların ve diğer bozkır kavimlerinin yerleşik şehirlerin olma ihtimali daha da güçlenmektedir. Çünkü sürü sahibi zengin kişiler, işçi veya köle çalıştırdıkları için sürülerinin peşinden gitmeye gerek duymayabilirlerdi. Varlıklı aileden birkaç kişinin hayvansal ürünlerin satışını ve işlenmesini takip etmesi yeterliydi. Bu durumda ailenin en azından büyükleri ve önde gelenleri yerleşik yaşıyor olmalıdırlar. Himayelerinde çalışan kişiler olduğundan, bütün ailenin sürüyü takip etmesine gerek yoktur. Bu kişiler aynı zamanda Hun toplumunun, diğerlerinden açık bir biçimde ayrılan soylu kişileridir. Yönetimde, iktisadi faaliyetlerde

her zaman söz sahibi olmuşlardır. Bu nedenlerle, Hunlarda, yerleşik hayat vardır demek mümkündür. Bunun detaylarını ilerleyen satırlarda göreceğiz.

Hayvancılıkla veya tarımla uğraşan toplumlar şeklinde genelleme yaptığımızda, bir toplumun sadece bu ekonomik faaliyetlerden biri ile uğraştığı anlaşılmamalıdır. Bu ayrımlar sadece nüfusun büyük çoğunluğunun uğraştığı ekonomik faaliyetler sebebiyle yapılmaktadır. Bu her iki sosyal organizasyon biçiminde de insanlar biri birlerine sıkı bir biçimde bağlı ve bağımlıdırlar. Bu bağımlılık tarım toplumunda daha fazladır. Bu nedenle yerleşik hayat ve feodal yapı ortaya çıkmıştır. Sosyal anlamda feodal yapı, insanlar üzerinde daha fazla baskı kurar. Biri birlerine yakın çok sayıda insanın çalışırken, çalışma saatlerinin dışında da biri birlerine yakın yerlerde ikamet etmelerinden dolayı yine iç içe, yan yana olmaları, bu insanların sürekli biri birlerinden haberdar olmalarına sebep olur. Böylece bireylerin toplumun değerlerine ne kadar bağlı olduklarını, yaşamlarını ne derece bu değerlere uydurdukları daima takip edilir. İşte böylece toplum baskısı oluşur. Feodal yapının gücünden ötürü, bireysel yaşam ve kişisel özgürlük alanı çok sınırlıdır. Tarım toplumunda birey, bozkırlı bireye göre daha az özgürdür. Öncelikle bozkır toplumunda nüfus daha azdır. Bununla beraber nüfus yoğunluğu da daha azdır. Yaylaklar ve kışlaklar çok geniş alanlara kurulur. Ayrıca ikinci bölümümüzde, kavimlerin çayır alanlarının hayvan türlerine göre belirlendiğini de gördük. At besleyen bir kavim, koyuncu bir kavimin çok uzağındadır. Aynı hayvan türünü besleyen, ortak çayırları kullanan aileler de çok iç içe yaşamazlar. Her aile çayırın kendisine ait bölümüne yerleşir. Böyle olunca, aileler tarım toplumunun ailelerine göre daha rahat hareket ederler. Ancak bozkır toplumunda da, aile reislerinin otoriteleri çok güçlüdür. Burada bireyin üzerindeki baskı unsuru, aile veya boy reisi tarafından uygulanan töre hukukudur. Bu güçlü otoritenin sınırları bellidir. Dedikodu mahiyetindeki işler, bu otoritenin ilgi alanına girmez. Burada konuşan kişi sayısı az olduğundan ve otoritesi tüm boy tarafından tanınan bir lider başta bulunduğundan, töreye aykırılık daha kolay tespit edilebilmekte ve doğru ile yanlış daha kolay ayrılabilmektedir. Tarım toplumunda birey, davranışlarını insanlar ne der diyerek kontrol ederken, bozkırlı insan için töre hukuku ile liderin, büyüklerin ne diyeceği daha önemlidir. Bu yaşam biçiminin zamanla, atalar kültünü de oluşturduğunu söylemek mümkündür. Bozkırda ölmüş atalar dahi çok kıymetlidir. Bozkırda otorite belli iken, tarım toplumunun otoritesi, bozkıra göre biraz daha muğlâktır. Böylece bozkırlı birey

tarım   toplumundaki   bireye   göre   daha   özgürdür.   Ancak   bu   özgürlüğün   sınırları   çok keskin bir biçimde bellidir.

DİPNOTLAR:

213   McNeill William H., Dünya Tarihi, (Çeviren Alaeddin Şenel), İmge Kitabevi, 8. Baskı, Ankara 2004,

32
214  McNeill William H., Dünya Tarihi, s. 33

215 McNeill William H., Dünya Tarihi, s. 35

216 McNeill William H., Dünya Tarihi, s. 51

Üstünel Besim, Ekonominin Temelleri, s. 345 Üstünel Besim, Ekonominin Temelleri, s. 345

219 Eberhard Wolfram, Çin Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1995, s. 31

Asya Hunları’nda İktisadi Hayat. Murat Öztürk. F.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı.  Doktora Tezi. Elazığ 2013. s. 98-107

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder