12 Nisan 2016 Salı

Osmanlı Kurumlarının Gelişmesi

Osman Bey'in, son yıllarında beylik mesuliyetinin büyük kısmını oğlu Orhan Bey'e bıraktığı izleniyor. Belki babasının bu açık tercihinden dolayı, fakat herhalde toplumun sözü geçer kişilerinin desteğini de kazanarak, Osman Bey'in ölümünde Orhan Bey onun yerini aldı. Orhan Bey'in bey­liğe geçişinde herhangi bir tartışma çıkmadığı, Ertuğrul soyunun diğer üyelerinin Orhan Bey'İ itirazsız destekledikleri anlaşılıyor. Bu noktaya işaret etmekten maksat aile beyliği töresine göre beyliğe geçmekte kesin bir kural olmadığını hatırlatmak. Hattâ diyebiliriz ki, diğer Avrupa-Asya stepleri halklarının da paylaştığı bu töreye göre, beyliğe geçişte kesin bir kural olmaması, özellikle korunan bir devlet anlayışının gereği idi. Beyliğin en büyük evlada ya da ailenin en yaşlı üyesine kalması gibi bir kural olmayınca, ülkenin çeşitli yörelerini yöneten beylik ailesi üyeleri kendi­lerini göstermek, âdil, akıllı ve cesur olduklarını halka, toplumun ileri ge­lenlerine ve savaşçılara kabul ettirmek zorundaydılar. Ancak bu şekilde ailenin hangi üyesinin beyliğe en yaraşır aday olduğu saptanabiliyordu. Ta­rihin çeşitli dönemlerinde görüldüğü gibi, bu devlet anlayışı taht kavga­larına, hattâ İç savaşlara yol açabiliyordu. Beylik adaylarının çekişmesi, hattâ çarpışması diğer Anadolu beyliklerinde kargaşalar doğurduğu gibi, Osmanlı devletinin sonraki gelişmesinde de Önemli bir siyasal gerçek ola­rak kendini gösterecek. Gene de bu iç Asya töresinin yüzyıllar boyunca sürdürülmesi, toplumun başınm belirlenmesinin, meselâ en büyük oğul ol­mak gibi, kör tesadüfe bırakılmayacak, hattâ geçici bir kargaşaya değecek kadar önemli olduğu görüşünün sonucudur.

Orhan Bey'in ilk siyasal girişimleri daha babasının zamanında hedef alman yönlerde ilerlemeyi sağladı. Uzun bir askerî baskı sonunda Bursa, 1326'da alındı. Bunu takip eden yularda Kocaeli yarımadasında impara­torun kumandasında bir Bizans ordusu mağlub edilip Marmara'nın güney ve doğu kıyıları, bölgenin Gemlik, İznik ve İzmit gibi en önemli şehirleri de dahil olarak, ele geçirildi. Böylece Orhan Bey, beylikte ilk on yılının sonunda civarındaki küçük uç toplumlarını ve Anadolu'da Bizans şehir­lerini tamamen kendisine katmış oluyordu. Batıda ise sınırlar önemli bir uç beyliği olan Karesi topraklarına kadar gelip dayanmıştı.

Osman Bey uç boyunda bey olduğu halde Anadolu'da egemen olan İlhanlı üstünlüğünü tanımak zorunda idi. Orhan Bey de ilk yıllarında Teb­riz'e bağımlı olduğu halde, artık İlhanlı gücünü daha az duyduğundan ba­basına göre daha serbest beylik sürebildi. Beyliğinin üçüncü yılında Orhan Bey kendi adına sikke kestirip siyasal egemenliğin en önemli simgelerinden birine sahip oldu. Bununla beraber Orhan Bey'in İlhanlı hakanım kendi­nin üstünde saydığını gösteren diğer sikkeleri olduğunu da belirtelim. An­cak İlhanlı devletinin 1335'de dağılmasıyla Osmanlı beyliği kesin bir ege­menlik kazanmış oldu.

Gene aynı sıralarda, yani 1330 civarında, artık epey gelişmiş ve ge­nişlemiş olan beyliğin iç düzenini Osman Bey döneminin basit kayıtlan Ötesinde kurallar ve kurumlarla pekiştirmek ve yeni bazı idarî ve askerî kurumlan yerleştirmek gereği duyuldu. Bu yeni toplumsal düzenlemenin en önemli unsuru bir savaşçı grubunun ortaya çıkmasıdır.

Osman Bey döneminde toplumun bütün üyeleri akın ya da savunma gerektiğinde savaşa koşuyorlardı, yani toplum tümüyle savaşçıydı. Tabii önde gelen komutanlar ve bey ailesi üyelerinin hayatlarını kazanma gere­ğinden söz edilemez. Gerçi Osman Bey'in, hattâ Orhan Bey'in koyun sü­rüleri olduğu biliniyor, yani Türkmen geleneği bu şekilde sürdürülüyordu anlaşılan. Fakat hiç olmazsa Orhan Bey'den itibaren bu sürülerin ve diğer mallann bey konağı gereklerini sağlamaktaki önemi fazla değildi. Beyler ve komutanlar çeşitli şehir ve kasabalann yönetimini üstlenmişlerdi; bu görevin karşılığında da hâkimi oldukları kentin vergi ve resimlerini top­lamak hakkına sahiptiler. Komutanlann geçimi bu vergilerle sağlanıyordu. Hattâ kentlerin vergi geliri komutanlara verildiği gibi, kırsal alandan top­lanan tanmsal vergilerin de köylerin asayişini ve düzenli yaşamını sağla­yan atlı savaşçılara, sipahilere, timar olarak verildiği tahmin edilebilir. Daha ileride aynntılan ile göreceğimiz gibi, bu şekilde vergi ve resim ge­lirlerinin komutan, subaşı ve sipahilere ayrılmasına "dirlik" diyordu Os­manlılar; yani savaşçıların geçimini, dirliğini sağlayacak gelir.

Fakat 1330 yılı civarında subaşı ya da timarlı olarak dirliği sağlanmış kişilerin sayısı çok azdı. Orhan Bey savaşa gittiğinde savaşçılarının büyük bir çoğunluğu hâlâ dirlik sahiplerinden değil, eli silah tutan ülke halkından oluşuyordu. Beylik küçük bir uç toplumu iken mesele yoktu, ama ülke genişleyip savaş daha uzun ve ağır, hattâ daha ciddî bir uğraş haline gel­diğinde, halkın işini-gücünü bırakıp savaşması da güçleşiyordu. Artık Os­manlı beyliğinin savaşlan, İster şehir kuşatmasında olsun, ister düzenli Bi­zans ordulan ile çarpışmakta olsun, sadece askerlikte uğraşan savaşçılar gerektiriyordu.

Bu durumda dirlik sahiplerine ek olarak ve rütbece onlann altında yeni askerî gruplar oluşturuldu. Bir kısmı yaya, bir kısmı "müsellem" de­nilen atlı savaşçılardı bunlar. Akına katılan halktan farklı olarak yaya ve

müsellem askerlere savaş zamanında bir ücret ödendiği gibi, diğer zaman­larda geçinmeleri için çiftlikler de veriliyordu. Sade halk ekip - biçtiğinde devlete, yani devletin temsilcisi olan tımarlı sipahiye ya da subaşıya pay vermekle yükümlü olduğu halde, yaya ve müsellem birlikleri vergilerden muaf olarak, dördü - beşi bir çiftlikte tarımla uğraşıp ürünleri ile geçine­biliyordu. Yaya ve müsellemler geçinmeleri için köylü hayatını tamamen tcrketmedikleri için daha tam anlamıyla bir ücretli Osmanlı ordusundan bahs edemiyoruz. Fakat dirlik sahiplerinin yanında böyle özel durumda askerî birliklerin ortaya çıkışı, düzenli bir ordunun başlangıcı sayılmalı.

Aynı sıralarda bütün askerî birliklerin komutanı olarak bir beylerbeyi rütbesinin de ortaya çıktığı görülüyor: beylerbeyi, yani bütün beylerin, ko­mutanların beyi. Daha sonraları Osmanlı devletinde birden fazla beyler­beyi olduğunu göreceğiz ki bunlar eyalet valileri olarak görev yapacaklar. Orhan Bey döneminde İse bir tek beylerbeyi vardı; belli bir yörenin valisi olarak değil, Osmanlı beyliğindeki bütün askerî kuvvetlerin başkomutanı olan bîr beylerbeyi. Tabii Gazi Orhan Bey asıl başkomutan sayılıyordu; fakat onun görevi askerî yönetimin üstünde, gelişen devletin ve toplumun genel yönetimini üstlenmekti.

Gerçi Osmanlı beyleri, daha sonraları padişahlar, yüzyıllarca ordula­rını hele önemli savaşlarda doğrudan doğruya yönetmeye devam ettiler. Fakat Orhan Bey çağında bir beylerbeylik makamına gerek görülmesi Or­han Bey'in artık sadece askerî işlerin ötesinde ve üstünde bir işlevi oldu­ğuna işaret ediyor. Böylece Orhan Bey, nitelik yönünden toplumdaki diğer beylerden, komutanlardan ayrılıyor ve önem kazanıyordu. Gene de göz-önünde bulundurmak gerekir ki Orhan Bey hâlâ sadece "bey" idi. Daha sonraki nesillerde oğlu Murat Gazi "hüdavendigâr" (hünkâr), torunu Yıl­dırım Beyazıt "sultan" diye bilinecek Osmanlı devletinde. Orhan Gazi ise daha unvan bakımından diğer komutan ve beylerden ayrı değildi. Osmanlı toplumunda bey'in sultanlaşması, padişahlaşması, siyasal gücü kesinlikle kendi elinde toplaması yüzyıl sürecek bir gelişme olarak çıkacak karşımıza. Orhan Bey'in kendi emrinde bir beylerbeyi yaratması ve bu gelişmenin ük adımı sayılmalı.

Beylerbeyi makamının ortaya çıkmasına .paralel diğer bir gelişmeye daha işaret edelim. Beylerbeyi nasıl askerî işlerde sorumluluğu yüklen-diyse, yönetimi bütünüyle çekip çevirecek bir vezir de tayin edildi. Osman Bey döneminde bütün toplum askerî gücü oluşturduğu gibi, siyasal ve as­kerî işlevleri birbirinden ayırmak da mümkün değildi. Orhan Bey çağında ise ordu toplumdan ayn geliştikçe askerlik ve yönetim de ayrı kurumlar haline dönüşmeye başladı. Bu ayırım gerçi yüzyıllar boyunca kesinliğe ka­vuşmadı Osmanlı devletinde; askerî meslekten gelenler üstünlüklerini ko­rudular. Hiç olmazsa onyedinci yüzyıla kadar devletin başı, bey ya da sul­tan, askerî kimliğini, komutanlığını sürdürdüğü gibi, vilayet yöneticileri de

askerî kişiler olarak kaldılar. Gene de Orhan Bey zamanında bir beyler­beyi ve bir vezir tayiniyle Osmanlı beyliğinin askerî düzeni ve yönetimi ayırarak geçmiş ve çağdaşı tslâm devletlerinin klasik yapısına ulaşmayı amaçladığı anlaşılıyor. Diğer İslâm devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı bey­liğinde de vezir bu dönemde sivil yönetimden yetişmiş kişiler arasından se­çiliyordu. ilk defa vezir olarak tayin edilen Alaeddin Paşa'nın kimliği ke­sinlikle bilinmiyor gerçi, fakat ondordüncü yüzyılın diğer Vezirleri med­resede okumuş, kadılık yapmış kişilerdi.

Osman Bey döneminin basit uç toplumundan Orhan Bey döneminin uç devletine geçişte gelişen ve büyüyen toplumun ve devletin diğer gerek­lerini karşılayabilmek için yeni tayin olunan vezirin yönetimde ilim ve ka­lem İşlerini çekip çevirebilecek, fıkıh ve şeriat bilir, beylik yazışmalarını yürütebilecek eli kalem tutar kişilerin Önemi de artıyordu. Yukarıda gör­düğümüz gibi Osman Bey çağında böyle kişiler İç bölgelerden gelip Os­manlı hizmetine giriyorlardı. Orhan Bey ise ulemânın ve kâtiplerin Os­manlı topraklarında da yetişebilmesini sağlamak amacıyla eğitim kurum­larının gelişmesine önayak oldu. İslâm toplumunda eğitim devletin sorum­luluğunda olmasa bile eğitim kurumları devlet yöneticilerinin, beylerin ve eşrafın kurduğu vakıflarla destekleniyordu. İznik alındıktan hemen sonra bu eski Bizans kültür ve bilim şehrinde ilk Osmanlı medresesi kuruldu. Bunu Bursa'da diğer bir medrese takip etti. iç bölgelerin yerleşik kültü­ründe yetişmiş âlimler bu yeni gelişen toplumun eğitim kurumlarında ho­calığa davet edildiler.

Bazı kiliselerin camiye çevrilmesi, yeni medrese ve imaret gibi top­lumsal dayanışma kurumlarının açılmasıyla, Osmanlı eline geçen şehirler zamanla toplumsal yapılan ve mimarileri ile de İslâmî bir görünüm al­maya başladılar. Osmanlı ülkesinde ulemânın, kalem erbabının artması, Islâmî kurumların gelişmesiyle uç boyunun akıncıları arasında da müca­delenin din uğruna, Müslüman egemenliğini yaymak, İslâm kültürünün ufuklannı genişletmek amacına dönük olduğu bilinci yerleşmeğe başladı. Türkçe "akıncı" teriminin İslâmî karşılığı Arapça "gazi" kelimesi idi. Gazi, yani gazaya koşan, katılan kişi. Osmanlı öncesi tslâm tarihi süre­since "gazi" lafı her savaşçıya değil, özellikle uç boylannı koruyanlara mahsus bir terim haline geldiği gibi İslâmî, dinî, bir mahiyet de kazanmaya başlamıştı. İşte 1330 yıllarında, Orhan Bey döneminde halk ağzındaki "akıncı" terimine karşı resmi yazı yazıtlarda "gazi" kelimesi kullanılır oldu. Bütün uç toplumu "gazi" olduğu gibi Orhan Bey de Arapça yazıt­larda "gaziler sultanı Gazi Orhan bin Osman" diye adlandı.

Osmanlı uç toplumunda islâmî bilincin artışını sadece akıncı yerine gazi gelimenin yaygınlaşmasından değil, toplumdaki Müslümanlar ara­sında kullanılan kişi adlarının değişmesinde de İzlemek mümkün. Osman Bey İslâm ümmetinin üçüncü halifesinin ismini taşıyordu, fakat hem ba

bası Ertuğrul Bey, hem halefi Orhan Bey islâmiyet öncesi Türk adları ile anılıyorlardı. Ertuğrul Bey'in kardeşleri Sungur Tekin, Gündoğdu, Dündar Alp; Osman Bey'in kardeşleri Savcı Bey ve Gündüz AJp'in isimleri de saf Türkçe idi. islâm öncesi Türkçe adların kullanılması Osman Bey döne­minde de sürdürüldü. Osman Bey'in oğullarından bazıları Alaeddin, Melik, Hamit gibi Arapça'dan alınma Islânıî İsimler taşırken, selefi Orhan ve diğer oğullan Pazarlı, Çoban, Savcı; yeğenleri Bayhoca, Aktimur, Aydoğ-du Türkçe adlandırılmışlardı. Orhan Bey neslinde ise islâm geleneğinden isimîer seçilir oldu. Osman Bey döneminden sonra Osmanlı sülâlesinde Savcı, Yahşi, Korkut, Orhan, Oğuz gibi öz Türkçe isimlere pek seyrek rastlanması, hiç olmazsa toplumun yönetici-bey tabakasında Islânıî ben­liğin Türk geleneğinin yerini almağa başladığının belirtisi sayılmalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder