17 Nisan 2016 Pazar

Gülhane Hattı Ve Tanzimat Düzeni

Mahmut II'nin ölümü üzerine tahta, oğlu Abdülmecit Efendi geçti. Yeni padişah henüz on sekiz yaşında idi. Bilgisi ve tecrübesi imparatorluğun geçirmekte olduğu büyük buhranı çözmek için yetersizdi. Babasından miras kalan iki pürüzlü problem, devamlı ve anlayışlı bir çalışma istiyordu. Problemlerden biri, Mısır paşası Mehmet Ali ile yapılmakta olan harp, diğeri de Osmanlı Devleti'ne yeni bir düzen vermek için ilânı kararlaştırılmış bulunan ''Tanzimat'' idi.

Abdülmecit, padişahlığının ilk günlerinde Mısır kuvvetlerinin Osmanlı ordusunu Nizip'te yendiklerini öğrendi. Birkaç gün sonra da, Kaptan-ı derya Firarî Ahmet Paşanın Osmanlı donanmasını İskenderiye'ye götürerek Mehmet Ali Paşaya teslim ettiğini haber aldı. Osmanlı Devleti, artık ordusuz ve donanmasız kalmış bulunuyordu. Yeni padişah, devletin tecrübeli ve iş bilir sayılan adamlarından Hüsrev Paşayı sadrazam, Damat Halil Paşayı serasker, Rauf Paşayı ahkâm-ı adliye başkanı yapmıştı. Fakat mevcut duruma karşı koymak için bu adamlardan çok Londra elçiliğinde bulunan Dışişleri Bakanı Mustafa Reşit Paşaya güveniyordu. Mustafa Reşit Paşa, Osmanlı Devleti ile Mısır arasındaki anlaşmazlığın çözülmesi için çalışmış olan heyetlerde vazife görmüş ve Paris ile Londra elçiliklerinde bulunmuştu. Bu sebeple Mısır probleminin karakterini ve bu problem hakkında yabancı devletlerin özel düşüncelerini biliyordu. Bundan başka paşa, Paris ve Londra elçiliklerinde bulunduğu sıralarda, Fransa ile İngiltere'nin hükûmet şekillerini incelemeye ve devrin siyaset adamlarıyla Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısı hakkında görüşmeler yapmaya fırsat bulmuştu. Mustafa Reşit Paşa, Avrupa'da bulunduğu sıralarda, Fransa 1830 İhtilâli ile mutlak devlet rejiminden meşrutiyet rejimine geçmişti. İngiltere ise yüzyıllardan beri meşrutiyet ile idare olunmakta idi.

Fransa ve İngiltere Avrupa'da liberal devletler blokunu kuruyorlardı. Avusturya, Prusya ve Rusya ise hâlâ Tanrı hakları sistemine bağlı idiler. Osmanlı İmparatorluğu, esasta liberal bir yapısı olduğu hâlde, şekilde Tanrı hakları sisteminde görünüyordu. Hâlbuki bu si stemin içine giren devletler, Osmanlı İmparatorluğu'nun eskiden beri düşmanı bulunuyorlardı. Osmanlı Devleti, varlığını kendi kuvvetiyle koruyamayacak dereceye düşmüş olduğundan, Avrupa siyasetinde geçen muvazene prensibinden faydalanması gerekli idi. Bunun için de Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak tamlığına taraftar olan İngiltere ile Fransa'ya yanaşması akla yakındı. Bu ise Osmanlı Devleti'nin kuvvetlenmesini sağlayacak, devlet kurumlarında onların güvenliğini çekecek bir düzenin kurulmasıyla mümkündü. Mustafa Reşit Paşa, böyle bir düzenin ''Tanzi-   mat-ı Hayriye'' ile sağlanacağına inanmakta idi. Tanzimat-ı Hayriye, 18'inci yüzyılın başlarından beri devam edegelen ıslahatın da tamamlanması olacaktı. ''Tanzimat-ı Hayriye'' bir hatt-ı hümâyun şeklinde ilân edildi. Hatt-ı hümâyunu, Mustafa Reşit Paşa yüksek bir kürsüden okudu. Dinleyiciler arasında padişah, bütün bakanlar, ulema,

devletin asker ve sivil büyük memurları, Rum ve Ermeni patrikleri, Yahudi hahamı, esnaf
teşkilâtı temsilcileri ve elçiler vardı. İçine aldığı başlıca düşünceler bakımından Gülhane hatt-ı
hümâyununu beş bölüme ayırmak mümkündür:

Birinci bölümde, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan itibaren Kur'an'ın hükümlerine ve şeriatın
kanunlarına saygı gösterildiğinden, devletin kuvvetli ve halkın refahlı bir hâle geldiği
belirtilmektedir.

İkinci bölümde, yüz elli yıldan beri türlü gaileler ve türlü sebeplerle ne şeriata, ne de faydalı
kanunlara saygı gösterildiği, bu yüzden de devletin eski kuvvet ve refahı yerine zayıflığın ve
fakirliğin geçmiş olduğu anlatılmaktadır.

Üçüncü bölümde, bu itibarla Allah'ın inayeti ve Peygamber'in yardımıyla devletin iyi idaresini
sağlamak için bazı yeni kanunların konulması gerektiğine işaret edilmektedir.
Dördüncü bölümde de, yeni kanunların dayandırılacağı genel prensipler gösterilmektedir:
a) Müslüman ve Hristiyan bütün tebaanın ırz, namus, can ve mal güvenliğinin sağlanması,
b) Verginin düzenli usule göre ayarlanması ve toplanması,
c) Askerlik ödevinin düzenli bir usule bağlanması.

Beşinci bölümde, yeni kanunların dayandırılacağı genel prensiplerin gereği belirtilmektedir. Padişah, hatt-ı hümâyuna ve ona dayanılarak ileride yapılacak kanunlara saygı göstereceğine dair ant içti. Bundan sonra hatt-ı hümâyun, kutsal önemi olan Hırka-i Şerif dairesine kondu. Gülhane hattının ilânında yapılan törenle Tanzimat devri başladı. ''Tanzimat'' terimi, Gülhane hattında geçen genel prensiplere dayanan düzeni anlatır. Tanzimat devrinin ilk merhalesi, 1856'da son bulur ve ikinci merhalesi aynı tarihte ilân edilen Islahat Fermanı (hatt-ı şerif) ile başlar.

Gülhane hattı, ilân edildikten sonra prensiplerinin belirtilmesine ve yürütülmesine geçildi. Reşit Paşa, İstanbul'da okunan hattın Rumeli'de ve Anadolu'da anlaşılmasını sağlamak için, halk yanında saygı gören ulema sınıfından iki kişiyi ödevlendirdi. Bunlar eyaletleri dolaşarak ödevlerini yaptılar. Gülhane hattı prensiplerinin en güç yürütülecek karakterde olanı, İslâm ve Hristiyan tebaanın kanun önünde eşitlik manasına geleni idi. Padişah ve sadrazam, fırsat buldukça, nutuklarıyla bu eşitliği belirtmeye çalıştılar. Nitekim Mustafa Reşit Paşadan sonra sadrazam olan Rıza Paşa, İzmir, Sakız, Kavala'dan gelen Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatleri başkanlarına şu sözlerle Gülhane hattının zihniyetini anlattı: ''Müslüman, Hristiyan, Musevî hepiniz bir hükümdarın tebaası, bir pederin evlâdısınız. Padişah efendimiz bilcümle, tebaasının, ırz, namus, can ve malını taht-ı temine alan kavaninine memalik-i şahanelerinin her tarafında harfiyyen riayet edilmesi azm-i kat'îsinde bulundukları için, içinizden düçar-ı zulm ve gadr olan kimseler varsa hemen meydana çıksunlar; lâzime-i adaletin icrasını talep etsünler, Müslüman ve Hristiyan, zengin veya fakir, memurîn-i askeriye, mülkiye veya ruhaniye, elhasıl bütün tebaa-i Osmaniye mir'at-ı adâleti herkes için suret-i mütesaviyede istimal eden padişahın âmal-i hayriyesinden tamamen emin olmalıdırlar.

Gülhane hattının getirdiği yeni prensiplerin açıklanması için yeter tedbirler alındığı sıralarda, bu zihniyete uygun kanunları yapacak kurumların da yaratılmasına çalışıldı. İlkin Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm-ı Adliye alındı.

Mahmut II. devrinde kurulmuş olan bu meclis, bugünkü danıştay ve yargıtay kurullarının yetkilerini kendisinde toplamakta idi. Bir başkan ile dokuz üye ve iki sekreteri vardı. Kanun projelerini hazırlamak başlıca ödevleri arasında idi. Bu kanun projeleri padişahın hatt-ı hümâyun ve şeyhülislâmın fetvasıyla kanun haline gelirdi. 1839'dan sonra Gülhane hatt-ı hümâyununun içine aldığı genel prensiplere uygun kanun projelerinin de hazırlanması yine bu meclise verildi. Meclis, bundan başka, Tanzimat'a dokunan bütün problemleri incelemek ve karar vermek durumunda idi. Bu suretle bir dereceye kadar Tanzimat meclisi haline geldi. Çalışma usulleri, meşrutiyet ile idare edilen memleketlerin meclislerinde geçen usullerin aynı oldu. Projelerin, görüşmelerine başlanmazdan önce üyelere dağıtılması, kendisinden sual

sorulan nazırın meclis önünde gerekli bilgiyi vermesi, reylerin eşitliği durumunda son kararın padişaha ait bulunması, kesinleşen kararların yasak olması gibi esaslar kabul edildi. Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm-ı Adliye'den seçilen bir komisyon, Hristiyan tebaanın önceleri patrikhane ve vasıtasıyla Bâb-ı âlî'ye bildirdikleri şikâyetlerini incelemeye memur edildi. Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm-ı Adliye'nin çalışmaları, Tanzimat programının yürütülmesinde büyük bir rol oynadı. Tanzimat programının başlıca maddeleri şunlardı: Haklar, mal, askerlik, maarif ve idare alanlarında Gülhane hattındaki genel prensiplere göre bir düzen kurmak.

Tanzimatın çeşitli cepheleri arasında en önemlisi, haklar cephesidir. Gülhane hattının prensipleri, Osmanlı Devleti'nin haklar bakımından gelişmesinde bir dönüm noktasıdır. Osmanlı Devleti, Tanrı hakları sistemi üzerinde kurulmuştur. Bu sistemde din ve devlet birdi. Devletin haklar kaynağı şeriattır. Devletin haklar teşkilâtı piramidinde en yüksek yargıç Tanrı'dır. Bu sistem, kutsal karakteri itibarıyla, hiçbir değişikliğe uğramadan 1839'a kadar sürdü. Gülhane Hatt-ı hümâyunu, Tanrı hakları sistemine son vermedi. Fakat Batı devletlerince kabul edilmiş olan bazı hak prensiplerini aldı. Bu suretle Osmanlı Devleti'nde Tanrı hakları sistemi yanında, Batı'nın lâik sistemi değer kazanmaya başladı. Evvelce birbirini inkâr etmiş olan bu iki haklar sistemi, Tanzimat devrinde yan yana yaşamaya başladılar. Birbirlerine bağışladıkları tavizlerle sözde bağdaşır göründüler. Hâlbuki yapıları itibarıyla aralarında herhangi bir kaynaşma mümkün değildi. Batı'nın haklar sistemi, yüzyılların ihtiyaçlarına göre değişen ve değişerek olgunlaşan, olgunlaştıkça da evrensel karakter alan bir sistemdi.

Osmanlı haklar sistemi ise Ortaçağ şekil ve mahiyetini yüzyılar boyunca muhafaza ettiği için, ihtiyaçları karşılamaz bir duruma girmişti.

Tanzimat devri adamları, Doğu ile Batı'nın haklar sistemini bağdaştırmak için büyük gayretler sarf ettiler. Bu gayretleri, kanunlaştırma hareketlerinde olduğu kadar adalet makinesine vermek istedikleri yeni şekilde de göze çarpmaktadır.
Gülhane hatt-ı hümâyunundan altı ay sonra gibi kısa bir zaman içinde bir ceza kanununun ortaya konması, Tanzimatın modern haklar bakımından manasını belirtecek bir harekettir. Fransızcadan kısmen tercüme suretiyle düzenlenmiş olan bu kanun, tebaaya padişah tarafından verilmiş hakların bir garantisi olarak alınabildiği gibi, tebaanın kanun önünde eşitliğinin bir sembolü olarak da kabul edilebilir. 1846'da memurların ödev, yetki ve sorumluluğunu göstermek için tertiplenen idare kanununda memurların işleyecekleri suçlara karşılık tutan cezalar belirtildi. Bu kanunların yapıları incelendiği ve muasır devletlerin kanunları ile karşılaştırıldığı vakit birçok hata görmek mümkündür. Fakat kanunlar yürürlüğe girmelerinden önceki devir ile karşılaştırılırsa, taşıdıkları büyük önem anlaşılır. Tanzimat öncesi devirde, valiler ve mütesellimler, şehir ve kasabalarda türlü bahanelerle adam öldürme, sürgüne gönderme, mala el koyma âdetlerini edinmişlerdi. Rüşvete gelince, yüzyıllardan beri imparatorluğun her tarafında, en küçüğünden en büyüğüne kadar, bütün memurlar arasında geçer akçe olmuştu. Memuriyet ve rütbe sahipleri, tekel ve devlet için siparişler verebilecek yerlerde olan büyük memurlar yahut onlar üzerinde söz geçirenler rüşvete o kadar kapılmışlardı ki, ''Mirî malı deniz, yemeyen domuz'' diye bir atalar sözü çıkmıştı. Gülhane hattının ilânından sonra birçok paşa, yeni prensip ve kanunları bilmemezlikten gelmek istedi. Bir aralık sadrazamlıkta bulunmuş olan Hüsrev Paşa, rüşvet suçundan Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm-ı Adliye önünde yargılanarak kürek cezası hükmünü giydi. Valiliklerde bulunmuş olan Tahir, Akif, Nafiz, Hasip paşalar gibi kodamanlar da, Tanzimat kanunlarına aykırı hareketlerinden dolayı yargılanarak cezalara çarpıldılar. Ceza kanunnamesinden sonra, kısmen Fransızcadan çevrilen ticaret kanunu çıkarıldı.

Tanzimat devrinde, kanunlaştırma hareketleriyle Osmanlı İmparatorluğu'na girdiğini gördüğümüz Batı'nın haklar sistemi, adalet makinesinde dereceli bir değişmeyi gerektirdi.

Tanzimat devrine gelinceye kadar Osmanlı İmparatorluğu'nda adaletin sağlanması yolunda dört tip mahkeme vardı:
1. Şeriat mahkemeleri:

Bu mahkemeler, Müslüman tebaa arasındaki medenî anlaşmazlıklardan başka, Müslüman tebaa ile Hristiyan tebaa arasındaki anlaşmazlıkları çözmek ve din farkı gözetilmeksizin cinayet davalarını görmekle ödevli idi.
2. Cemaat mahkemeleri:

Hristiyan tebaanın bağlı bulunduğu cemaatin mahkemesidir. Aynı cemaate bağlı kişilerin medenî davaları, patrikleri veya hahamları önünde görülürdü. Ayrı cemaate bağlı kişiler arasında çıkan davalar ise, ilgili başkanları tarafından hâkimlik yolu ile çözülmediği takdirde, şeriat mahkemeleri önünde görülürdü.
3. Kapitülâsyonlardan faydalanan devletlerin mahkemeleri:

Osmanlı İmparatorluğu'nda ticaret maksadıyla veyahut siyasî vazifeler görmek için gelmiş
olan yabancıların arasındaki anlaşmazlıklar, kapitülâsyonların tanımış olduğu imtiyazlara göre
elçiliklerde görülürdü.

Tanzimatta bu mahkemelere iki yenisi eklendi. Bunlardan biri, ticaret karma mahkemesi,
diğeri de asliye karma mahkemesi idi.

Ticaret karma mahkemesi, yabancı devlet tebaası ile Osmanlı tebaası arasında ticaret
münasebetleri ile çıkan durumu, asliye mahkemesi ise aynı tebaalar arasında yer alan cinayet
suçlarını görmek için kuruldu (1846).

İlkin İstanbul'da çalışmaya başlayan mahkemeler, sonraları imparatorluğun büyük
vilâyetlerinde de kuruldu. Karma mahkemeleri kuran üyelerin yarısı yabancı, yarısı da
Osmanlı tebaası idi. Dinin ve kapitülâsyonların adalet birliğini sağlamaya mâni durumları
yüzünden kurulan bu mahkemeler, devletin hükümranlık haklarına bir saldırganlıktı. Bununla
beraber, mahkemelere Batılı usuller alınması, Hristiyan tebaanın şahitliğinin kabul edilmesi,
sözlü delil yanında vesikanın da delil olarak kabul edilmesi, Batılı hukuk sisteminin
Türkiye'ye sızmaya başlayan tesirlerindendir.

Haklar alanında yer alan bu değişmeler yanında zenci esaretinin yasak edilmesi, bir
mezhepten diğerine geçmeyi yasak eden 1834 tarihli bir kanunun kaldırılması, insan hakları
ile vicdan hürlüğü bakımından işaret edilmesi gereken önemli hareketlerdir.
Gülhane hatt-ı hümâyununda verginin ayarlanması ve düzenli bir şekilde toplanması gereğine
şu satırlarla işaret edilmişti:

''Bir devletin toprak bütünlüğünün korunması için asker ve daha başka gereçler için gider
yapmak gereklidir. Bu ise akçe ile olur. Akçeye gelince, tebaanın vergisiyle sağlandığı için
verginin düzenli bir şekle konulması çok önemlidir.

''Eskiden gelir olarak kabul edilmiş olan yed-i vâhid usulünden memleketimiz bundan önce
kurtulmuş ise de yıkıcı bir alet karakterini taşıdığı için hiçbir faydası görülmeyen iltizamat
usulü hâlâ yürürlüktedir. Bu ise bir memleketin siyasî ve malî işlerini bir adamın isteğine ve
insafına bırakmak demektir ki, eğer o adam iyi değil ise, daima kendi çıkarına bakar. Böyle
bir adamın hareketleri ve düşünceleri de ezicilik ve haksızlıktan başka bir şey olamayacağına
göre, bundan böyle her kişinin varlık derecesine uygun bir vergi bağlanacak ve bu vergiden
başka kendisinden hiçbir suretle fazla bir şey istenmeyecektir.''

Gülhane hattında işaret edilen bu durumu, Mahmut II de görmüş ve maliye nazırlığını kurarak
devletin gelirleriyle giderlerini düzenlemek istemişti. Mahmut II devrinin sonunda ve
Tanzimat devrinin başlarında devletin başlıca gelir kaynakları şunlardı:
a- Âşar

Haslar, mirî mukataalar, zeamet, ticaret, malikâne mukataaları, yurtluk, ocaklık ve evkafa ait
toprak ürünlerinden aynî olarak alınan vergi idi. Hasların âşarı darphane-i âmire tarafından,
mirî mukataaların âşarı ise hazine tarafından mültezimler vasıtasıyla sağlanırdı. Diğer

kaynakların âşarı ise ya sahipleri tarafından bizzat alınır, yahut mültezimler vasıtasıyla
toplanırdı.
b- Vergi
Devlete varlık sahiplerinin verdikleri para idi. Menkul, gayrimenkul ve ticaret eşyası
üzerinden her yıl devletin hazinesine verilecek değer, şehir ve kasaba belediyeleri tarafından
sağlanırdı.
c- Cizye

Hristiyan reayadan devletin aldığı para idi. Mahmut II devrinde 1834 tarihli bir hat ile
Hristiyan varlık sahipleri, cizye bakımından âlâ, evsat, edna olmak üzere üç bölüme
ayrılmışlardı. Edna bölüm 15, evsat 30, âlâ 60 kuruş cizye vermekle ödevli idi.
Bu esaslı gelir kaynaklarına gümrük, maden ve posta gelirlerini de eklemek gereklidir.
Tanzimatın birinci ve ikinci yıllarında, Gülhane hattında işaret edilen, iltizam ve âşar toplama
usulü kaldırıldı. Bunun yerine eminlikler kuruldu ve maliye memurları vasıtasıyla âşarı
toplama yolu kabul edildi.

Hristiyanların devlete veregeldikleri cizyelerin de, yukarıda gösterildiği gibi, bölümlere göre
ayarlanması bırakılarak patrikhanelerin aracılığı ile ayarlanması ve toplanması cihetine
gidildi.

Fakat gerek âşarın, gerekse cizyenin toplanmasında kabul edilen usuller, beklenilen faydaları
sağlamadığı için tekrar eski usullere dönüldü. Bununla beraber halkın eskiden olduğu gibi
haksızlıklara uğramasına yer verilmemek için bazı tedbirler alındı. Bu tedbirler arasında
başlıcaları şunlardır:

1- Valilerin yetkilerinden olan malî işlerin, üzerlerinden alınarak defterdarlara verilmesi,
2- Vergilerin toplanmasından sorumlu maliye memurlarının ve tahsildarların atanması,
3- Vergilerin ayarlanmasında ve toplanmasında yetkileri olan belediye meclislerinin yetkilerinin genişletilmesi ve vilâyet meclislerinin kurulması,

4- Devlet memurlarından mültezimlik yapmak hakkının alınması,
Bu malî tedbirler, Gülhane hattının mal alanındaki amacını gerçekleştirmekten uzaktı.
Mustafa Reşit Paşa, etraflı bir mal düzeni programına sahip bulunmuyordu. O, Fransa'da
olduğu gibi Türkiye'de de defterdarlıklar ve tahsildarlıklar kurulmasıyla mevcut fenalıkları,
mümkün olduğu kadar önlemeyi düşünmüştü. Daha sonra kâğıt para çıkaracak bir bankanın
kurulmasını da amaç edindi ise de arkadaşları, ''Yabancı devletlerin pek karışık olan yol ve
düzenlerini zorla halka kabul ettirmeye çalışırsanız, bu memleketin çöküşüne sebep
olacaksınız'' diye karşı geldiler.

Reşit Paşa düzen hakkındaki düşüncelerinden fedakârlık yapmak zorunda kaldı. Fakat kâğıt
para, Türkiye'de ilk defa olarak onun teşebbüsüyle bastırıldı.

Hiçbir karşılık gösterilmeden çıkarılan kâğıt para, bir müddet sonra değerden düştü. Bâb-ı âlî
böyle meselelerde tecrübesizdi. Avrupa hükûmetlerine başvurarak kâğıt paraların "halis
sikke'' gibi sayılmasının sağlanması yolunda tebaalarına emir verilmesini istedi. Avrupa
devletleri, mal meselelerinde zorla kredi sağlanmasının mümkün olamayacağını karşılık
olarak bildirdiler. Bunun üzerine uzmanların tavsiyesiyle, eski maden paralardan bir kısmı
piyasadan kaldırılarak bunların yerine ayarı Avrupa paralarının ayarına denk ''mecidiye''
basılmasına karar verildi. Yabancı paraların geçimi yasak edildi. Bu tedbirler birkaç yıl sonra
kurulacak olan millî bankanın ilk hazırlıkları sayılabilir.

Sözün kısası, mal alanında ortaya konulmak istenen düzen, devletin bu alandaki güçlükleri
yenmesine yardım edecek karakterde değildi.

Gülhane hatt-ı hümâyunundan önce Osmanlı İmparatorluğu'nda yapıldığı görülen bütün
düzenleme çalışmalarının ağırlık noktası, askerlik maddesidir. Bu çalışmaların genel amacı,
Osmanlı ordusunu Avrupa ordularıyla savaşacak seviyeye getirmektir. Mahmut I devrinden
Selim III'e kadar Batılı orduların silâhlarından bazıları ile bu orduların yetiştirilmesinde
başvurulan eğitim usullerinin Osmanlı ordusuna alınması için çalışılmıştı. Yeniçerilerin Batılı

silâhlarla eğitim usullerine karşı gösterdikleri mukavemet, Selim III'ü yeniçeri ocağının
yanında Nizam-ı Cedit ordusunu kurmaya zorlamıştı. ''Nizam-ı Cedit'' ordusu, Batılı asker ve
eğitimi kabul etmekle yeni bir ordu karakteri kazanmıştı. Fakat yapısı ve kadroları
bakımından bir ocak şeklinde kurulduğu için, bu cephesiyle Doğulu bir karakter de muhafaza
etti. Mahmut II devrinde, yeniçeri ordusu kaldırıldıktan sonra, kurulan Asakir-i Mansûre, tıpkı
Nizam-ı Cedit ordusu gibi, yapı ve kadro bakımından Doğulu, silâh ve eğitim yönünden Batılı
bir ordu oldu. Geliştikten sonra Nizamiye ismi verilen bu yeni orduya asker alma usulü çok
sert ve kaba idi. Evli olsun, bekâr olsun, milletin gençleri vilâyetlerde yakalanıp elleri
kelepçeleniyor ve en yakın kasabaya sürükleniyorlardı; orada başkalarının da kendilerine
katılmalarını beklerken pislik içinde hapis hayatı geçiriyorlardı. Sonra, deniz kıyılarındaki
kasabalara götürülerek gemilere bindiriliyorlar ve deniz hastası olarak ve vatan hasreti
çekerek perişan bir durumda İstanbul'a çıkarılarak hayatları müddetince hizmet etmek üzere
ordu alaylarına ve harp gemilerine gönderiliyorlardı. Bu şekilde askerlik hizmeti, bir dereceye
kadar kürek mahkûmiyetini aldırmakta idi.

Sözün kısası, Tanzimata kadar yapılan askerlik düzeninde ocak şeklinin dışına çıkılamadı. Bu
sebeple de askerlik bir vatan ödevi olamadı. Ortaçağlardaki gibi bir karyer olmakta devam
etti. Gülhane hatt-ı hümâyunu, ilk defa olarak tebaa için haklar ve ödevler kabul etti. Tebaanın
ödevleri arasında askerlik hizmeti önemli bir yer tutuyordu. Askerlik hizmetinin
düzenlenmesinin gereği, hatta, şu satırlarla açıklanmıştır:

''Askerlik maddesi önemli maddelerdendir. Vatanın korunması için ahalinin asker vermesi
kutsal bir borçtur. Ancak şimdiye kadar olduğu gibi memleketin türlü bölgelerinin mevcut
nüfusuna bakılmayarak, kimisinden kaldırabileceğinden fazla, kimisinden ise az asker
istenmiştir ki, bu ise hem düzensizliğe sebep olmakta, hem de ziraat ve ticaret gibi işleri
aksatmaktadır. Kaldı ki askerliğe gelenlerin, hayatlarının sonuna kadar askerlik yapmak
zorunda olmaları, kendilerinde ruhî yorgunluk doğurmakta ve ailesiz bırakmaktadır.
"Bu zararları önlemek için imparatorluğun her bölgesinden gerektiği vakit istenecek asker için
bazı iyi usuller kabul edilmesi ve askerlik müddetinin dört beş sene olarak bağlanması
gereklidir.''

Bu sözlerle belirtilen tedbirlerin alınması için 6 Eylül 1843'te bir kanun çıkarıldı. Kanunun
maksadı şu hükümlerle açıklandı:

''Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu sükûnetli ve asayişli durum, askerlerinin silâh altına
çağrılma ve çalıştırılma yollarının akıl ve adalete uygun bir şekilde tamamlanmasına imkân
vermiş ve aşağıdaki maddeler padişah tarafından onanmıştır:

''Nizamî askerliğin süresi beş yıl olarak bağlanmıştır. Beş yıl ödevden sonra bırakılan nizamî
askerler yedi yıl redif sınıfında hizmet görecekler ve her yıl bir ay nöbetle bağlı oldukları
kazalar merkezlerine çağrılacaklardır. Her yıl Martının birinci günü, nizamî askerler her
ordunun beşte biri nispetinde yenilenecektir. Bırakılmaya hak kazanan askerlerin isimlerini
taşıyan cetveller bu zamanda tertiplenerek yerlerini alacak yeni askerlerin gelişi nispetinde
eski askerler bırakılacaklardır.

''Bundan böyle subaylar üzerlerine sivil memurluklar alamayacaklardır. Osmanlı toprakları,
genişlik ve coğrafya durumu göz önünde tutularak, beş büyük orduya ayrılacaktır: Hassas
askerlerinden kurulan birinci ordu, Dersaadet ordusu denilen ikinci ordu ve sırasıyla Rumeli,
Anadolu, Arabistan orduları.''

Bu maddeler Osmanlı Devleti' nin askerlik sistemini baştan başa değiştiriyordu. Ocak
usulünde karyerli askerlik kaldırılıyor, yerine kur'a usulü konuyordu. Avrupa ordularının silâh
ve eğitim usulünden başka, kuruluş kadroları da alınıyordu. Piyade, süvari ve istihkâm
birlikleri için Fransız talimatnameleri alındı, topçu birlikleri ise Prusya subayları tarafından
Prusya eğitimine göre yetiştirilmeye başlandı. 1844'ten sonra yirmi yaşına varmış delikanlılar
kur'a usulü ile ve isteyenler gönüllü olarak orduya alınmaya başladılar. Memleket, askerlik
bakımından bölgelere ayrıldı. Her bölgeden alınacak askerin sayısı o bölgenin genişliği ve

nüfusu ile uygun bir sayıya bağlandı. Her aileden ancak bir kişinin askere alınması usulü
kabul edildi.

Bu güzel usul evvelâ imparatorluğun Müslüman tebaası için kabul edildi. Hâlbuki Gülhane
hattı, Müslüman tebaa ile Hristiyan tebaa arasında kanun yönünden eşitlik prensibini kabul
etmişti. Tanzimat'a gelinceye kadar imparatorluğun Hristiyan tebaası askerlik yapmazdı. Bu
ödevden muafiyetine karşılık olarak cizye verirdi. Askerlik ve haraç, Osmanlı tebaasının iki
bölüme ayrılmasına ve kaynaşmamasına sebep olurdu. Tanzimatçılar bu duruma son vermek
istediler. 1847'de Rumlar deniz kuvvetlerinde hizmete çağrıldılar. Aynı yıl, Hristiyan tebaanın
deniz ve kara ordularında askerlik yapmasını kabul eden bir kanun tasarısı hazırlandı.
Hristiyanlar askerlik hizmetine mukabil cizye vermekten muaf tutulacaklardı.

Askerlik alanında yeni düzeni sağlamak için alınan bütün bu tedbirler, âdil ve haklı olmakla
beraber, Müslüman ve Hristiyan tebaa tarafından tenkide uğradı ve kargaşalık doğurdu.
Müslüman tebaadan henüz göçebe halinde yaşayan, fakat dağlık bölgelerde yarı bağımsız bir
hayat sürenler, askerlik ödevini kabul etmek istemediler. Bu yüzden Anadolu ile Rumeli'nin
dağlık taraflarında ve Lübnan'da ayaklanmalar oldu. Bu ayaklanmalar er geç bastırıldı ise de,
adı geçen yerlerde askerlik ödevi hiçbir sempati kazanmamakta devam etti.

Hristiyan tebaaya gelince, din sebepleri yüzünden nefret ettiği İslâmlarla yan yana askerlik
yapmaya hiç de hevesli görünmediler. Kaldı ki yüzyıllardan beri askerlik yapmadıkları için,
bunlarda silâh sanatına karşı bir isteksizlik ve kabiliyetsizlik de vardı. Bu ciheti göz önünde
bulunduran Bâb-ı âlî, Hristiyanların askerlik ödevi yapmaları ile ilgili kanunu bir müddet için
sonraya bırakmayı uygun buldu.

Askerlik bakımından tebaanın farklı muameleye tâbi tutulması, Gülhane hattının yapmak
istediği eşitlik prensibinin kısmen kâğıt üzerinde kalmasını neticelendirdi.

Gülhane hatt-ı hümâyununda eğitimden bahsedilmemiştir. Oysaki bu hatta işaret edilen
prensiplerin olsun, bu prensipler üzerine kurulan Tanzimat düzeninin olsun mukadderatı,
eğitimin karakteri ile ilgili idi. Yeni prensipler, yeni bir hayat görüşü ve yeni bir sosyete
düzeni manasını taşıyordu. Osmanlı cemiyetinin bunları benimsemesi, duygu ve düşünce
sisteminde de yeni değerlere varmasıyla olabilirdi. Böyle değerlere vardıracak başlıca araç ise
eğitim idi.

Tanzimattan önce eğitimi sağlayan kurullar, kılık bakımından olduğu kadar çalışma konuları
ve çalışma metotları bakımından da zamanın gerçeklerine uygun değildi. Genel eğitim
medreseye bırakılmıştı.

Devletin memur ihtiyacını enderun mektebi, orduda subay ve uzman ihtiyacını da Mahmut II
devrinde kurulan harp ve tıp okulları sağlamakta idi.

İlk öğretim yapan mektep ile yüksek okul ve üniversite vazifesini gören medrese tamamen
ulemanın idaresinde idi. Bu sebeple de ilk ve yüksek öğretime din tesiri hâkimdi. Öğretimin
yapısı, kişinin iç ve mistik âlemini işlemek, amacı ise kişinin Tanrı yanında selâmetini
sağlayacak din yollarını öğretmek ve belletmek idi. Kişisel karakter taşıyan bu öğretimde
tabiat ve cemiyet olaylarına hiçbir yer ve değer verilmemişti.

Mekteplerde çocuklara din bilgisi, ahlâk ve Kur'an'dan başka, biraz yazı ve aritmetik
öğretiliyordu. Bu bilgi bir insana hayatta gerekli olan en az bilgiden de azdı. Medreselerde ise
gramer, sentaks, lojik, metafizik, geometri ve astronomi gösterilmekte idi. Tarih, coğrafya,
arkeoloji ve müspet ilimler tamamen bir tarafa bırakılmıştı. İlimde tek sağlam usul olan
görme, inceleme ve kritiğe ise hiç önem verilmemişti.

Böyle bir öğretim yapısı ve usulü ile dünyadan çok ahrete, insandan çok Tanrı'ya yakın
bilginler yetişiyordu. Bunlar akıl ve mantık ile ispatı mümkün olmayan bütün din
problemlerini medresenin özel mantığı ile ispat ettiklerini sanıyorlar, fakat tabiat ile cemiyet
olayları karşısında ilk insanların hayret ve şaşkınlığı içinde yuvarlanıp gidiyorlardı.
Mahmut II devrinde bu eğitimin yetersizliği anlaşıldı ise de, gerçek ihtiyaçları karşılayan bir
eğitim düzeni sağlanamadı. İlk öğretimin mecburîliği prensibi sözde kaldı. Rüşdiye okulları

geliştirilemedi. Devletin memur ve asker gereçlerini gidermek için kurulan yüksek okullar, yalnız Doğulu ve Batılı tesirleri bir arada sürükleyen melez kurullar halinde gelişmeye devam ettiler.

Tanzimat adamları, eğitimin önemini kavramalarına rağmen ilk yıllarda başka işlerle meşgul oldular. 1845'te Abdülmecit bir gün Bâb-ı âlî'ye giderek sadrazama ve büyük memurlara eğitim problemi üzerinde çalışılması gereğini şu sözlerle anlattı: ''Sana (sadrazama) ve bütün bakanlara tebaamın refah ve saadeti için lâzım gelen tedbirleri îtimâd-ı tam dairesinde düşünmenizi ve görüşmenizi emrediyorum. Bu yolda ilerleme, din işlerinde olduğu kadar dünya işlerinde de cahilliğin kaldırılmasına bağlı olduğundan, ilim ve fen ve sanat öğretimini sağlayan okulların kurulmasını ön plâna alınacak işlerden sayıyorum.'' Padişahın eğitim hakkındaki emirlerini yerine getirmek üzere bir eğitim ve öğretim programı düzenlemek için özel bir komisyon kuruldu. Sonraları şeyhülislâm olan Arif Hikmet Efendi, vak'ayazar Sait Efendi, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Ali Efendi, Divan Birinci Tercümanı Fuat Efendi gibi yenilik fikirlerine taraftar olanlar bu komisyona girdiler. Komisyonun eğitime verilmesi gereken karakter hakkındaki çalışmaları bir kanuna bağlandı. Bu kanunla medresenin dışında, devletin kontrolü altında bir darülfünunun kurulması, orta okulların açılması, bu okullarla ilk okulların ulema elinden alınarak devlete verilmesi kararlaştırıldı. Kanunun yayımlanmasından sonra çıkarılan bir hat ile eğitim işlerinin yürütülmesi ve kontrolünü takip etmek maksadıyla bir de ''Meclis-i Daimî-i Maarif-i Umumiye'' kuruldu.

Bu meclis ilk, orta ve yüksek öğretim kurullarını medresenin nüfuzundan kurtararak devletin otoritesi altına almaya çalıştı. Medreselere gelince, Tanzimattan önceki karakterlerini muhafaza ettiler. Bu suretle eğitim alanındaki çalışmalar, yeniçeri ocağının kaldırılmasından önce, orduda yapılmak istenen düzene benzer bir durum yaratmış oldu. Medrese, yeniçeri ocağı gibi, bütün yeniliklere karşı gelerek ve bünyesinde hiçbir değişiklik kabul etmeyerek, varlığını korumak istedi. Medresenin dışında kurulan okullar da yavaş yavaş Batılı şekil ve usullere kaydılar. Neticede, Tanzimat devrinde eğitim birliği sağlanamadı. Batılı zihniyetle çalışan okullar yanında Ortaçağ düşüncesinin temsilcisi medrese yan yana yaşamaya ve birbirlerini inkâr eden nesiller yetiştirmeye devam ettiler. Devletin kurduğu okullardan nesiller yetiştikçe, medresenin itibar ve kredisi azalmaya başladı. Fakat devletin temeli din olmakta devam ettiği için, medreseler, hiçbir faydaları olmadıktan başka, zararları dokunmalarına rağmen kaldırılmadı. Eğitim ve öğretimdeki bu ikilik Cumhuriyet devrine kadar sürdü durdu.

Osmanlı İmparatorluğu'nu yıkılmadan kurtarmak veyahut onu Batı medeniyetine yaklaştırmak için devletçe yapılan çalışmalar arasında ''Edebiyatta Tanzimat'' diye bir problem yoktur. Fakat 18'inci yüzyılda başlayan ıslahat hareketleri ve Gülhane hattı prensiplerinin bütünü edebiyatta bir Tanzimat hareketi doğurmuştur. Tarih yönünden edebiyatta Tanzimat, yalnız bir sanat ve sanatçı işi değildir. Batı'nın teknik, haklar ve siyaset değerlerine ortak olmayı kabul eden Osmanlı cemiyetinin, onun dünya görüşünü, hayat anlamını, duygu ve düşüncelerini ifadede kullandığı şekilleri benimsemeye başlaması, edebiyatta Tanzimat olayını anlatır.

Tanzimattan önce Osmanlı İmparatorluğu'nda bilim ve sanat çalışmaları din telâkkileri ile sınırlandırılmıştı. İslâmlığın yalnız ahreti sağlayan bir sistem olmayıp dünya hayatını da düzenlemesi, medreseyi her türlü bilimlerin ve bu arada edebiyatın da önderi yapmıştı. Medrese, öğretim dili olarak Arapçayı, edebiyat dili olarak Arapça, Farsça kelime ve kurallarıyla yoğrulmuş Osmanlıcayı, edebiyat ideali olarak da dünya ve sosyete ile bağıntısı bulunmayan mücerret bir âlemin değerlerini kabul etmişti. Medresenin tesir sahası dışında kalan büyük Türk topluluğunun duygu ve düşüncelerini öz dilinde ve çok kere mistik eğilimlerin dışında belirtmesi, Osmanlı cemiyetinde edebiyatın, divan edebiyatı ve halk edebiyatı bölümlerine ayrılmasını neticelendirmişti. Osmanlı Devleti'nin mukadderatında rol

sahibi bilgin ve aydınların edebiyatı, divan edebiyatı idi. Osmanlı Devleti, siyasette olduğu kadar ilimde de kendi yeterliğine inandığı müddetçe, Osmanlı bilginleri ve aydınları, Batı dünyası ile düşünce bağıntıları kurmayı küfür saydılar. Fakat Osmanlı ordularının Batı orduları karşısında devamlı yenilgileri, Osmanlı devlet adamlarına ilkin Batı'nın bu alandaki üstünlüğünü kabul ettirdi. Daha sonra Batı'nın teknik ve haklar alanındaki üstünlüğünü de tanıttı. Bunun neticesi olarak, Osmanlı Devleti'nin kurumlarını yenilemek, Batı'nın bazı kurumlarının alınmasıyla kuvvetlendirmek gereği anlaşıldı ve bu maksadın sağlanması için eğitimde Batı programlarıyla Batı usulleri kabul edildi. Batı'dan öğretmenler getirtildi. Yüksek okulların öğretiminde yabancı dil öğrenmek mecburiyeti kondu ve Avrupa'ya öğrenciler gönderildi. Bütün bu hareketler Avrupa ile araçsız bir bağıntı sağlamakta tesirli oldular. Yabancı dil öğrenenler ve Avrupa okullarında okumaya gidenler için, yalnız uzman olarak yetişmek istedikleri alanın kaynakları değil, fakat Avrupa düşünce ve sanat âleminin bütün kaynakları da açık hâle gelmiş oluyordu. Bu kaynaklardan faydalanmak imkânını bulan Türk gençleri, İslâmlığın taşlaşmış ve kalıplaşmış bilim ve sanat değerlerini de taşıyorlardı. Avrupa'nın düşünce dünyası ile temas, onlarda Batı ile Doğu değerleri arasında bir savaşın başlamasına yer verdi. Neticede, Batı'nın değerleri, Doğu'nun değerleri yanında yerleşmeye başladı. Bununla beraber, Tanzimat bilginlerinden Avrupa'yı tanıyanlar tam manasıyla Batılı adam olamadılar. Divan edebiyatının şekillerine, Doğu'nun mistik felsefesine kısmen bağlı kaldılar. Fakat Batı kaynaklarıyla sağladıkları temas neticesinde, Batı'nın edebiyat ve sanat şekillerini, hatta bu edebiyat ve sanatın konularını ve bu konuların işleyen şeklini benimsemeye başladılar. Osmanlı edebiyatı, bu suretle, mücerretliğinden kurtuldu. Ahret istikametindeki yürüyüşünden, tabiat ve sosyete istikametine saptı. Fakat Tanzimat bilgin ve aydınları, İslâmlığın felsefesiyle yoğrulmuş oldukları için, Tanzimat edebiyatında türlü yönden din değerlerine yer vermekte devam ettiler. Bu sebeple, devletin ve cemiyetin diğer alanlarında yapılan yeniliklerde gördüğümüz ikilik, Tanzimat edebiyatında sürdü. Osmanlı İmparatorluğu'nda yapılan yeni düzen hareketlerinin kuvvetli tepkiler uyandırması kesin bir kural hükmünde idi. Tanzimattan önce gerçekleştirilmek istenen bu gibi hareketler yüzünden isyanlar ve ihtilâller çıktığı, hükûmet ve saltanat değişmeleri olduğu bilinmektedir. Fakat Tanzimat öncesi yeni düzen hareketleri, bazı müesseselerin veyahut şekillerin değişmesi manasını taşıdığı için, bu hareketlere karşı doğan tepki hiçbir zaman bütün imparatorluk halkını ilgilendirmemiştir. Selim III devrinde olsun, Mahmut II zamanında olsun, Batılılaşma çalışmalarını fena gözle görenler, Müslüman tebaadan, geri düşünceli olanlardır. Hristiyan tebaa, daha doğrusu, reaya, Batılılaşma çalışmalarını lâkaydiyle karşılamıştır. Yabancı devletler arasında ise Batılılaşma hareketlerine karşı düşmanca durum takınan olmamıştır.

''Tanzimat'', kendinden önce yapılmış yenilik hareketlerinin bir tekrarı olmadığı ve yeni prensipler getirdiği için, genel bir ilgi uyandırmıştır. Bütün imparatorluk halkı ve hatta yabancı devletler, bu prensiplerin yürürlüğü karşısında Tanzimatın lehinde veya aleyhinde bir tavır takınmak mecburiyetini duymuşlardır.

Gülhane hatt-ı hümâyununun metnindeki açıklık ve sadelik, prensiplerindeki doğruluk, çekici idi. Herkes hayatına, malına ve parasına, evindeki çoluk çocuğuna tamamen sahip olacak, kanun gibi kuvvetli bir koruyucusu olacaktı. Mahkemelerde küçük ve büyük, zengin veya fakir, eşit tutulacak, rüşvet, hakkın açıklanmasında tesir etmeyecekti. Böyle bir durum, İslâm ve Hristiyan, bütün tebaa için huzur ve güvenlik sağlıyordu. Bu sebepledir ki, Gülhane hattının okunması, ilk anlarda memleketin içinde ve dışında sevinç ve ümitle kutlandı. Fakat Gülhane hattının prensipleri kâğıt üzerinden iş haline konulmaya başlayınca, türlü istikametlerden sesler yükseldi.

Başlıca itiraz, cahiller sınıfından geldi. Tanzimattan önceki yenilik hareketlerine karşı tutturulan nakarat yine başladı: Şeriat elden gidiyor; Hristiyan tebaa ile İslâm tebaa arasında eşitlik nasıl olur? Zaten devletin gerilemesi hep Hristiyanlara yüz vermekten ve onların

âdetlerini kabul etmekten ileri gelmiyor mu? Bu suallerle başlayan hoşnutsuzluk, gittikçe
artmaya başladı.

Tanzimatın halk arasında ne şekilde anlaşıldığını göstermek için, Abdurrahman Şeref şu
fıkrayı anlatır:

''Galata'da Voydova karakolunda kudemadan bir tabur ağası var imiş. Hristiyan ahali ara sıra
bir Müslüman yakalayıp karakola götürür ve bana gâvur dedi diye mücazatını istermiş. Tabur
ağası, 'Ay oğul anlatamadık mı? Şimdi gâvura gâvur denmeyecek. Söyleye söyleye dilimizde
tüy bitti' diye kabahatliyi tekdir ve tevbih eylermiş.''

Hükûmetin Mısır meselesini çözmek için yabancı devletlerle anlaşması bile Tanzimat
düşmanları tarafından tenkit edildi. Padişahın Frenkleştiğinden, Mehmet Ali Paşanın ise İslâm
kaldığından bahsedildi. Arnavutluk'ta, Aydın'da ve daha başka eyaletlerde padişahın itikatsız
olduğu, vükelânın ve en çok Mustafa Reşit Paşanın kâfirler tarafından satın alınmış bir kimse
olduğu ileri sürülüyordu.

Eski rejimin kurallarına ve istibdada alışmış devlet kodamanları da, cahil halka uyarak,
kudretleri nispetinde Tanzimat düşmanlığı yapmaya başladılar. Mustafa Reşit Paşadan önce
sadrazamlıkta bulunmuş olan Koca Hüsrev Paşa, Rauf Paşa, Darendeli İzzet Mehmet Paşa,
Tanzimat prensiplerini hiçe saymak istediler. Valilerin çoğu bu paşaların psikolojisinde idi.
Aralarında en bilgini, hareketlerinin kanunla sınırlandırılmış olmasına kızarak odasında
kılıcını çekip ''ah Tanzimat, ah Tanzimat! diye mindere vurmakla hırsını ve hiddetini
gidermeye çalıştı.'' Damat Sait Paşa, rüştiye okullarında coğrafya derslerinde öğrencilere
gösterilen haritaların, kâfir âdeti olduğunu, şeriatın buna cevaz vermediğini padişahın önünde
şikâyet etmekten çekinmedi.

Tanzimata karşı gelenler arasında eski rejimden faydalananlar da vardı. Mültezimler kolayca
zengin olmalarını sağlayan usullerin kaldırılmasından çok şikâyetçi oldular. Tanzimatı
kötülemek için onlar da Hristiyan tebaaya verilen hakların şeriata aykırı olduğunu, devlet
idaresinde yürütülmeye başlayan yeni usullerin kâfir âdetleri olduğu düşüncesini yaymaya
başladılar. İşin tuhafı, Tanzimat, ilk anlarda Hristiyan tebaadan bazıları tarafından da tenkit
edildi.

Gülhane hattının okunmasında hazır bulunun Rum patriği, Gülhane hattı okunup da kırmızı
atlastan yapılmış keseye konunca, ''İnşallah bir daha bu keseden dışarı çıkmaz'' sözüyle
hoşnutsuzluğunu göstermişti. Hristiyan tebaadan Rumların Tanzimatı beğenmemelerine sebep
şu idi: Rumlar Hristiyan tebaa arasında imtiyazlı bir duruma maliktiler. Onlar bir dereceye
kadar Osmanlı idaresine iştirak ettirilmişlerdi. Divan-ı hümâyun tercümanlıkları, elçilik
heyetleri tercümanlıkları Rumlara verilmekte idi. Eflâk ve Buğdan beyleri, İstanbul'un Fenerli
Rumları arasından seçilirdi. İstanbul'daki Fener Rum Patriği, Osmanlı İmparatorluğu'nun
bütün Hristiyan tebaasının din yönünden yönetimini sağlamakla ödevlendirilmişti. Rumlar,
Ermeni, Yahudi ve daha başka Hristiyan tebaanın malik olmadığı bu imtiyazlarının, Gülhane
hattındaki prensiplerin yürütülmesiyle suya düşeceğinden kuşku duymakta idiler. Rumların
dışında kalan Hristiyan tebaa da, Tanzimatın gelişmesi sıralarında, Gülhane hattının tebaa
eşitliğini belirten prensibinin gereği gibi yürütülmediğini ileri sürerek, kendileri için yeni
haklar istemeye kalktılar. Hristiyan tebaanın da Müslüman tebaa gibi her alanda kolaylıkla
memnunluğunu sağlamak mümkün değildi. Yeni düzenin meyvelerini vermesi için alınan
tedbirlerin gelişmesini beklemek gerekli idi. Hristiyan tebaa, refah bakımından İslâm tebaa
kadar ve bazı yerlerde ondan daha refahlı bir durumda olmasına rağmen, siyasî haklara
kavuşmak için yabancı devletlere baş vurmaktan çekinmedi.

Ortodokslar Rusya'nın, Katolikler Fransa'nın, Protestanlar de İngiltere'nin araya girerek
Gülhane hattının kendilerine vermiş olduğu hakların yürütülmesinin teminini istediler.
Hâlbuki bu istekleri tebaanın kanun önünde eşitliğini kabul eden Gülhane prensibine aykırı
idi. Çünkü şikâyetlerini Bâb-ı âlî'ye yapmaları lâzım geliyordu.

Yabancı devletler, dinî duygulardan çok politika düşünceleriyle Osmanlı Devleti'nin Hristiyan
tebaasının müracaatlarını kabul ettiler; Rusya, İngiltere, Fransa ve Avusturya kendi devlet
yapıları ve Osmanlı İmparatorluğu'ndaki çıkarlarına göre Tanzimat hakkında birer durum
takındılar.

Rusya ile Avusturya, liberal devlet düşüncelerine düşman oldukları için, İngiltere ile
Fransa'dan sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun meşrutiyet hükûmetine benzer bir rejim kabul
etmesini istemiyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu teşkilât bakımından değilse bile, içine aldığı
türlü milletlerle, bir de bunlarla devlet arasında mevcut münasebetler bakımından, Rusya ile
Avusturya'ya benziyordu. Osmanlı Devleti'nin meşrutiyet idaresini kabul etmesi, Avusturya
ve Rusya'nın idaresinde bulunan milletler için bir örnek olabilirdi. Kaldı ki, Tanzimat
rejiminin Türkiye'yi içine düşmüş olduğu uçurumdan kurtarması ve kuvvetlendirmesi de
kabildi. Bu ise Rusya ile Avusturya'nın Osmanlı İmparatorluğu aleyhindeki genişleme
emellerine engel olacaktı. Tanzimat hakkında aynı düşüncede olmalarına rağmen Rusya ve
Avusturya, Tanzimatın yürürlüğünü önlemek veyahut faydasız kılmak için ayrı metotlara
başvurdular:

Rusya, Tanzimatı Osmanlı İmparatorluğu'nun iç işlerine karışmak için bir vesile olarak kabul
etti. Ortodoks tebaanın Gülhane hattı prensiplerinin tatbik edilmediği yolundaki şikâyetlerini
doğru bularak Osmanlı hükûmetine akıl öğretmeye kalktı. Nitekim işlerine gelmediği için
Sırp knezi Miloş'un yerine Mihail'i tayin ettirdi (1839).

Fakat birkaç yıl sonra Mihail'in zalimliğini ileri sürdü ve yerine Kara Yorgi sülâlesinden
Aleksandr'ın knezliğini temin etti (1842).

Ruslar, Bulgarların baskı altında bulunduğunu ileri sürerek, Tanzimatın Bulgaristan'da süratle
ve lâyıkıyla yürütülmesini istediler.

Avusturya'ya gelince, Tanzimata açıktan açığa muhalifliğini ilân etti. Fakat bu muhaliflik,
sözde Türkiye'nin kuvvetli olmasını istediğinden idi. Avusturya Başvekili Prens Meternih,
Avrupa usullerinin Türkiye'yi zayıf düşüreceğini ileri sürerek, Türklerin eski rejime bağlı
kalmaları gerektiğine inanıyordu. Bu inancını belirten düşüncelerini Avusturya'nın
İstanbul'daki elçisi Aponyi'ye gönderdiği şu mektupta okuyoruz:

''Herhangi bir durum türlü şartlardan doğar. Bunlar arasında eski halleri ön plana almak
lâzımdır.

''Devletin yapısını kemiren bir hastalığın açık belirtisi olarak sayılan Mısır isyanından Bâb-ı
âlî'nin daha yeni kurtulduğu bu sırada, yukarıdaki genel gerçek en çok Osmanlı Devleti için
doğrudur. Osmanlı Devleti, alçalma ve çökme durumundadır. Şurasını gizlemeye
çalışmamalıdır ki, çökme sebepleri arasında ilk temelleri Selim III tarafından atılıp son
padişahın ancak derin bir cahillik ve yetersiz bir hayale dayanan Avrupa tarzındaki yeni düzen
hakkındaki düşünce ve tasarılarını söylemek lâzımdır.

''Bâb-ı âlî'ye şu suretle hareket etmesini tavsiye ederiz:
''Hükûmetinizi, varlığınızın temeli olan ve padişah ile Müslüman tebaa arasında başlıca bir
bağıntı teşkil eden dinî kanunlara saygı esası üzerine kurunuz. Zamanın ihtiyaçlarına göre
hareket ediniz ve zamanın doğurduğu ihtiyaçları göz önünde tutunuz. Yönetim işlerinizi
düzene koyunuz ve düzeltiniz. Lâkin âdetlerinize ve yaşayış tarzlarınıza uymayan bir idare
usulü kurmak için eski idareyi yıkmayınız.

''Aksi takdirde, padişahın yıktığı ve harap ettiği şeylerin değerini yerine koydukları kadar
bilmediğine inanmak gerekir.

''Avrupa medeniyetinden, sizin kanun ve nizamınıza uymayan kanunları almayınız. Çünkü
Batı'nın kanunları hükûmetinizin temeli olan kanunların dayandığı usul ve kurallara kat'iyen
benzemeyen kaideler üzerine kurulmuştur. Batı memleketlerinde temel olan şey, Hristiyan
kanunlarıdır. Siz Türk kalınız. Lâkin madem ki, Türk kalacaksınız, şeriata uyunuz. Diğer
dinlere karşı şeriatın size gösterdiği kolaylıktan faydalanınız. Hristiyan tebaanızı tamamıyla

himayenize alınız. Onların paşalar tarafından ezilmesine engel olunuz. Bu tebaanın din
işlerine karışmayınız. İmtiyazlarına saygı gösteriniz. Gülhane hattındaki vaitlerinizi tutunuz.
''Bir kanunun yürürlük şartlarını sağlamadan önce onu ilân etmeyiniz. Doğrulukta ve hak
yolunda ilerleyiniz. Fakat bunu yaparken, Batı'nın efkâr-ı umumiyesine önem vermeyiniz. Siz
bu efkâr-ı umumiyeyi, Avrupa'nın genel sesini anlamıyorsunuz. Eğer ilerleme yolunda bilgi
ve anlayış ile hareket ederseniz, Avrupa efkâr-ı umumiyesinin değerli kısmı lehinizde
olacaktır.

''... Sözün kısası, biz Osmanlı hükûmetini, kendi idare tarzını düzene koymak için yaptığı
işlerden vazgeçirmek istemiyoruz. Lâkin hâl ve şartları, Türk İmparatorluğu'nun hâl ve
şartlarına uymayan Batılı hükûmetleri kopyaya değer bir örnek sayarak, ona göre düzen
yapılmasını, esaslı kanunlarının Doğu'nun âdetlerine uymayan hükûmetleri taklit ve bugünkü
şartlarda her türlü yaranma kuvvetinden mahrum olup İslâm memleketlerinde zarardan başka
bir netice doğurmayacağı belli olan ıslahatı kabul ve tatbik etmemesini tavsiye ederiz.
''Acaba beni hayalât-ı siyasiyeye ittiba etmekle mi itham edeceklerdi? Varsın öyle olsun."
İngiltere ile Fransa'nın Tanzimat karşısında aldıkları durum, Rusya ile Avusturya'nınkinden
farklı idi. İngiltere, Rusya'nın Büyük Britanya İmparatorluğu'nu tehlikeye düşürecek şekilde
genişlemesini isteyemezdi. Hindistan'a giden ticaret yollarından ikisi Osmanlı topraklarından
ve denizlerinden geçmekte idi. Bu yolların Türkler elinde bulunması, İngiltere için bir garanti
idi. Çünkü Türklerin yeni fetihler yapmak devri geçmişti. Fakat bu garantinin sağlam ve
devamlı olması için Türklerin imparatorluklarının toprak bütünlüğünü muhafaza edecek kadar
kuvvetli olmaları lâzımdır. Tanzimat, Türkiye'ye muhtaç olduğu bu kuvveti sağlamak
amacıyla yapıldığı için, İngiltere, Tanzimata sempati gösteriyordu.

Fransa'ya gelince, Akdeniz memleketi idi. Fransa'nın refahı Akdeniz'de ve Osmanlı
İmparatorluğu'nda yüzyıllardan beri muhafaza ettiği imtiyazlı durumla sıkı sıkıya ilgili idi.
Rusya'nın Büyük Petro'dan beri başlıca siyaset amacının Doğu Akdeniz'e çıkmak olduğunu
Fransızlar çok iyi biliyorlardı. Böyle bir hareket, Fransız çıkarlarına büyük bir engel
yaratacaktı. Bu sebepledir ki, Fransızlar da, İngilizler gibi, ihtirasları gittikçe artan kuvvetli
bir Rusya'nın karşısında kuvvetli bir Türkiye görmek istiyorlardı. Tanzimat hareketini sempati
ile karşılamalarının açık sebebi bu idi.

İngiltere ve Fransa, Tanzimatın başarı ile geliştirilmesine taraftar olmakla beraber, siyasî ve
iktisadî çıkarları için ondan faydalanmak yolunda, Rusların ve Avusturyalıların tuttukları yolu
tuttular:

Fransızlar Katolik tebaa, İngilizler de Protestan tebaa için müdahalelerde bulundular. Hatta
Tanzimat düzeninin yeter derecede gelişmediğini ileri sürerek, Osmanlı hükûmetine devamlı
bir şekilde akıl hocalığı bile etmeye kalkıştılar. Bu suretle, başlangıçta Osmanlı hükûmetinin
kendi isteğiyle başlamış olduğu bu düzen, yabancı devletlerin artan müdahaleleri yüzünden,
onların istek ve ısrarıyla yapılan ve yürütülen bir hareket olarak gözükmeye başladı.
Gülhane hattında geçen prensiplerin değerlendirilmesi için memleket yönetiminde de köklü
bir değişiklik yapılması gerekiyordu. Tanzimat öncesinde memleket yönetimi çığrından
çıkmış bir durumda idi. Eyaletlerde, devlet otoritesine karşı sık sık isyanlar çıkması, yönetim
rejiminin bozukluğunu açığa vurmaktadır.

Selim III Yakınçağların başında ilk olarak bu rejimi düzenlemeye çalıştı. Memleket
yönetiminin temel yapısına dokunmaya cesaret edemedi. Tımar ve zeamet usulü ile vezirler
kanunnamesini yeni şekillere sokmakla yetindi. İyi niyetle yapılmasına rağmen, bu düzen
umulan sonuçları vermedi.

Mahmut II devrinde de bir aralık memleket yönetiminin düzenlenmesine çalışıldı. Fakat temel
yapıya dokunulmadığı için, yönetim alanında anarşi sürdü durdu.

Gülhane hattının ilânıyla başlayan Tanzimat devrinde ise, memleket yönetimi problemi daha
temelli olarak ele alındı. Memleketin eyaletlere bölünmesine devam edildi. Eyaletler,
sancaklara, sancaklar kazalara, kazalar da köyleri içlerine alan nahiyelere bölündü. Eyaletlerin

yönetimi valilere bırakıldı. Her valinin yanına, bölge kuvvetlerine komuta edecek bir muhafız ile mal işlerini çevirecek bir defterdar verildi. Bundan başka, Fransa'daki departman meclisleri örnek alınarak, bazı sancaklarda meclisler kuruldu. Vali veya muhassılın başkanlığında kurulan bu meclislerde her sınıf halkın cins ve mezhep ayrılığı düşünülmeksizin bir nispet içinde temsil edilmesi sağlandı. Bu suretle ortaya çıkan yeni memleket yönetimi sisteminde valinin eskiden hudutsuz gibi görünen görevleri, bir taraftan muhafız ve defterdarın, diğer taraftan da meclisin görevleriyle çevrilmiş oldu. Meclis, valilerin yardımcısı olmaktan başka, onların ezici ve haksız işler yapmasını önlemek gibi bir maksatla da kurulmuştu. Valiler, bölgenin yönetim, mal ve adalet ile ilgili bütün işleri hakkında meclis tarafından ileri sürülecek düşünceleri dinlemek ve uygulamak zorunda idiler. Bu yönetim şekli, bütün imparatorlukta aynı zamanda yürürlüğe konamadı. İlkin Rumeli'de Elviye-i selâse denilen, Yanya, Tırhala ve Manastır vilâyetlerinde, Anadolu'da Diyarbakır ve Erzurum'da tatbik edildi. Daha sonra da bütün vilâyetlere yaydırıldı. Devlet otoritesini imparatorluğun her tarafında üstün kılmak gibi maksatla yapılan bu düzen, birçok itirazlarla karşılandı. Eski rejimden faydalanan zorbalar itiraz edenlerin başında gelmekte idi. Hristiyan halk, sancak meclislerinde yeter derecede temsil edilmediklerinden şikâyetçi idiler. Avrupa büyük devletleri de bu şikâyetlerinde Hristiyan halkı desteklemekten geri kalmıyorlardı. Osmanlı hükûmeti, zamanla artacak olan bu şikâyetlerin önüne geçmek için barış antlaşmasından daha etraflı bir memleket yönetimi idaresi sağlamaya çalıştı. Tanzimat, Osmanlı İmparatorluğu'nun Yakınçağlar tarihinde çok önemli yer tutar. Bazı bilginler, bu hareketi Türk cemiyetinin Batı cemiyetlerine yaklaştırılması yolunda bir başlangıç olarak alırlar. Hâlbuki Osmanlı İmparatorluğu'na Batı dünyasının tesirleri, Tanzimattan yüzyıl önce, Ahmet III zamanında girmeye başlamıştır. Bu sebeple Tanzimatı, Osmanlı Devleti'nin yenilmesi için yapılan çalışmaların bir başlangıcı olarak değil, fakat bu çalışmaların bir merhalesi olarak almak daha doğrudur. Bununla beraber, Tanzimattan önce yer alan yeni düzen hareketleri ile Tanzimat arasında karakter bakımından köklü birtakım farklar vardır. Tanzimat öncesi yeni düzen hareketlerinde, Batı tesirlerinin perakende olarak girdiği ve devlet kurumlarının bazı bölümlerinde, bu tesirlerle ıslahat yapıldığı görülmektedi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder