12 Nisan 2016 Salı

Tarih Subjektif ve Edebidir

Tarihçi geçmişi kurgular.
Belgelere dayansa da, tarih yazımında tarihçinin imgelemi
etkili olur. Tarih bu anlamda gerçekçi değildir.
Tarihçinin anlatısal söylemi (narrative discourse) sözcüğün yerleşik anlamında bilimsel değildir, edebi esere daha yakındır.

HAYDEN White’ın 19. yüzyıl Avrupa’sındaki tarih bilincinin, tarihsel düşüncenin ve tarihsel imgelemin ‘derin yapı’sını incelediği Metatarih başlıklı eseri, gerçekte tarihin bilim olma iddiasına kuşkuyla yaklaşan, bu iddiayı sorgulayan ve bu niteliğinden dolayı yerleşik, akademik tarih anlayışına, geleneksel tarih okullarına kafa tutan bir çalışmadır. Metatarih, geleneksel anlayışa bağlı tarihçileri ne denli öfkelendirdi ise, yenilikçi okulca da o denli sevinçle karşılanmıştır. Yayınlanmasının hemen ardından Louis O. Mink, ‘derin düşünceli bütün tarihçilerin bu kitap çevresinde düşüncelerini gözden geçirmeleri gerektiği’ yazmıştı. Dominick LaCapra ise Metatarih’in, tarihçileri ‘dogmatizm uykusu’ndan uyandırdığı görüşündedir.

Geleneksel anlayışın savunucuları anlaşılır nedenle Metatarih’i sevmezler. Beri yandan, kitap yayınlandığı tarihten itibaren başka disiplinlerden büyük ilgi görmüştür. Daha da ilginci, yayınlandıktan sadece altı yıl sonra, 1979’da Wesleyen Üniversitesi’nde düzenlenen bir konferansın konusu olmuştur.

Tarih nasıl yazılır?
Bu çığır açıcı eser 1965’de History and Theory dergisinde yayımlanan ‘Tarihin Yükü’ başlıklı denemeden doğdu. Başka deyişle, Hayden White bu denemesindeki argümanlarını geliştirdi ve beş yüz küsur sayfalık hayli hacimli bir kitaba dönüştürdü. Tezlerini daha sonra yazdığı ve Tropics of Discourse (Söylem Dönenceleri), Content of Form (Biçimin İçeriği) adlı kitaplarında bir araya getirdiği denemelerinde hem geliştirdi ve derinleştirdi, hem de Montaigne gibi, entelektüel hasımlarını tartışmaya kışkırttı. 1990’ların sonu tarihli Figural Realism’de (Figüral Gerçekçilik’de) eleştirel, kışkırtıcı, tartışma yaratıcı olmayı sürdürdü. Kitaptaki denemelerinde filolog Erich Auerbach’ın edebiyatta gerçeğin temsili konusundaki tezlerini tarih yazımı açısından ele aldı. Bir başka deyişle, Auerbach’ın gerçekçilik kavramının sözel bir ayna yaratma çabasından daha fazlasını ifade ettiği tezinin, onun değişik edebi metinler arasındaki ilişkileri incelerken çıkış noktası olarak aldığı figüralist modelin bir ölçüde tarih yazımı için de geçerli olduğunu ileri sürdü.

Laboratuardaki tarih
White denemelerinde, insanın yarattığı dünyayı retorik aracılığıyla tanımaya, kültürü dil aracılığıyla anlamaya çalışan ilk modern düşünür olan Vico’ya çok şey borçlu olduğunu belirtir. Metatarih’in harcında Foucault’nun, Nortrop Frye’ın Eleştirinin Anatomisi’nde arketiplere dayanarak geliştirdiği tipolojinin ve arketip olay örgüsü teorisinin, Kenneth Burke’ün mitlerin açıklanmasında başvurduğu analiz metodunun, Karl Mannheim’ın ideoloji teorisinin de payı vardır.

Geleneksel tarih anlayışı tarih biliminin tarihsel belgelerin nesnel bir tarzda araştırılması ve bunlardan elde edilen bilgilerin anlatılmasından ibaret olduğunda ısrar eder. Tarih yazımında bir anlamda ampirist bir yaklaşımın mümkün olduğunu düşünür. Buna göre, tarihçinin tutumu laboratuarda gözlem yapan bilim adamınınkine yakındır. Tarihçi de bilimsel ve nesneldir.

Metatarih’deki argümanlar öncelikle bu soy bir bilimsellik ve nesnellik iddialarına karşı geliştiriliyor. White, tarihin kurgusal boyuta sahip bulunduğunu ve bu özelliğinden dolayı edebiyata yakın durduğunu belirtiyor, tarih yazımı ile edebiyat arasındaki mesafeyi kaldırıyor.

Edebiyatın işlevi
Bilim niteliği taşımayan alanlarda dil ve dilsel biçimler önem kazanır. White bu nedenle tarihi dilsel biçim temelinde kavrıyor ve açıklıyor. Saussure sonrası dilbilim anlayışını tarihe uyguluyor ve ‘linguistik dönemeç’ olarak adlandırılan eğilimi temsil ediyor. White’a göre tarih yazımı dil aracığıyla gerçekleştirilen bir semiyotik bir etkinlik.

Tarihsel olarak düşünmek dil ile düşünmek demektir. Tarihçi söz sanatlarına, dilsel protokollere başvurur. Bunlar tarihsel metne yapısını kazandırırlar. Tarihsel anlamı yaratan da, tarihçinin kullandığı dilsel biçimdir. Tarihçi tarihsel malzemeyi ayıklar, seçtiği tarihsel olayları dil aracılıyla anlatı olarak düzenler, sonuçta edebi bir metin ortaya çıkar. Şu halde White’ın önemli yazılarından denemelerinden birinin başlığıyla söylendiğinde, tarihsel metin, ‘yazınsal sanat eseri’dir (literary artifact).

White tarihyazımındaki ve tarih felsefesindeki poetik öğeleri, tarihsel söylemdeki yazınsal bileşkeleri, bir tipoloji geliştirerek açığa çıkarmaya çalışıyor. Dilsel protokollere dayanarak oluşturulan dört temel tarihsel bilinç kipi ortaya koyuyor: Eğretileme (metafor), kapsamlama (synecdoche), metonomi (düzdeğişmece) ve ironi. White’a göre tarihçi tarihsel bilgiyi edebi türlere özgü kipler kullanarak anlatı (narrative) olarak örgütler. Tarihsel belgeleri ayıklar, bu belgelerdeki olaylar arasında seçme yapar ve ‘dilsel protokol’lere başvurarak bir anlatı kurar, böylelikle tarihsel alanı dilsel protokol ile canlandırır. Şöyle söyleyelim: Tarihçi geçmişi kurgular. Belgelere dayansa da tarih yazımında tarihçinin imgelemi etkili olur. Tarih, ‘tarihsel imgelem’le yazılır. Tarih bu anlamda gerçekçi değildir. Tarihçinin anlatısal söylemi (narrative discourse) sözcüğün yerleşik anlamında bilimsel değildir, edebi esere daha yakındır. Eğer tarih bir anlatı ise bu anlatının içindeki olaylar gerçekçi olarak yansıtılmış, nesnel ve gerçekçi bir tarzda yazılmış olamazlar. Yazılan tarih, epistemolojik açıdan bir nesnel bilgi içermez. Bu nedenle de tarih bildiğimiz anlamda bir bilim dalı değildir.

White böylelikle, gerçek kavramının evrenselleştirmesini, akılmerkezci bir dünya görüşünün hakikatin bütününü temsil etme ya da hakikatin anahtarını elde bulundurma iddialarını sorguluyor ve epistemolojik kuşkuculuğu kışkırtıyor. Aydınlanmacılar için akıl hakikatin tek ölçütüydü. Aydınlanma dönemi tarih felsefesinin temel niteliği ilerlemeye ve akla inanmasıydı. Bununla bağlantılı olarak, Aydınlanma döneminin temel tarihsel düşüncesi gerçekçiydi. Daha yerinde bir deyişle, gerçekçi bir dünya görüşü sunduğunu iddia ediyordu.

Kuşku ve yerginin yeri
Epistemolojik açıdan gerçekçilik iddiasında bulunmak şeyleri oldukları halleriyle ve bütünlük içinde kavradığını ileri sürmektir. Oysa tarih disiplininde farklı perspektifler hep olagelmiştir ve perspektiflerde birini tercih etmenin epistemolojik temeli yoktur. White, Aydınlanmanın sonlarında tarihsel düşünmenin bunalıma girdiği saptamasında bulunur.

Bunalımın nedeni geç Aydınlanma’nın tarihyazımına kötümserliğin gelmesidir. Bir başka anlatımla, akla ve ilerlemeye duyulan güven ve inançtan kaynaklanan iyimserlik, geç Aydınlanma’da kuşkuculuğa dönüşmüş, kuşku ise ironiyi (yergiyi) doğurmuştu. 19. yüzyıldaki, ‘tarihsel bilincin ilk evresi, Aydınlanmanın sonlarındaki tarihsel düşünmenin girdiği bir kriz bağlamında biçimlendi. Voltaire, Gibbon, Hume, Kant ve Robertson gibi düşünürler en sonunda tarihi özünde ironik terimlerle’ değerlendirdiler. İroni ‘düşüncede kuşkuculuğu ve etikte göreceliği’ dışa vuran bir dildir. İroni ile ilgili olarak söylenmesi gereken bir şey daha var:

İroni olumlu politik eylemlere kuşku ile bakar, olumlu politik eylemlerin olanaklılığına inanmaz.
Tarihi komedya
Yukarıda belirtilenin dışında bir başka kuşkucu eğilimden daha söz edilebilir: Rousseau’nun ve Herder’in Aydınlanmanın rasyonalizminden duydukları kuşku. Bu eğilimin olumlu bir yönü söz konusu. White’ın da belirttiği gibi, bu soy kuşkuculuk Aydınlanmacıların insanlıkta hor gördüğü, önemsemediği boyutlara yakınlık duymuş, empatinin tarihsel araştırmanın yöntemi olabileceğini düşünmüştür. Dikkat edilirse, Rousseau ve Herder’de ifadesini bulan haliyle kuşkuculuk ironiye romantik bir tepkidir aslında.

Bir başka tepki ise Aydınlanma rasyonalizmini gözden geçiren; fakat White’ın deyişiyle, kötümserliği dağıtmak isterken ‘tarihi komedya olarak sahneleyen’ Comte’un pozitivizmidir. Comte’un tepkisinde Rousseau’cu kuşkuculuğun insancıllığını okumak mümkün değildir. Pozitivizm, daha geniş bir düzeyde ele alındığında, fiziki bilimlerin yasalarını sosyal bilimlere taşımış, bilimsellik iddiası ve ısrarıyla sosyal bilimlere sığlık getirmiştir.

Bu iki tepki tarzının dışında, Nietzsche de kötümserliğin ve ironinin tarihsel düşüncede bunalım yarattığını kavrayanlardandı.

O alaycılığı ve kötümserliği tinsel dekadansın tezahürleri olarak gördü. Bu sorunu eğretileme kipini strateji olarak benimsemiş bir sanat anlayışıyla aşmaya çalıştı. Bir başka deyişle, kendinden önce Hegel’in yaptığı gibi, ironiyi dağıtmayı denedi, ama bunu Hegel’den farklı bir ruhla yaptı. Başaramadı ve romantik anlayışa geri döndü.

Tarihçi geçmişi kurgular. Belgelere dayansa da, tarih yazımında tarihçinin imgelemi etkili olur. Tarih bu anlamda gerçekçi değildir. Tarihçinin anlatısal söylemi (narrative discourse) sözcüğün yerleşik anlamında bilimsel değildir, edebi esere daha yakındır.

HAYDEN White’ın 19. yüzyıl Avrupa’sındaki tarih bilincinin, tarihsel düşüncenin ve tarihsel imgelemin ‘derin yapı’sını incelediği Metatarih başlıklı eseri, gerçekte tarihin bilim olma iddiasına kuşkuyla yaklaşan, bu iddiayı sorgulayan ve bu niteliğinden dolayı yerleşik, akademik tarih anlayışına, geleneksel tarih okullarına kafa tutan bir çalışmadır. Metatarih, geleneksel anlayışa bağlı tarihçileri ne denli öfkelendirdi ise, yenilikçi okulca da o denli sevinçle karşılanmıştır. Yayınlanmasının hemen ardından Louis O. Mink, ‘derin düşünceli bütün tarihçilerin bu kitap çevresinde düşüncelerini gözden geçirmeleri gerektiği’ yazmıştı. Dominick LaCapra ise Metatarih’in, tarihçileri ‘dogmatizm uykusu’ndan uyandırdığı görüşündedir.

Geleneksel anlayışın savunucuları anlaşılır nedenle Metatarih’i sevmezler. Beri yandan, kitap yayınlandığı tarihten itibaren başka disiplinlerden büyük ilgi görmüştür. Daha da ilginci, yayınlandıktan sadece altı yıl sonra, 1979’da Wesleyen Üniversitesi’nde düzenlenen bir konferansın konusu olmuştur.

Tarih nasıl yazılır?
Bu çığır açıcı eser 1965’de History and Theory dergisinde yayımlanan ‘Tarihin Yükü’ başlıklı denemeden doğdu. Başka deyişle, Hayden White bu denemesindeki argümanlarını geliştirdi ve beş yüz küsur sayfalık hayli hacimli bir kitaba dönüştürdü. Tezlerini daha sonra yazdığı ve Tropics of Discourse (Söylem Dönenceleri), Content of Form (Biçimin İçeriği) adlı kitaplarında bir araya getirdiği denemelerinde hem geliştirdi ve derinleştirdi, hem de Montaigne gibi, entelektüel hasımlarını tartışmaya kışkırttı. 1990’ların sonu tarihli Figural Realism’de (Figüral Gerçekçilik’de) eleştirel, kışkırtıcı, tartışma yaratıcı olmayı sürdürdü. Kitaptaki denemelerinde filolog Erich Auerbach’ın edebiyatta gerçeğin temsili konusundaki tezlerini tarih yazımı açısından ele aldı. Bir başka deyişle, Auerbach’ın gerçekçilik kavramının sözel bir ayna yaratma çabasından daha fazlasını ifade ettiği tezinin, onun değişik edebi metinler arasındaki ilişkileri incelerken çıkış noktası olarak aldığı figüralist modelin bir ölçüde tarih yazımı için de geçerli olduğunu ileri sürdü.

Laboratuardaki tarih
White denemelerinde, insanın yarattığı dünyayı retorik aracılığıyla tanımaya, kültürü dil aracılığıyla anlamaya çalışan ilk modern düşünür olan Vico’ya çok şey borçlu olduğunu belirtir. Metatarih’in harcında Foucault’nun, Nortrop Frye’ın Eleştirinin Anatomisi’nde arketiplere dayanarak geliştirdiği tipolojinin ve arketip olay örgüsü teorisinin, Kenneth Burke’ün mitlerin açıklanmasında başvurduğu analiz metodunun, Karl Mannheim’ın ideoloji teorisinin de payı vardır.

Geleneksel tarih anlayışı tarih biliminin tarihsel belgelerin nesnel bir tarzda araştırılması ve bunlardan elde edilen bilgilerin anlatılmasından ibaret olduğunda ısrar eder. Tarih yazımında bir anlamda ampirist bir yaklaşımın mümkün olduğunu düşünür. Buna göre, tarihçinin tutumu laboratuarda gözlem yapan bilim adamınınkine yakındır. Tarihçi de bilimsel ve nesneldir.

Metatarih’deki argümanlar öncelikle bu soy bir bilimsellik ve nesnellik iddialarına karşı geliştiriliyor. White, tarihin kurgusal boyuta sahip bulunduğunu ve bu özelliğinden dolayı edebiyata yakın durduğunu belirtiyor, tarih yazımı ile edebiyat arasındaki mesafeyi kaldırıyor.

Edebiyatın işlevi
Bilim niteliği taşımayan alanlarda dil ve dilsel biçimler önem kazanır. White bu nedenle tarihi dilsel biçim temelinde kavrıyor ve açıklıyor. Saussure sonrası dilbilim anlayışını tarihe uyguluyor ve ‘linguistik dönemeç’ olarak adlandırılan eğilimi temsil ediyor. White’a göre tarih yazımı dil aracığıyla gerçekleştirilen bir semiyotik bir etkinlik.

Tarihsel olarak düşünmek dil ile düşünmek demektir. Tarihçi söz sanatlarına, dilsel protokollere başvurur. Bunlar tarihsel metne yapısını kazandırırlar. Tarihsel anlamı yaratan da, tarihçinin kullandığı dilsel biçimdir. Tarihçi tarihsel malzemeyi ayıklar, seçtiği tarihsel olayları dil aracılıyla anlatı olarak düzenler, sonuçta edebi bir metin ortaya çıkar. Şu halde White’ın önemli yazılarından denemelerinden birinin başlığıyla söylendiğinde, tarihsel metin, ‘yazınsal sanat eseri’dir (literary artifact).
White tarihyazımındaki ve tarih felsefesindeki poetik öğeleri, tarihsel söylemdeki yazınsal bileşkeleri, bir tipoloji geliştirerek açığa çıkarmaya çalışıyor. Dilsel protokollere dayanarak oluşturulan dört temel tarihsel bilinç kipi ortaya koyuyor: Eğretileme (metafor), kapsamlama (synecdoche), metonomi (düzdeğişmece) ve ironi. White’a göre tarihçi tarihsel bilgiyi edebi türlere özgü kipler kullanarak anlatı (narrative) olarak örgütler. Tarihsel belgeleri ayıklar, bu belgelerdeki olaylar arasında seçme yapar ve ‘dilsel protokol’lere başvurarak bir anlatı kurar, böylelikle tarihsel alanı dilsel protokol ile canlandırır. Şöyle söyleyelim: Tarihçi geçmişi kurgular. Belgelere dayansa da tarih yazımında tarihçinin imgelemi etkili olur. Tarih, ‘tarihsel imgelem’le yazılır. Tarih bu anlamda gerçekçi değildir. Tarihçinin anlatısal söylemi (narrative discourse) sözcüğün yerleşik anlamında bilimsel değildir, edebi esere daha yakındır. Eğer tarih bir anlatı ise bu anlatının içindeki olaylar gerçekçi olarak yansıtılmış, nesnel ve gerçekçi bir tarzda yazılmış olamazlar. Yazılan tarih, epistemolojik açıdan bir nesnel bilgi içermez. Bu nedenle de tarih bildiğimiz anlamda bir bilim dalı değildir.

White böylelikle, gerçek kavramının evrenselleştirmesini, akılmerkezci bir dünya görüşünün hakikatin bütününü temsil etme ya da hakikatin anahtarını elde bulundurma iddialarını sorguluyor ve epistemolojik kuşkuculuğu kışkırtıyor. Aydınlanmacılar için akıl hakikatin tek ölçütüydü. Aydınlanma dönemi tarih felsefesinin temel niteliği ilerlemeye ve akla inanmasıydı. Bununla bağlantılı olarak, Aydınlanma döneminin temel tarihsel düşüncesi gerçekçiydi. Daha yerinde bir deyişle, gerçekçi bir dünya görüşü sunduğunu iddia ediyordu.

Kuşku ve yerginin yeri
Epistemolojik açıdan gerçekçilik iddiasında bulunmak şeyleri oldukları halleriyle ve bütünlük içinde kavradığını ileri sürmektir. Oysa tarih disiplininde farklı perspektifler hep olagelmiştir ve perspektiflerde birini tercih etmenin epistemolojik temeli yoktur. White, Aydınlanmanın sonlarında tarihsel düşünmenin bunalıma girdiği saptamasında bulunur.

Bunalımın nedeni geç Aydınlanma’nın tarihyazımına kötümserliğin gelmesidir. Bir başka anlatımla, akla ve ilerlemeye duyulan güven ve inançtan kaynaklanan iyimserlik, geç Aydınlanma’da kuşkuculuğa dönüşmüş, kuşku ise ironiyi (yergiyi) doğurmuştu. 19. yüzyıldaki, ‘tarihsel bilincin ilk evresi, Aydınlanmanın sonlarındaki tarihsel düşünmenin girdiği bir kriz bağlamında biçimlendi. Voltaire, Gibbon, Hume, Kant ve Robertson gibi düşünürler en sonunda tarihi özünde ironik terimlerle’ değerlendirdiler. İroni ‘düşüncede kuşkuculuğu ve etikte göreceliği’ dışa vuran bir dildir. İroni ile ilgili olarak söylenmesi gereken bir şey daha var:
İroni olumlu politik eylemlere kuşku ile bakar, olumlu politik eylemlerin olanaklılığına inanmaz.
Tarihi komedya
Yukarıda belirtilenin dışında bir başka kuşkucu eğilimden daha söz edilebilir: Rousseau’nun ve Herder’in Aydınlanmanın rasyonalizminden duydukları kuşku. Bu eğilimin olumlu bir yönü söz konusu. White’ın da belirttiği gibi, bu soy kuşkuculuk Aydınlanmacıların insanlıkta hor gördüğü, önemsemediği boyutlara yakınlık duymuş, empatinin tarihsel araştırmanın yöntemi olabileceğini düşünmüştür. Dikkat edilirse, Rousseau ve Herder’de ifadesini bulan haliyle kuşkuculuk ironiye romantik bir tepkidir aslında.

Bir başka tepki ise Aydınlanma rasyonalizmini gözden geçiren; fakat White’ın deyişiyle, kötümserliği dağıtmak isterken ‘tarihi komedya olarak sahneleyen’ Comte’un pozitivizmidir. Comte’un tepkisinde Rousseau’cu kuşkuculuğun insancıllığını okumak mümkün değildir. Pozitivizm, daha geniş bir düzeyde ele alındığında, fiziki bilimlerin yasalarını sosyal bilimlere taşımış, bilimsellik iddiası ve ısrarıyla sosyal bilimlere sığlık getirmiştir.

Bu iki tepki tarzının dışında, Nietzsche de kötümserliğin ve ironinin tarihsel düşüncede bunalım yarattığını kavrayanlardandı.
O alaycılığı ve kötümserliği tinsel dekadansın tezahürleri olarak gördü. Bu sorunu eğretileme kipini strateji olarak benimsemiş bir sanat anlayışıyla aşmaya çalıştı. Bir başka deyişle, kendinden önce Hegel’in yaptığı gibi, ironiyi dağıtmayı denedi, ama bunu Hegel’den farklı bir ruhla yaptı. Başaramadı ve romantik anlayışa geri döndü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder