3 Mayıs 2016 Salı

1354 yılında Orhan Gazi zamanında Süley­man Paşa tarafından Ankara Ahilerden savaşsız bir şekilde alınarak Osmanlı Devleti’ne bağlan­mıştır.

1402 yılında Anadolu’yu istila eden Timurlenk, Yıldırım Sultan Beyazıd’ı Çubuk Ovası’ndaki Ankara Savaşı’nda yendi. Daha sonra Beyazıd’ın ölümü ve Tİmurlenk’in çekilmesi üzerine bir süre karışıklıklar yaşandı. Bu duruma 141 [ yıhnda Çelebi Mehmet Ankara’yı alarak son verdi. Bundan sonra Ankara Osmanlılar için hem askeri açıdan hem de sofçuluk, kunduracılık. debbağlık ve bağcılık gibi ticari açıdan Önemli oldu. 16.yüzyılda Kanuni devrinde eyalet sistemi kurulurken bir süre Anadolu eyaletinin merkezi oldu. Daha sonra eyalet merkezi Kütahya’ya nak­ledilince 1413′de sancak merkezi haline geldi. Bu arada şehrin nüfusu ve mahalle sayısı arttı. 1555 yılında Demschwam kent krokisini çizdi.

1558 yılında Şehzade Beyazıt isyanı ve 17.yüzyılın başında çıkan Celali isyanları kente büyük zarar verdi. 1623′ de Abaza Mehmet Paşa, 1651′ de Abaza Hasan Paşa ve 1652′ de İbiş Paşa’nın saldırısına uğrayan kentimiz huzuru Köprülüler devrinde buldu. Daha sonraları da 1832-1833 yıllan arasında Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın ordulan kente egemen oldular.

1836′ da II. Mahmut döneminde tekrar eyalet merkezi oldu. 1848-1850 ve 1855-1859 yıllan arasında Bozok eyalet olunca Ankara Sancağı buraya bağlanmış, nihayet 1860′dan sonra yeniden eyalet merkezi olmuştur.

19.yüzyılın ortalarından İtibaren Güney Af­rika ve Kaliforniya’da tiftik keçisi yetiştirilmesi ve dokumacılıkta makineleşmenin başlaması sof ticaretine darbe vurmuştur.

1815 yılında büyük bir veba salgım ve 1847 yılında ise büyük bir kıtlık baş göstermiştir.

1839′da ilk defa Prusyalı subay Freih Von Wincke kentin detaylı bir planını hazırlamış ve 1869′da ilk matbaa açılmıştır. 1892′de demiryol­ları kente ulaşmış ve 1917 yılında çıkan büyük yangın bir çok mahallenin yanmasına neden ol­muştur.

Kentte arka arkaya oluşan bu olumsuzluklar 27 Aralık 1919 yılında Mustafa Kemal’in An­kara’ya gelmesiyle noktalanmıştır. Kurtuluş Savaşı sürecinde 23 Nisan 1920′de Büyük Millet Meclisi açıldı. 13 Ekim 1923′ de Ankara başkent ilan edildi ve 29 Ekim 1923′de de Türkiye Cum­huriyeti kuruldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında An­kara bozkırın ortasında çorak, balcımsız, sıtmalı bir kasaba görünüşlü kentti. Yaklaşık nüfusu 30. 000 dolaylanndaydı. Ankara aradan geçen 80 yıl sonrasında hızla gelişerek modem ve çağdaş bir kent olmuştur.

Haluk SARGIN’IN Antik Ankara İsimli Kitabından Alıntı

KAYNAK: http://www.ankara.bel.tr/AbbSayfalari/Ankara_Tarih_Kultur_Dizisi/ankaranin_kisa_tarihi.

Etrüsk'lerin Roma'lılar Tarafından Yok Edilişi

Romanın Etrüsk idaresinden çıkması Etrüsk sitelerinde endişe yarattı. Durumuören Chiusi14 Kralı Porsenna, tahtından kovulan Roma kralını yeniden tahtına oturtmak için askerî teşebbüse girişti. Fakat bir aralık Roma’yı zaptetmeğe bile muvaffak olmasına rağmen, teşebbüsü sonuçlanamadı. Bir müddet sonra da, oğlu Lâtin Siteleri Birliğinin ordusuna yenilince, Roma Lâtinlerin eline geçti.

Romalılar bu zaferlerden büyük cesaret aldılar ve sıra ile diğer Etrüsk şehirlerini de zaptetmeği tasarladılar.

Yukarıda işaret edildiği üzere, Romalılar her şeyi Etrüsklerden öğrenmiş, medeniyetlerini Etrüsklerden almış olduklarından, onlara karşı kuvvetli bir aşağılık duygusunun tesiri altında idiler. Bunun neticesi olarak, Romalılar Etrüsklere karşı düşmanlık ve kin besliyorlardı. Her Romalı Etrüskleri yenmek, ezmek Etrüsk olan her şeyi tahrip etmek arzusu ile yanıp tutuşuyordu. Dört asır süren Etrüsk - Roma mücadelesi sırasında bu dinmez kinin vahşi ve korkunç tezahürlerine defalarca şahit olunmaktadır.

Romalılar kentlerine pek yakın olan Veies15 şehrini kuşatmakla işe başladılar. On sene süren kuşatmanın sonunda bir hiyle ile girdikleri şehirde misli görülmemiş katliâm yaptılar. Kendi milletini daima şirin göstererek yazan Titus Livius bile, ilk yirmi dört saatin her dakikasının adam öldürme ile geçtiğini kaydeder

Muzaffer Romalılar, sanat ve medeniyet seviyesini, zenginlik ve refahını ötedenberi kıskandıkları Veies’nin mabetlerini, meydanlarını, parklarını ve bahçelerini süsleyen üç bin (!) heykeli Roma’ya taşımağı da ihmal etmediler. Bu arada, Ana tanrıça Ani’nin heykeli Roma’ya götürülerek, Junon ismiyle bir mabede yerleştirildi ve tanrıçanın sadece heykeli değil, kendisi de artık Roma’ya taşındı, diye Roma halkı inandırıldı.

Bundan sonra Etrüskler için çöküş devri başlar. Bir yandan Yunanlılar Etrüsklerin kuzeydeki Adria, Spina gibi limanlarını zaptederler, bir yandan da Romalılar, Etrüsk tesanüdünü diplomasi ile yıkmağı başararak, sıra ile Cerveteri (M.Ö. 351), Tarquinia (300), Volterra (295), Volsinies (283), Vulci (273) şehirlerini ele geçirirler. Bu şehirlerin hepsinde merhametsizce katliam yapılır, katliamdan kurtulan ahali de esir olarak satılır

Roma tarihinin karışık bir devri olan M.Ö. İkinci yüzyılın ortalarında Marius ile Sylla arasındaki siyasî rekabet yüzünden çıkan iç savaş sırasında, Etrüsk halkının desteklediği Marius yenilince, Sylla bütün Etrüsk şehirlerinde katliamı emreder ve bu şehirlere askerî garnizonlar yerleştirir
İsa’nın doğumundan 40 yıl önce Perugia zaptedildikten sonra, şehrin ileri gelenlerinden 300 kişi Roma’ya götürülerek, Sezarın mezarı üzerinde birer koyun gibi kurban
edilirler

Burada şunu kaydetmek lâzımdır ki, Etrüsklerin Romalılar tarafından yok edilişi dünya tarihindeki ilk metodik ve sistemli “jenosid” hareketidir. Bu “ulus öldürme” hareketi kendini sadece maddî sahada değil, mânevî sahada da göstermiştir. Bizzat bir İtalyan yazarı şu itirafta bulunur:

“Romalılar Etrüskleri yok etmekle kalmayıp, medeniyetlerinin en ufak izini bile ortadan kaldırmak için ellerinden geleni yapmışlardır.”20. Ünlü İngiliz yazarı Lawrence’in Etruscan Places” adlı eseri de buna benzer hükümlerle doludur21. Roma’nın gerek Cumhuriyet, gerek İmparatorluk devrindeki idarecileri bir yandan Etrüskleri millet olarak, nüfus olarak yok ederken, bir yandan da medeniyetlerini ve kültürlerini yok etmeğe çalışmışlardır.

Burada tabiî olarak bir sual doğuyor: Etrüsklerin kültürü, yani edebiyatı varmı idi ki? Tarihçi Titus-Livius’un kaleminden kaçmış aşağıdaki cümle bu suale açık bir cevap teşkil ediyor. Etrüsklere yapılan kötülükleri daima meşru ve vatanî şeklinde gösteren bu şoven tarihçi şöyle der:
“Bugün nasıl gençlerin Yunan edebiyatını öğrenmeleri moda ise, bir zamanlar da, Romalı gençlerin Etrüsk edebiyatını tahsil etmeleri âdetti”

Titus-Livius’un bahsettiği bu edebiyat maalesef bugün yoktur. Romalılar tarafından yazılan eserlerin hemen hiç biri kaybolmamış olduğu halde, Etrüsk edebiyatına ait eserlerin hepsinin toptan kaybolmuş olmasını bugün Batılı Etrüskologlar “garip” buluyorlar ve bunların Romalı devlet adamları tarafından kasden yok edilmiş olduğunu ima ediyorlar.
Gelgelelim Romalı yazarlardan bazılarının eserlerinde muayyen Etrüsk şiirlerine ait imalar ve muayyen Etrüsk trajedi yazarlarına ait kayıtlar vardır. Bugün Romalı bilgin Varron Etrüsklerin tarih kitaplarını lâtinceye tercüme ettirdiğini ve bunlardan çok istifade ettiğini bildirir. Meşhur hukukçu ve filozof Çiçeron Etrüsklerin dine ait eserlerini kaynak gösterir. Hani bütün bu eserler?

Bu arada İmparator Claudius’un hikâyesi cidden ilginçtir:
Roma tarihinin yine karışık bir devri olan İsa’dan sonraki I. yüzyılda, Osmanlı tarihindeki Yeniçeri kazan kaldırması gibi, Roma’da da, Pretoryenler, yani Saray Muhafızları ikide bir isyan edip, istediklerini İmparator seçerdi. Bu arada, Agrippa adlı bir Yahudi, belki de kendi soyu için faydalı olacağını düşünerek, Claudius adlı bir Etrüsk’ü evvelâ Pretoryenlere, daha sonra Senatoya, bir takım çabalar sonunda, İmparator ilân ettirmişti. 13 sene İmparatorluğun başında kalan bu arada Büyük Britanya adasını Roma İmparatorluğu’na ekleyen Claudius şuurlu bir Etrüsk milliyetçisi olduğu için, politikadan artan bütün zamanını kendi soyunun parlak tarihini yazmakla geçirmiştir. Yirmi cilt tutan bu eserden bir çok Romalı yazar bahseder. Bu arada tarihçi Suetonius, bu eserin İskenderiye Kütüphanesinde, senede bir kere, başından sonuna kadar halka okunduğunu kaydeder
İşte bu mühim eser de bugün mevcut değildir. Ancak son zamanlarda Lyon şehrinde yapılan kazlılarda bu eserden birkaç satır meydana çıkarılmıştır.

İmparator Clausiıs, Etrüsk soyundan olmakla beraber, o zamanlar Lugdunum ismiyle mevcut olan bugünkü Lyon şehrinde doğmuştu. Bu şehre yaptığı ziyaretlerden birinde, halka hitaben bir siyasî nutuk söylemiş ve nutkunda kitabından bir parçayı okumuştur. İmparator konuşurken, tabiî olarak Saray kâtipleri not tutmuşlar, Lyonlular da, bu konuşmayı şerefli bir hâtıra olarak tabletlere kazdırmışlardır. İşte Lyon’da yapılan kazılarda bulunan ve Etrüsk tarihinin bazı devirlerine ışık tutan satırlar bu tabletlerdedir.

Romalılar Etrüskler tarafından yazılmış tarih kitaplarını yok etmekle kalmamış, kendi yazdıklarında da tarihi tahrif etmekten, gerçekleri gizlemek ve olmayan şeyleri uydurmaktan çekinmemişlerdir. Bugünkü tarafsız etrüskologlar Romalı tarihçilerin şovenlik ve Romalılık

gururu ile tarihî gerçekleri tahrif ettiklerini ve meselâ Titus-Livius gibi bir tarihçinin dediklerini ihtiyatla karşılamak gerektiğini yazarlar.

Romalılar Etrüsk milletini yok edip manen ve maddeten gömdüklerini zannederken, kendilerine en büyük oyunu oynayan Etrüsk mezarları olmuştur.

KAYNAK: Adile Ayda. Etrüskler Türk'mü idi? Ankara 1974. s. 16-19

etrüsk'lerin Günlük Hayatı

Etrüsklerde aile bağları kuvvetli ve aile hayatı önemli idi. Bir çok Etrüsk mezarlarında bulunmuş karı koca heykelleri ve bunlardaki yüz ifadeleri, eşler arasındaki karşılıklı şefkati göstermesi bakımından, bunun delili sayılmaktadır. Etrüsklerde aile hayatı aile dışında da devam ederdi. Çünkü Etrüsk kadını her yere kocası ile birlikte gider ve onun meslekî meşguliyetleri dışında hayatına iştirak ederdi. Kendilerinde harem selâmlık hayatı mevcut olduğu için, Yunanlılarla Lâtinler buna pek şaşarlardı.

Etrüskler spora ve sor gösterilerine pek düşkündü. Millî ve dinî bayramlarda, bütün Etrüsk şehirlerinde at yarışları ve güreş gibi gösteriler düzenlenirdi. Bunun dışında da, sık sık çeşitli spor yarışmaları tertip edilir ve bunlar, bugünkü futbol maçları gibi, halkın büyük eğlencesini teşkil ederdi. Romalılardaki “sirk”11, yeni her çeşit yarışma merakının Etrüsklerden geldiğini ve hatta meşhur “gladiatör” oyununun bile Etrüsklerden alınma olduğunu tarih bilginleri yazar
Etrüskler sahne oyunlarını a pek severlerdi. Romalı tarihçilerin kayıt ve ifadesine göre, Etrüskler arasında trajedi yarları bile varmış. Lâtin dilindeki, tiyatro ile ilgili hemen bütün kelimelerinin aslının etrüskçe oluşu Romalıların tiyatro, sanat ve tekniğini de Etrüsklerden almış bulunduğunu göstermektedir. Esasen, Romalılar İmparatorluk devrinde bile, muayyen millî günlerde gösteriler tertip etmek lâzım olduğu zamanlar, Etrüsk şehirlerinden tiyatro ve raks sanatçıları getirirlerdi

Etrüskler maddî hayatı mühimsemekle beraber, mânevî hayata da büyük değer verirlerdi. Başka deyimle, Etrüskler çok dindar idiler. İnsanlarla tanrılar arasında atalıksız bir diyalog halinde sürüp giden mânevî ilişkilerin bulunduğuna inanırlardı. Tanrılar bir takım işaretler ve olaylar şeklinde, insanlara talimat ve mesajlar gönderiyorlardı. Bir ağacın dalının kırılması, bir kuşun pencere kenarına konması, yağmurun şu veya bu şiddette gök gürlemesi tanrılardan gelen birer haberdi. Bunların her biri tanrıların muayyen bir arzusuna alâmet veya memnuniyet, hiddet gibi hislerine işaretti. Rüya tabir eder gibi bunları tabir ve tefsir etmek rahiplerin başlıca vazifesi idi.

Etrüsk rahipleri kuşların uçuşuna, şimşek çakmasına ve kurban edilen hayvanların karaciğerine bakmak suretiyle de, tanrıların arzularını keşfederler, onların gizli ve kutsal dilinin tercümanlığını yaparlardı.

Etrüsk kadını tıpkı, ziyafetlerde, tribünlerde olduğu gibi, dinî törenlerde de, süsünü kıyafetlerini ihmal etmeksizin, kocasının yanında yer alırdı.

Esasen Etrüsk kadını da erkeği de, yiyip içmeği sevdikleri kadar, giyinip kuşanmayı severlerdi. Kadının elbisesi iki parçadan ibaretti: ince kumaştan topuklara kadar inen bol etekli entari, onun üzerine işlemeli veya desenli ağır kumaştan bir nevi kaftan.

Chiusi müzesinde gördüğüm kadın heykellerine bakılırsa, genç kız ve kadınların, saçlarını, Türkmen kızları gibi, incecik örgüler halinde omuzlarına bıraktıkları anlaşılıyor.

Erkekler de, Yunan modasının tesirinden önceki devirde, eski Türkler gibi uzun saç bırakırlardı. Bu uzun saç üzerine, yine eski Türkler gibi tepesi sivri bir başlık (“tutul” (us) ),

yani bir nevi külâh giyerlerdi. Erkeklerin elbisesi “taban-nus” idi. Sonraları Romalıların “toga” dedikleri bir cübbe ile vücutlarını sarmağa başlamışlardır.

Gerek erkekler, gerek kadınlar burnu sivri ve kalkık bir çeşit papuç giyerlerdi ki, süslü olduğu kadar da sağlamdı. Bu “Etrüsk papucu” dünyada meşhurdu ve bugünkü İtalya, nasıl Fransa’ya, İngiltere’ye ayakkabı ihraç ediyorsa, o zamanki Etruria da Yunanistan, Fenike gibi ülkelere, başka mallar meyanında, gemiler dolusu papuç satardı.

Süsüne düşkün olan Etrüsk kadını mücevhere de değer verirdi: Törenlere, ziyafetlere gittiği zaman, kolye, küpe, iğne, yüzük, bilezik gibi çeşitli mücevherler takmağı severdi.

Böylece, sağlam bir ekonomiye dayanan kuvvetli bir devlet kurmuş olan Etrüskler, refah ve bolluk içinde yaşayıp gidiyor, her şeyi kendilerinden öğrenmiş, her şeyi kendilerinden almış olan Lâtinlerin ruhuna gizli aşağılık kompleksinin Etrüsk milleti için ne büyük tehlike teşkil ettiğini akıllarına getirmiyorlardı.

KAYNAK: Adile Ayda. Etrüskler Türk'mü idi? Ankara 1974. s. 14-15

Etrüskler'in İtalya'daki Hakimiyeti

Geçen yüzyılın başında ekseri bilginler Etrüsklerin M.Ö. 8 inci asırda tarih sahnesine çıktıklarına, kendilerinin o sırada birdenbire yoktan var olduklarına inanıyorlardı. Bu sebeple, İtalya’nın Bologna şehrinin yakınındaki Villanova kasabasında yapılan kazılarda Etrüsklerin medeniyet eserlerine pek benzeyen, fakat M.Ö. 8 inci asırdan daha öncesine ait eşya bulununca bilginler pek şaşırdılar. Bulunan sanat eserlerini meydana getirenlere bir hüviyet ve isim verilememesi yüzünden, kendileri için “Villanovian” adı münasip görüldü.

Bir müddet sonra, daha da önceki devire ait eşya meydana çıkınca bunların sahibi “Protovillanovien” oldu. Bu acayip adlı milletler hakkında pek çok yazılar yazıldı, eserler yayınlandı.

Bugün artık bilginlerin çoğu Villanovien’lerin de, Protovillanovien’lerin de, Etrüsklerden başkası olmadığı kanaatindedir. Böylece, İtalya’da, Etrüsklerin geçmişi M.Ö. Onuncu ve hattâ Onüçüncü yüzyıla kadar çıkmaktadır.
“Tez ve Deliller” kısmında da görüleceği üzere, Etrüsklerin menşei meselesi bilginler arasında tartışma konusudur8. Ancak hiç bir bilgin’in inkâr edemeyeceği tarihî bir gerçek varsa, o da M.Ö. 8 inci asrın başında İtalya’da güçlü bir Etrüsk devletinin mevcut olduğudur.

Meşhur Romalı tarihçi Titus Livius Etrüsklerin siyasî kudreti hakkında şöyle der: “Etrüsk devletinin kuvveti o kadar büyüktü ki, şan ve şöhreti Alp dağlarından Messina boğazına kadar, kara ve denizleri sarmıştı”.
Ünlü Romalı hatip Caton ise: “Bütün İtalya Etrüsklerin egemenliği altında idi” der.

Tabiîdir ki, her iki yazar bu sözleri Etrüsk hâkimiyetinin zirvesinde bulunduğu devir için söylemişlerdir. Bu devirde, yani M.Ö. sekizinci ve yedinci yüzyıllarda9, Arno ile Tiber nehirleri arasında bulunan Merkezî Etruria’dan başka, Etrüskler İtalya yarımadasının kuzeyindeki Po nehri vadisini de ele geçirmişler, güneyde ise, Yunan kolonilerine komşu olan toprakların çoğunu fethederek, Kapua şehrine kadar uzanmışlardı. Gerçekte Kapua’yı bir serhad şehri, yani Etruria’nın güneydeki kapusu olmak üzere, kendileri kurmuşlardı.

Milâddan önceki yedinci ve altıncı yüzyıllar Etrüsklerin deniz gücü bakımından da, en kuvvetli oldukları devirdir. Bu devirde Etrüskler Akdeniz’in Batı kısmına tamamen hâkimdir. Ancak müttefikleri Kartacalılara Sardenya’nın bazı sahillerini işgal etmeğe müsaade etmektedirler. Korsika adası Etrüsk egemenliği altındadır. Etrüsk resmî donanması kadar, Etrüsk korsanları da, Yunanlı denizcileri dehşet içinde yaşatmaktadır. Bu duruma tepki gösteren Yunanlılar (Foçalılar) Etrüskler tarafından M.Ö. 535 de, Aleria’da ağır bir yenilgiye uğratılıyor.
Etrüsklerin siyasetçe kudretli oldukları devirde, Kuzey, Orta ve Güney Etruria’yı teşkil eden bölgelerin esaslı bir merkezî sisteme bağlı oldukları anlaşılıyor. Başlangıçta, her birinin birer kabilenin yaşama alanı olduğu tahmin olunan bu bölgeler, zamanla, Yunanistan’da

olduğu gibi, birer site-devlet halini almış ve bunun neticesinde Cerveteri, Vulci, Volsinii gibi gelişmiş şehirler meydana gelmiştir.

“TEZ VE DELİLLER” kısmında görüleceği gibi, bazı etrüskologlara göre10 bu devirde Roma da, Etrüskler tarafından kurulmuş bir Etrüsk şehri idi.

Efsane der ki, Romulus M.Ö. 743 de Roma’yı kurduktan sonra, şehri iskân etmek için ırk ve sınıf ayırımı yapmadan şehre vatandaş kabul edeceği ilân etmiş, fakat Roma vatandaşlığına talip olanları da önce “asylum” (asul) adını verdiği bir sahada karantinaya tabi tutulmuştur. Böylece şehre Etrüsk olmayan bir çok unsurlar dolmuştur. Fakat anlaşıldığına göre Etrüskler, kendilerini kurucu ve soylu sayarak ayrı mahallede oturmuşlardır. Çünkü imparatorluk devrinde bile, Roma’nın göbeğinde Vicus Tuscus”, yani Etrüsk mahallesi diye bir bölge mevcuttu.
Roma’ya gelip yerleşen ve ekserisi bekâr olan yeni vatandaşların aile kurabilmeleri için, Romulus kestirme bir çare düşünerek, en yakın komşu kavim olan Sabinler nezdinde toptan kız kaçırma olayı tertip eder. Bunun üzerine Sabin babalar ve ağabeyiler Romalılara savaş açarlar. Ancak, Romalı kocalarını beğenmiş olan Sabin kızların araya girmesi üzerine savaş durdurulur ve anlaşma yapılır ve hattâ bir nevi siyasî birleşme olur.

Roman’nın ilk kralı olan Romulus, genç yaşta, bir fırtına esnasında kaybolur. Efsaneye göre göğe yükselip ilâhlaşır. Fakat bir rivayete göre de, İhtiyarlar Meclisi (Senato) üyelerinden bir grup kendisini öldürüp, cesedini yok etmiştir. İnsanın ister istemez aklına gelen şudur ki, olay bir soy mücadelesi neticesidir ve muhtemelen Lâtinlerin intikamı eseridir.

Romalı tarihçilere göre, Romanın Romulus’den sonraki krallarından bazıları Etrüsk, bazıları Lâtin idi. Ancak bunlardan önemli işler başarmış ve Roma’nın hayatına yenilikler getirmiş olan Lâtin gösterilmesi bilhassa dikkati çekmektedir. Meselâ, Roma’da askerî ve idarî alanda büyük reformlar yapan ve bugün bile bir kısmı ortada duran meşhur Roma surlarını yaptıran Servius Tullius, Romalı tarihçilere dayanılarak, Sabin, yani Lâtin zannedilirdi. Zamanımızda bulunmuş vesikalar kendisinin Etrüsk olduğunu ispat etmiştir. Ayni şekilde, Roma’da Etrüsk dinini yerleştiren ve kökleştiren dindar kral Numa Pompilius’un Etrüsk olmaması düşünülemez. Halbuki o da, Romalı tarihçilerin iddiasına göre, bir Lâtin idi.

Bugün bir çok etrüskologlar Roma’nın kuruluşundan sonraki kralların hepsinin Etrüsk olmuş olduğunu düşünüyor ve Roma’nın krallık devrini Etrüsk devri diye niteliyorlar.

Roma’nın krallık devri M.Ö. 509 yılına kadar devam eder ve şöyle nihayet bulur.
İtalya yarımadasının güneyinde bulunan ve Etrüsklerin siyasî kudretini çekemeyen Yunan siteleri, Etrüsk devletini yıkmak için en iyi çarenin, en güçlü Etrüsk sitesi olan Roma’da karışıklık çıkarmak olacağını düşünürler. Etrüsk olmayan ahalinin gittikçe çoğaldığı bu siteye tüccar kılığında ajanlar göndererek, gerek halk, gerek asilzadeler arasında, Etrüsk kralı ve büyükleri aleyhinde propaganda yapmağa, halkı kışkırtmağa ve isyana teşvik etmeğe başlarlar. Kral ailesi hakkında çeşitli yalan ve iftiralar uydurarak, krala da “Mağrur Tarhan” adı takılarak, bu tabirin halk arasında yayılmasına dikkat ederler. Böylece zemin hazırlandıktan sonra, halkı ayaklandırabilecek vesileyi yaratmak için, kralın yetişkin oğullarından birini kullanmağı münasip görürler. Prense, genç ve güzel bir kadını önce yarı çıplak gösterdikten ve onunla yalnız kalmasını temin ettikten sonra, kadının namusuna tecavüz edildi diye sokak sokak bağırarak, halkı ayaklandırırılar.

Kral, hayatını kurtarmak için, ailesiyle birlikte Roma’yı terk eder ve idare Etrüsk olmayanların eline geçer.
Roma tarihçileri bu olayı demokrasi ruhunun istibdada karşı zaferi şeklinde göstermek istemişlerse de, aslında bunun Lâtinlerin Etrüsklere baş kaldırması, yani bir soy tepkisi niteliğinde olmuş olduğunda şüphe yoktur. Ayrıca, Romalı tarihiler komplo’nun sırf bir millî

tepki zannedilebilmesi için, işin içindeki Yunan parmağını daima gizlemişlerdir. Bu sebeple bugün bunu pek az tarihçi bilir ve zikreder.

KAYNAK: Adile Ayda. Etrüskler Türk'mü idi? Ankara 1974. s. 11-13

Etrüsk!lerin Tarihteki yeri

Etrüsklerin menşei, asıl adı ve dili hakkında Etrüskoloji bilginleri arasında fikir ayrılıları olduğu halde, bir noktada hepsi söz birliği halindirler. O da, Etrüsklerin medeniyet tarihinde çok önemli bir mevkii olduğudur. Gerçekten, bugün İtalyan müzelerini, Louvre Müzesini, British Museum’u dolduran Etrüsk sanat eserleri, yüksek bir medeniyet seviyesini gösteren, inceliği, mükemmelliği ile göz kamaştıran eserlerdir.

Bilindiği gibi, Batı medeniyetinin temeli Yunan ve Roma medeniyetleridir. Roma medeniyeti ise, bugünkü tarihî ve arkeolojik incelemelerin kesin olarak ispat ettiğine göre pek çok unsurunu Etrüsklere borçludur. Misâl olarak bazı alanlardaki Etrüsk tesirine işaret edelim:
1 - Devlet Teşkilatı ve Hukuk:

Romalılar siyasî ve idarî kuruluş şekillerinin çoğunu Etrüsklerden almışlardır. Meselâ, önce bir Danışma müessesesi olup, daha sonra yasama yetkileri kazanmış olan Yaşlılar Meclisi (Senato) Romalılara Etrüsklerden geçmiştir. Roma Hukukundaki meşhur “İmperium” mefhumunu bile, Etrsükoloji bilginlerine bakılırsa, Romalılar Etrüsklerden almışlardır. Eski Türklerdeki “Kut” mefhumuna tekabül eden ve Devlet otoritesi, Yönetme yeteneği veya İcra Kuvveti diye izah ve tarif edebileceğimiz bu mefhum, bilindiği gibi bugün her Anayasanın temelidir. Romalılar sadece Devlet otoritesi fikrini değil, Devlet otoritesinin sembol ve amblemlerini de Etrüsklerden almışlardır. Bu arada diğer Lâtin dillerine de geçmiş, “taht” anlamındaki “trona” kelimesi bile etrüskçedir
2 - Ordu Teşkilatı:

Romalılar askerî müesseseleri de Etrüsklerden almışlardır. Esasen, Roma Ordusunun kurulması ve düzenlenmesi Etrüsk Kralları devrinde olmuştur. Onbaşılık, Yüzbaşılık, Binbaşılık müesseseleri Etrüsklerden Romalılara, Romalılardan da diğer Batı milletlerine geçmiştir
3 - İnşaat ve Mimarlık:

Romalılar sur, kale, mabet, köprü inşa etmeği Etrüsklerden öğrenmişlerdir. Etrüsklerin dini, dünya işlerine ait bilgileri de içine alıyordu. Meselâ, bir köprü inşasına ait sanat, usul ve teknik ancak rahiplerin bildiği birer sırdı. Onun için rahiplerin bir ismi de Köprü-yapan idi. Romalılar bunu tercüme ederek, “Pontifex” şeklinde kendi rahiplerine de unvan yapmışlar ve kelime Romalılardan Hıristiyan Kilisesine geçmiştir. Bugün Papanın taşıdığı başlıca unvan Lâtince olarak “Pontifex Maximus”, fransızca olarak “Pontife Supreme” dir. Manası da “Büyük Köprü Mimarı” dır
4 - Yol İnşaatı:

Romalılardan evvel Etrüsklerin İtalya yarımadasını yollara kavuşturduğu bugün isbat edilmiştir. Bugün Roma çevresindeki meşhur yollardan biri olan Via Clodia Etrüskler tarafından yapılmıştır

5 - Bataklıkları kurutma ve toprağı sulama tekniği:
Romalıların bunları Etrüsklerden öğrendiklerini gösteren hikâye ve efsaneler mevcuttur
6 - Plâstik Sanatlar:

Bugün Etrüskler bilhassa resim ve heykelcilik alanında meydana getirdikleri sanat hazineleri ile tanınmaktadır. Roma kurulduktan sonraki ilk yıllarda Roma’yı, Roma’nın meydanlarını, binalarını, mabetlerini hep Etrüsk sanatçıları süslemişlerdir6.
7 - Kuyumculuk:

Romalılar kuyumculuğa da Etrüsklerden öğrenmiş ve daha sonra diğer Batı milletlerine öğretmişlerdir. Avrupa’nın çeşitli müzelerinde bugün seyredilebilen Etrüsk mücevherlerinin güzelliği ve inceliği insanı hayran ve şaşkın bırakmaktadır. Meşhur Fransız etrüskologlarından Raymond Bloch diyor ki: “Bunların eşi bugün yapılamamaktadır. Bugünkü kuyumcular Etrüsklerin bu inceliği elde etmeği nasıl başarabildiklerine akıl erdirememektedir.

KAYNAK: Adile Ayda. Etrüskler Türk'mü idi? Ankara 1974. s. 9-10

26 Nisan 2016 Salı

Kao-tun'un Siyasi Faliyetleri

Hun tarihinin olduğu kadar Türk tarihininde en büyük şahsiyetlerinden olan Bagatır, üstün vasıflarda yaratılmış biri idi. Daha veliahtlığı sırasında devletinin kötü geleceğini tesbit etmiş, bu sebeple de en az komşuları kadar güçlü bir devlet olabilmenin yollarım aramıştı. Bagatır'm bu çalışmaları kısa zamanda meyvesini vermiş ve O'nu iktidarın sahibi kılmıştı. Hun yurdunda meydana gelen bu iktidar değişikliği hemen komşu devletlerin iştahlarını kabartmış ise de, içişlerini ve teşkilatım süratle düzeltmek gereğini duyan Bagatır'ın zamana ihtiyacı vardı. Çeşitli tavizlerle bu zamanı kazanmasını bilen Bagatır'ın amacına ulaşmak için belirli bir plan dahilinde hareket ettiği görüşünde olanlar vardır. Bagatır'ın faaliyetlerini üç ana grupta toplayan bu görüşü bizde benimsediğimizden konuyu adı geçen görüş çerçevesinde inceleyeceğiz.

a.Doğu veya Tung-hu (Tunguz Seferi): Çin kaynağı Shih-chi'de teferruatıyla anlatılan bu sefere Bagatır'ı adeta Tung-hu'larm kendileri zorlamışlardı. Gobi'den Mançurya'ya hatta, Kuzey Kore'ye kadar olan topraklar üzerinde hüküm süren Tung-hu/Tunguz (Moğol kabileler birliği) 1ar Bagatır iktidara geçtiğinde epey güçlü idiler, bu sebeple Hun yurduna saldırmak için adeta bahane arıyorlardı. Bu tutumlarında Bagatır'ı tanıyamamalarının da önemli rolü vardır. Fakat Bagatır düşmanını gayet iyi tanımaktadır. Bu sebeple Tunguz'ların töreye uymayan ve her kesimden Türk'ün kolaylıkla infialine sebep olabilecek tarzdaki isteklerine ilk zamanlarda bütün muhalefetlere karşı hep olumlu cevap vermiştir. Halbuki Türk'lerde töre çok önemlidir. Nitekim kendisinden XVII. asır sonra torunlarından Fatih, Memluk Sultamna töreyi haürlatarak Osmanlı askerlerinin kellesi ile Kahire'de çevgan oynanması meselesi üzerine sefer tertip etme hazırlıklarına girişecektir. Fakat, Fatih'teki imkan Bagatır'da yoktur. O imkanlarını kendisi hazırlıyacakdır. Bunun içinde zamana ihtiyacı vardır. İşte bu zamam kazanabilmek için G. Türükoğlu'nun "büyük şahsiyetlere has bir özellik" diye yorumladığı sabrım göstermiş, Tunguzlarm en iyi atım ve karılarından   birini   istemelerine   "İyi   komşuluk münasebetleri" gerekçesiyle olumlu cevap vermiştir. Zaten at ve kadın kendisine aittir. Aslında at da kadında Türk için çok önemlidir. (Bengütaşlarda Kültigin'in atlarına dair birçok bilgi verilmesi Çiçi'nin düşman eline geçmesin diye kadınlarım kendisinin oklayarak kale bedenlerinden aşağıya atması ve bir rivayete göre Yıldırım Bayezid'in Timur'un meclisinde şakilik yapan karışım ayak tırnağından tanıyarak intihar etmesi hep bunu gösterir.) Fakat Bagatır'm ilk devirlerinde Türk Milletinin varolması için zaman daha önemli idi. Böylelikle gerekli zamam sağlayan Bagatır, bu hareketlerinden cesaret alarak sımrdaki çorak, fakat stratejik öneme haiz araziyi işgal etmeye kalkan Tunguz reisinin üzerine yürümüş ve aniden bastırarak mahvetmiştir. Bagatır'm Tunguzlarm toprak isteklerine karşı olumlu rey sahiplerine karşı tepkisi çok büyük olmuş ve onları şiddetle cezalandırmıştır. Bagatır'm bu hareketindeki gerekçesi şudur: "Atı ve kadın benimdi, fakat, toprak devletindir/ veya devletin temelidir." Gerçekten bu düstur daha sonraki devirlerde bile Türkler için vazgeçilmez, kutsal bir düşüncenin temelini oluşturmuş; her vesileyle Bengütaşlarda Ötüken toprağımn Türk varlığı için ne kadar büyük bir önem taşıdığım belirten Bilge Kağan'ın yamnda, Onun XX. yy.daki torunlarını son vatan topraklarının korumak için Bedr'in aslanlarım dahi geride bırakacak bir yiğitlik ve ölümsüzlük eseri meydana getirmelerine sebep olmuştur.

b. Yüeh-Chih (Yüe-çi) Seferi: Tunguzlan mahvederek hakimiyetini Peçili körfezine kadar genişleten Bagatır'm artık fütuhat devri başlamıştı. Bu sırada Tunguzlar kadar Yüe-çi'lerde Bagatır için tehlikeli idi. Güçleri nüfus fazlalığından ve bazı ticaret yollarının ellerinde bulunmasından ileri gelen Yüe-çiTer, bir görüşe göre Hint-Avrupa kökenlidir. Bu konuda W. Eberhard'a dayanarak "Orta Asya'da Tanrı dağları, Kansu havalisindeki   Hint-Avrupa menşeili oldukları samlan Yüe-çi (Yüeh-ch'in)leri" diyen İ. Kafesoğlu, daha sonra "Bu suretle Büyük Hun hükümdarı o çağda Asya kıtasında yaşayan, Türk soyundan bütün toplulukları kendi idaresinde bir bayrak altında toplamış oluyordu." demektedir. Buradaki tezada Yüe-çi Terin batıya kayarak Orta Asya'yı terk etmiş olmaları düşüncesi sebep olarak gösterilebilirse de Bagatır'm Çin imparatoruna yazdığı mektuptan onların (Yüe-çi Terin) hepsini   ya   hakimiyeti   altına   aldığım   ve   yahutta öldürdüğünü öğrenmekteyiz. Ayrıca Yüe-çi'lerin büyük bir kısmının batıya kaydığı ve orada büyük bir devlet kurdukları (Kuşanlar) daha sonra Bagatır'm oğlu Ki-ok'un bunlar üzerine yaptığı seferle ilgilidir. Her ne kadar Çin kaynağı Hou-Han-shi ve O. Franke, bu göçü Bagatır'm hücumuna bağlarlarsa da hatalıdırlar. Bu konuda B. Ögel "Yüe-çi'lerin Türk ırkından olduklarına dair birçok deliller vardır. Mete ve oğlu tarafından mağlup edilen Yüe-çiTer sonradan Batı Türkistan'a gidecekler ve Hindistan'a kadar uzanan Kuşan devletini kuracaklardır." demektedir. Aslında Bagatır'm akınlarının sırası tam olarak kesinleşmemiştir. Fakat; Çin kaynaklarından (Shih-chi) edindiğimiz çok az bilgiye göre Tunguzlan mağlup eden Bagatır'm hemen batıya (Güney-doğu) dönerek Yüe-çiTer üzerine yürüdüğünü, M.Ö. 176'da Çin imparatoruna yazdığı mektuptanda onların büyük bir kısmım öldürerek hakimiyeti altına aldığım (M.Ö. 203) öğrenmekteyiz. Aym mektuptan öğrendiğimize göre daha sonra Bagatır, büyük bir memurunu; sağ Hien (Hsien) kralım tekrar Yüe-çiTerin üzerine   göndererek   onları   arayıp   bulmasını   ve savaşmasını (cezalandırmasını) istemiştir. O'da Tanrı'nm yardımı ile askerlerinin mahareti ve atlarının kuvveti sayesinde hepsini mahvetmiştir.

Hun ilinin güney ve güneydoğusunda oturan ve bazı ticaret yollarına hakim olan Yüe-çi'lerin bu devirde batıda nereye kadar uzandıkları tesbit edilememiştir.

c. Çin Seferi: Bagatır, Tunguz ve Yüe-çiTeri ezerken muhakkak Çin'i de hesaba katmıştı. Fakat, Çin bu sırada Hunlarla uğraşabilecek durumda değildi. Çünkü, Bagatır'm Tunguz tehlikesini yeni ortadan kaldırdığı bir sırada Çin'de iktidar değişikliği olmuş, Ts'in '(Ch'in) sülalesini deviren Han sülalesi idareyi ele almış (M.Ö.206) ve iç istikrarı sağlamaya çalışıyordu. Yüe-çilere indirilen darbeden sonra Hun orduları Çin sınırında görünmüşler, güneyde Lou-lan bölgelerini işgal ederken, kuzeyde Kie-k'un, Ting-ling, Sin-li, Kiü-şu ve Hun-yü gibi irili ufaklı bir çok Türk kavmim itaat altına almışlardı. Bundan sonra Hun başkenti (Tanrıkutluk merkezi) Ting-ling iline çok yakın olan Tai-yün'e (Ötükende bir bölge olsa gerek) taşınmıştı. Bu sırada devletin "Sol Bilge elig" i Shang-ku'da, Sağ Bilge elig" i de Shang-kün'de ikamet ediyordu. Bagatırda Tanrıkut unvanını almıştı. Zira daha önce Yabgu unvanını taşıyordu.

Bütün bunlar olup biterken Çin'de iç kargaşa sona ermiş, Han sülalesi kesinlikle otoritesini kurmuştu. Fakat, bu seferde kuzeyde (Türkistan'da) Güçbi bir lider olan Bağatır'm akınları başlamıştı. Bagatır'ı Çin'e yönelten üç büyük sebep vardır. Bunlardan birincisi; Çin'in çok zengin ve verimli bir ülke olması (Orta Asya ekonomisinin bir yerde bu verimli ve zengin ülkeye bağımlı olması), İkincisi; yeni kurulması sebebi ile zayıf olan Han sülalesinin durumu ve bu sülalenin kuvvetlenmesi halinde Hunlar için doğuracağı tehlikenin zamanında önlenmesi, Üçüncüsü ise; Han-Ts'in sülalelerinin mücadelesi ve iç karışıklıklar esnasında Hun yurduna sığman Çinlilerin Bagatır'ı Çin üzerine yürümeye teşvik etmeleridir.

G. Türükoğlu'nun ruhi tuzak dediği ve neticelerim de "Büyük sayılar kanunu" ile izah ettiği Bagatır'ı Çin'e yönelten birinci sebep, ondan öncede bir çok Türkün Çin'e akın yapmalarına hatta orada yerleşerek zaman içinde de eriyip yok olmalarına sebep oluyordu. Böylelikle Çin gece karanlığında kendisine hücum eden böcekleri yakıp kavuran bir ateş görüntüsü yaratıyordu. İşte Bagatır zamamnda da böyle bir cazibeye sahip olan Çin, ayrıca güçlü olduğu zamanlarda da Türkler için daha başka bir çok teMikenin kaynağı durumunda idi. İkinci sebep olarak gösterdiğimiz meselede Han sülalesi güçlenirse bu tür tehlikelerin kaynağım oluşturacağı muhakkaktı. Öyleyse Bagatırm yapacağı iki şey vardı. Ya Çin'e dalmak ve orada iktidarını sürdürerek kendisinden öncekilerin düştüğü hataya düşmek ve Çin'de yok olup gitmek, ya da Çinliyle yan yana, fakat eşit şartlarda yaşamak. Olaylar göstermiştir ki Bagatır; her ne kadar Çin'e dalmak düşüncesinde idi, bunu Çinli karısı önledi diyenler var ise de ikinci şıkkı tercih ederek "yaptığı anlaşmayla da" Türk'ün önüne Çin'in maddi duvarına karşılık manevi bir sed çekerek, Türk insanının büyük ölçüde Orta Asya'da toplanmasını sağlamıştır.

BagatırTn Çinliye bütün bunları kabul ettirmesi elbette kolay olmamıştır. Çünkü, Çinli mağrurdu, kimseyle eşit olamazdı ve dünyada kendisinden üstün bir kuvvetin varlığına inanmıyordu. Çhüinin felsefesi bu olunca; ona dünyada kendisinden üstün kuvvetlerin de varolduğunu göstermek, hatta onda bir zillet duygusu yaratmak gerekiyordu.

Bütün bu sebeplerle harekete geçen Bagatır çeşitli savaşlardan sonra Ma-yi, Tai-yuan bölgelerini, yani Şansi'de Piyang'a kadar olan bölgeyle, Ordos'ta T'sin dahil olmak üzere atalarımn eski yerlerin itam olarak hakimiyeti altına alarak Ordos'daki Ch'ao-chün'e (bugünkü Ching nehri üzerindeki Ping-liang'ın güneydoğusu) kadar akınlarda bulundu. Üç yıl kadar sürdüğü anlaşılan BagatırTn Çin harekatım önlemek için Han sülalesinin kurucusu Kao-tsu Kao-ti/Gao-cu hudut muhafızı olan Sin'e emir vermişse de yardım göndermediğinden bu komutan da muazzam Hun ordularına katılarak emrine verilen akıncılarla Hun birlikleri) Çin'in içlerini vurmaya başlamıştı. Bu durum karşısında bizzat hareket etmek ihtiyacım duyan İmparator Gao-cu, "BagatırTn yolunu kesmek, böylece onun daha fazla güneye inmesine engel olmak maksadıyla... kuzeye doğru ileri yürüyüşe geçiyor." Bunu haber alan ve Çin hükümdarıyla mutlaka vuruşarak onunla da boy ölçüşmek azminde olan Bagatır, Gao-cu'yu bazı tedbirler alarak karşılıyor. Ancak karşılama Türk'e has bir kaşılamadır, yani; bozkır usulü sahte ric'at tabyası (Turan Taktiği) şeklinde bir karşılamadır. Taktik gereği hasta ve işe yaramayan zayıf birlikleri ordugahta bırakan Bagatır,esas ordusuyla geriye çekilerek pusuya yatmıştı. Ön hatta bulunan zayıf birliklerin Çin taarruzu karşısında geri çekilmeleri Gao-cu'nun kesinlikle zafer kazanacağına inanmasına sebep oldu. Hatta Hun ordusunun böyle olamayacağım, bunun bir hile olduğunu ileri süren komutanını askerin manevi gücünü bozmakla suçlayarak cezalandırmıştı. Ancak, tam bir zafer sarhoşluğu içinde yürüyen Çin ordusu aniden karşısında muazzam Türk birliklerini görünce ayıkmış, tuzağa düştüğünün farkına vanncada çaresiz Pai-teng/ Ping-Çeng dağına doğru geri çekilmeye mecbur kalmıştı. Bu durumda İmparator'u takip eden Bagatır O'nu bu dağda kuşatmayı başardı.

Çinlilerin bu kuşatmada en çok dikkatlerini çeken hususu B.Ögel şöyle açıklıyor. "Kuşatmada Mete'nin kır atlıları dağın doğusunda, al ve doruları güneyinde, ak atlıları dağın batısında, siyah atları ise dağın kuzeyinde yer almışlardı. Üçyüz bin atlı ile yapılan böyle ani bir baskından sonra atların renklerine göre hemen mevziye girmeleri askerlik tarihinin şaheser bir hareketi olarak görülür. Hele bu mevzi alma Türklerin mitolojik renk ve yönlerine uyularak yapılmış ise

Bagatır, İmparatoru yedi gün kuşattıktan sonra karılarından birinin aracılığıyla serbest bırakır. (M.Ö.200) Bu husus tarihçiler, bilhassa bizim tarihçilerimiz tarafından çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. (J.De Guignes, Çin kaynaklarına dayanarak olayı özetle şöyle anlatmıştır. "Kaoti bu kötü durumdan kurtulmak için Mete'nin (BağatırTn) karısının şefaatine başvurdu. Kadın Mete ile görüşerek Çin İmparatorunun bitmez tükenmez kuvveti olduğunu, (Nüfus kalabalığını kastediyor) Hunlarm onunla boş yere savaştıklarım, zira Çin'i istila etmeyi başarsalar bile muhafazaya kadir olmadıklarını anlattı. Bu sebepleri olumlu bulan Mete Sin krallarının soydaşları (Çinliler) tarafına geçmiş olabileceklerini de hesaba katarak (asılsız bir şüpheyle) pek müteyakkız bulunmaktan ve Çinlileri her taraftan kuşatmaktan vazgeçti. Onlara serbest bir taraf bıraktı. Çinliler bundan istifade ettiler.

J. De. Guignes'in bu açıklamalarına dayandıklarını sandığımız H.N. Orkun "yedi gün devam eden muhasara günlerinde Çin hükümdarı pek fena dakikalar geçirmiş bulunuyordu. Kalede açlık ve sefalet son haddine varmıştı. Bu durum karşısında teslim olmaktan başka çare kalmamıştı. Bu esnada Mao-tun'un Çinli karısı kendi soyundan olan bir hükümdarın böyle bir durumda kalmasına razı olmamış, kocasım kandırmış, muhasaramn bir tarafı gevşetilerek hükümdarın kaçıp kurtulmasına müsaade edilmişti." derken R.Nur, "Mete Çin ordusunu ikiye ayırıp imparatorun beraber bulunduğu kısmı kuşattı. İmparator Mete'nin karısına müracaat ederek kurtulabildi. Mutlaka bu kadın Çinli idi. Çin'i zor durumdan kurtarması, başka şeye hami olunamaz. Türk'e ise ihanettir. Bu vak'a içimize giren, saraylarımıza sokulan ecnebi unsurların Türk'e ettiği fenalıklar ve hıyanetlerin tarihçe malum olan birincisidir. Türk devletlerinde bunun binlerce misalini günümüze kadar göreceğiz.

Türk tarihinin her satırında bu yedi başlı ejderha" korkunç şekliyle yatar durur." demektedir. Bu büyük olaya batılı tarihçilerden bazıları ya hiç dokunmamışlar (L.Ligeti, H. Cordrer v.b.) yahutta bir kaç cümleyle geçiştirmişlerdir. (J.Macgowan gibi) Mesele hakkında görüşünü ortaya koyan W.Eberhard'a göre, Bagatır'm bu hareketinde kansı kadar devlet meclisinin de rolü vardır. B. Ögel "Çin ile pazarlığı ve barış müzakerelerini, Mete'nin Ulu Hatunu bizzat kendisi idare eder, kocasına akıl verir, böylece kuşatma kaldırılır. Bundan sonra da artık Mete Çin sınırında barış politikası güder." derken, Mete'nin karısının oynadığı rolü teslim eder. Onu, kötülemediği gibi, onu "Ulu Hatun" diyerek yüceltir. Esasen H.N. Orkun'un dediği gibi, bu kadının Bagatır gibi birisini kandırmasına imkan yoktur. Ancak Çin'i gayet iyi tanıdığı belli olan bu kadımn görüşlerinin Bagatır tarafından doğru bulunmuş olduğu da muhakkaktır. Bu da bize, daha o devirlerde bile Türk'ün kadına karısına verdiği değeri gösterir.

İmparator'un doğrudan doğruya Bagatır'a değil de, hanımına müracaat etmesini; düştüğü şaşkınlık ve perişanlık içinde devletlerarası teamülleri çiğnemek şeklinde değerlendiren G. Türükoğlu; Bagatır'm asıl maksadımn Çin'i ele geçirmek olmayıp "Hun gerçeğini" sağlam bir şekilde Çinliye kabul ettirdikten sonra, rahatça soydaşlarının bulunduğu batıya dönebilmek, böylece de "kalbini tutuşturan en büyük emelini "yani, ""Orta Asya halklarını bir bayrak altında toplamak ve onları sulh, sükun içinde yaşatmak amacım tahakkuk ettirmekti diyor.

Pai-teng kuşatmasından kurtulan Cao-cu ile Bagatır arasında bir barış anlaşması imzalandı. Bu anlaşma W. Eberhar Çin Tarihi adlı eserinde "Doğu Asya'da müstakil ve müsavi sayılan iki büyük devletin arasında aktedilen ilk beynelmilel mukaveledir." Görülüyor ki Bagatır yukarıda da belirttildiği gibi amacına ulaşmış, Çinliye yeryüzünde en az kendisi kadar güçlülerin de bulunabileceğini öğretmişti. Haliyle bu durum o zamana kadar ki Çin devlet felsefesini temellerinden sarsmıştır. Bu anlaşmayla, bozkır bölgeleri Hunlara bırakılacak, ayrıca Çin yıllık vergiyle beraber yamnda ipekli kumaş ve yiyecekde verecekti. Ay m anlaşma gereğince Bagatır'a sunulan bir de Çinli prensesden bahsedenler vardır.

Bu anlaşmanın tarihi hakkında da bir uyuşmazlık vardır. İ. Kafesoğlu, M.Ö. 200 yılı derken G. Türükoğlu, M.Ö. 199 demektedir ki, kuşatma M.Ö. 200 yılında olduğuna göre anlaşmanın ancak M.Ö. 199 yılında imzalanmış olması akla daha uygun olamdır. Bagatır, bu anlaşmadan sonra batıya yönelmişse de Çin'i dikkatle takip etmekten geri durmamıştır. İmparator (Kao-tsu) Gao-cu ölünce yerine oğlu geçmiş fakat küçük yaşta olması sebebiyle idareyi İmparatoriçe Lu ele almıştı. H.N. Orkun'un belirttiğine göre Bagatır, Çin'e de sahip olabilmek için Bagatır, İmparatoriçeye talip olmuş, Çinliler bu teklife çok kızmalarına rağmen Gao-cu zamamndaki acıklı hatıralarım göz önüne alarak mülayemetle red cevabı vermişler ve birçok hediyeler göndermişlerdir. Bundan sonra İmparatoriçe Lu (M.Ö. 195-179)'nun sağlığında Çin-Hun ilişkileri normal şekilde devam etmiş, fakat Lu ölüpde Wen-ti (M.Ö. 179-157) iktidarı ele alınca bazı ufak tefek sımr hadiseleri yamnda Hunlarm Sağ Bilge Elig'i (Sağ Hien-Hsien Kralı) Çin içlerine, hatta başkenti yakınlarına kadar akınlarda bulunmuştur. BagatırTn M.Ö. 176 tarihli mektubundan anladığımıza göre; mevcut hadiseler üzerine kendisine başvurulmuş, Bagatır'da bu birliği geri çekerek Yüe-çiTer üzerine göndermiştir.Bundan sonra Bagatır ölünceye kadar Çin'le barış içinde yaşamış, hayatımn son zamanlarında tekrar bir barış anlaşması yapmak istemiş ise de ömrü buna vefa etmemiştir.

KAYNAK: Doç. Dr. Salim CÖHÇE, Türk Tarihine Giriş, ELAZIĞ 1995, Çag Ofset Matbacılık, s. 89-97

Mao-tun Bagatır Devri (M.Ö. 209-174)

M.Ö. III. asrın sonlarına doğru Türkistan büyük olaylara hazırlanıyordu. Bu zamana kadar kendi kabuğuna çekilen Çinliler gözlerini Kuzey-batıya dikmişler ve neler olduğunu hayal meyal da olsa seçmeye çalışıyorlardı. İşte bu yüzyılda Çin tarihleri efsane ile gerçek arasında bazı önemli şeyler söylemek istiyorlardı. Fakat olup bitenleri kendileri de henüz pek iyi anlayamamışlardı. Ama söylemek istediklerinde Türkistan'dan kopup gelen korkunç bir selin sesleri vardı. Gerçi Çinliler Orta Asya'dan gelen pek çok akınlar görmüşlerdi. Fakat, asıl adımn "Bagatır" yani "Bahadır" olması gereken Mao-tun bir başka tehlike idi. Zira Mao-tun'un ortaya çıkması ile Çinlilerin dünya görüşü de temelinden sarsılmaya başladı. O zamana kadar Çinliye göre kendi devleti tek ve dünyamn ortasında idi. Diğer milletler barbar ve vahşi olmakla beraber Çini bir halka gibi çeviriyorlardı. Çinli bugün bile kendi memleketine Chungkuo; Orta Memleket-Orta Devlet der. Halbuki Bagatır, Çin'in yamnda daha kuvvetli ve düzenli bir Hun Devleti meydana getirmişti. Bu durumda yeryüzünde en güçlü devlet olarak yalmz Çin değil, hemen onun yamnda bir de Hun Devleti vardı. Bu suretle yeryüzündeki Orta devlet ikileşmiş oluyordu. Çinlinin felsefesini temellerinden sarsan bu olay onu pratikte birçok yeni siyaset ve stratejiler uygulamaya şevketti. Çinlinin uygulayacağı siyaset ve stratejiler karşısındaki düşmam tanıyabildiği ölçüde başarılı olacaktı. Zaten Çinlinin tarih boyunca başarısı buna bağlıdır. Bu sebeple hayal alemini bırakan Çinliler, gençliğinde Çin için bir tehlike teşkil etmeyen Bagatır'm bu döneme ait hayatını duyabildikleri ölçüde bir masal veya hikaye şeklinde anlatırlarken, O'nun Çin'e yaptığı seferlerden sonra bizzat görerek daha geniş ve sağlam bilgiler toplama yoluna gitmişlerdir. Bu da meşhur Çin tarih yazıcılığının başlamasına vesile olmuştur. Daha önce ince damarlar şeklinde yazılı kayıtlara (Çin kayıtlarına) geçen Orta Asya Türk tarihi, Bagatır'dan itibaren gür bir kaynak görüntüsünü almış ve bu durum M.S. VIII. asra kadar devam edegelmiştir. Bu devirlerden kalma Türk yazılı belgelerinin olmayışı bizi, M.S.VIII. yy.'a kadar olan Orta Asya Türk tarihini, (arkeolojik buluntular hariç tutulursa) bilhassa siyasi tarihini Çin kaynaklarından vermek zorunda bırakmıştır.

a. Mete Adı Meselesi:

Çin kaynaklarından (Shih-chi) bahsedilen bu büyük Türk Hükümdarının adı, babasımn adında olduğu gibi çeşitli şekillerde okunmuştur. Bu ismi ilk defa J.De Guignes "Mei-dei" (Mei-tei) şeklinde okumuş, Türk tahirçileri de bunu doğrudan doğruya "Mete" şeklinde almışlardır. İngiliz transkripsiyonunda "Mao-tun" olarak okunan bu adı: D Herbolet "Mothe", F.Hİrth önceleri "Moydon", W.Eberhard "Mao-tun", H.Parker "Baghdur, Mao-tun veya Mete", J. Macgowan "Mao-tun", J. Anne-Marie "Mete" şeklinde okumuşlardır. Bizde Çinceye vakıf olmayan tarihçi ve yazarlarımız batılı bilginlere dayanarak bu adı tesbıte çalışmışlardır. Bunlardan M.Ş. Günaltay; R.Nur, Z V Togan N.Atsız,   "Mete",   Z.Gökalp;   "Mete"  veya  "Mote",  uzun yıllar Türkiye'de çalışan L. Rasonyı ve H.N. Orkun; "Mao-tun" şeklinde kullanmışlardır. N.Atsız "Mete, Made, Mado, Madok" şekillerinde okunabilen bu adın Türkçe Batur (Kahraman) veya Matur (Güzel) olması ihtimali" üzerinde durmuştur.

Bizde ilk defa bugünkü kabul edilen şekline uygun bir tarzda bu ad üzerinde S.M. Arsal durmuştur.S.M. Arsal, "Mete=Mote" adının Türkçe bir kelimenin Çinlilerce bir telaffuzu olduğunu, bu adın Bagatır olması gerektiğini, Çin kaynaklarının daha sonraki bir Türk reisinin unvammn   Mo-ho-tu   şeklinde   kaydettiklerini,   Mo-hu-tu'nun da E.Chavannes tarafından Türkçe Bagatır kelimesinin Çince telaffuzundan başka bir şey olmadığının ortaya konulduğunu belirtmiştir. Fakat; konuyu bugünkü kabul edildiği şekilde ortaya koyan B.Ögel'dir B Ögel J De Gaıgnes'in Mete (Mei-dei/ Mei-tei) şeklinde okuduğu bu adı Alman Smoloğu. Hırth'm buluşuna dayanarak şöyle izah etmektedir. "Halbuki bugün modern Çin dilinin kurallarına göre bu Çince işaretleri Mao-tun yam Mao-dun şeklinde okumaktayız. Elbetteki bu okunuş aym Çin işaretlerinin bugünkü Çin telaffuzuna göre seslendirilmiş bir şekli idi Aym işaretler Mete çağında ise Bak-tut şeklinde okunurdu Çinliler kelime sonundaki "r" sesini okuyamazlar ve bu sesi "t" şekline sokarlardı. Oyle anlaşılıyor ki Mete'nin esas adı da eski Türkçedeki "Bagatur" ve Orta Türkçedeki "Bahadır"dan başka bir şey değildir Bu güzel buluş Alman Sinoloğu F.Hİrth'e aittir." M.Köymen'in yaptığı doktora tezinden Bagatır'm "cesur, kahraman, alp" manalarına geldiğini öğreniyoruz. Bu durumda Mao-Hun'un özellikleri isminde de tebarüz etmiş oluyor ki, biz bu sebeple bu Hun hükümdarının adım bundan böyle Bagatır olarak belirteceğiz.

b. Bagatır-Oğuz Han Meselesi

Oğuz Han destanları ile Bagatır Tn Çin kaynaklarında verilen gençlik hikayesi yerli ve yabancı pekçok ilim adamının dikkatini çekmiştir. Bu hususta Oğuz Han'ın Bagatır olduğuğunu söyleyenler bulunduğu gibi Oğuz Han'ı daha başka tarihi Türk ve başka milletlerin büyüklerinin şahsında arayanlar da olmuştur.Biz bu konuyu derinlemesine incelemektense bir fikir verebilmek amacıyla konu hakkındaki görüşleri vermeyi daha uygun bulduk.

J.De. Guignes, Mete'nin (Bagatır) Oğuz Han'a benzediğini büyük bir ihtiyatla söylemişti. Fakat Rus Sinoloğu N.Y. Biçurin (Yakinef) bu iki hükümdarın aym olabileceğini kesin olarak öne sürdü. Daha sonra B. Ögel'in tabiriyle keşif sevdasına düşen bazı bilginler, mesela; W.Radloff, Oğuz Kağan veya Oğuz Han Uygur Kağanı Bögü-Tekin ve Böğü-Kağan olmalıdır derken, J. Marquart Çingiz olabileceğini ileri sürerek Oğuz Han'ın ilkel Moğol efsanelerindeki Kirey Han ile Uhır-Bama Han'a benzetmiştir. Bizim yukarıdaki bilgileri kendisinden aktardığımız B. Ögel eserinde devamla bilhassa Potanin'in görüşü için "her türlü dış tesirlerin girdiği bu iptidaî Moğollann masal kahramanlarına bir devlet ve imparatorluk efsanesi olan Oğuz Han destanının nasıl benzetildiğine pek akıl ermiyor. Moğol İmparatorluğunun resmi tarihçisi olan Reşideddin bile Çingiz Han'ın atalarından önce Oğuz destanını kitabının başına koymuş ve bununla Moğollan bile memnun etmişti. Böyle ileri geri konuşmak bilgi noksamndan ileri gelen şeylerdi" demektedir.

Oğuz Han'ın Bagatır olduğu fikri, bizim tarihçi ve yazarlarımızın çoğunluğu tarafından da kabul edilmiş görülmektedir. Şöyle ki; bizde bilhassa batı kaynaklarına dayanarak ilk defa bir Umumî Türk Tarihi meydana getirmeye çalışan Süleyman Hüsnü paşa "Tarih-i Alem" adlı kitabının Tevaif-i Türk Bölümünde Oğuz Destanını bugünkü bilinen şekle yakın bir tarzda verdikten sonra "Bu rivayetler, Salif-i Selâtin-i Haverezim" den ve Cengiz soyundan EbuT Gazi Bahadır Han'ın "Şecere-i Türkisi" ile Mirhond, Bayzavi tarihlerinin ve müsyü Herbelot (D'Herbelot)'in cem ittiği Vekâyi-î şarkiye ile "Hun Tarihi" müellifi müsyö Döjöğni (De Guignes) nin hülasa-ı malumatıdır." demektir. J.De. Guignes'den istifade ettiğini bildiren yazar, eserinin bu bölümünde Bagatır'dan (Mete) hiç söz etmediği gibi, J.De. Guignes vasıtasıyla istifade ettiği Çin kaynaklarındaki BagatırTa ilgili bölümleri de tamamen Oğuz destamm tamamlar mahiyette kullanmıştır. Bagatır (Mete) ismine yer vermeyen yazar, bunun yerine hep Oğuz ismini kullanmıştır. Z.Gökalp; Milli Tetebbular Mecmuası'mn I. cildinde yayınladığı "Eski Türlerde Mantıkî Tenazurlar" adlı makalesinde bu konuyu daha geniş olarak ele almış ve Biçurin'den habersiz olarak Mete ile Oğuz Han'ın aym kimse olabileceğim ileri sürmüştü Yine Z. Gökalp bir eserinde "görülüyor ki "Oğuz Han" ile "Mete" ordusunu kuvvetlendirmek için ıslık çalan gayet müthiş bir ok icat etmiş ve ordusunu bu ok ile teslih etmiş. "Oğuz Han'a" gelince, bunun ismi olan "Oğuz" kelimesi "ok" ve "uz" tabirlerinden mürekkeptir. Binaenaleyh, bu tabirin manâsı "Ok Eri" yahut "Ok Aşiretleri" dir. "Mete" nin "Ok Eri" olması meşhur ıslık çalan "Ok" u icad etmesinden dolayıdır. Oğuzların da bu adı almaları "Mete"nin tesis ettiği yirmidört tümen'in torunları olmalarındandır, ihtimal ki, "Mete" daha o zamanda ordusuna "Ok erleri, okçular" adım koymuştur...

"Oğuz Han" ile "Mete" nin aym şahsiyet olduğuna başka delilde vardır. "Oğuz Han" babası ile harp etmiş ve babası bu harpte maktul düşmüş, "Mete" de Çin tarihlerine göre, babası ile harp etmiş ve babasım öldürmüştür.

ilk vak'ada da evlât ile babamn arasım açan bir anne yahut üvey annedir. Bundan başka "Mete" ile "Oğuz Han" m aym milletlerle muharabe, etmeleri ve bütün Türk illerini bir hakimiyet altına toplıyarak bir "Turan İlhanlığı" vücuda getirmeleridir. Sonunda ikisinin de yeni bir din ve yeni bir yasa tesis ederek meydana çıkmalarıdır." demektedir. Daha sonra Z.Gökalp "Oğuzlar Milli menkıbelerinde "Oğuz Han" adlı bir kahramanın icraatım terennüm ederler ki "kitap-ı Dede Korkut" daki "Boğaç" adlı kahramanın da aym şahsiyet olduğu babasıyla olan mücadelesinden anlaşılıyor" dedikten sonra J.De Guignes'in Oğuz Han'ın Mete olduğu iddiasını ele alarak yukarıdaki sunduğumuz görüşlerini dört madde de toplamış ve bu mukayeselerin Oğuz Han'ın Mete olduğu fikrini kesinlikle isbatladığmı belirtmiştir S. M. Arsal'dan ve B. Ögel'den

öğrendiğimize göre Biçurin'de Oğuz'un Mete olduğunu Z. Gökalp'in yukarıda sunduğumuz görüşlerindeki gerekçelere dayanarak ileri sürmüştür. İşte, Türk Tarihi ve Hukuk adlı kitabında Biçuri'nin bu gerekçelerini dört maddeyle özetleyen S.M. Arsal "Oğuz Han gerçekten de Mete'midir? Bugün bu mesele kati olarak halledilmiş sayılmaz. Fakat bu fikri red etmek için delil yoktur. Biçurin'in fikrinin doğru olması çok muhtemeldir." demektedir.

M.S. Günaltay eserinin "Mete Tanju veya Oğuz Han" başlığım verdiği bölümde "Çin tarihlerinde (Mete) Tanju'ya dair verilen malumatla destan-ı milli'nin Oğuz Han'a isnad ettiği menkiıbe arasında büyük bir mutabakat görülmektedir. Usturevi destanların ekseriya bir hakikat-ı tarihiyeden doğmuş olduklarını nazarı itibara alırsak, asırlardan beri hatıra-î ihtişamı elsine-i halkta hıfz ve nakl edile gelmekte olan Oğuz Han'ın Çinlilerin (Mete) Tanju dedikleri başbuğ olduğunu kabul edebiliriz" demektedir.

Önceleri "Oğuz Han Makedonyalı Büyük İskender olabilir" diyen R.Nur'un daha sonra "Mete Han, Oğuz Han, değildir. Oğuzla babasım öldürmek vakıası benzeyişi varsa da yalnız bu, bu iki şahsiyeti birleştirmeye kâfi değildir. Adca hiç, hatta hece değil bir harf benzeyişleri yoktur. Tarihçe de öyledir. Oğuz, Mete'den pek eskidir. Bu eski mitoloji bulutları içindeki Oğuz'umuzu öylece muhafaza edelim. O, Türk'ün kendisinin ve tarihinin büyüklüğü timsalidir. Mete, Türk'ün pek ulu padişahlarmdandır." demesine karşılık, Z.V.Togan, Oğuz Han'ın Mete (Moton) olduğuna dair O. Lattimore'un E. Chavannes'e dayanarak yeni deliller bulduğunu bildirmektedir. Ayrıca Z.V. Togan "Mete fütuhatları ve teşkilatçılığı sayesinde tarihin büyük şahsiyetlerinden biri sıfatıyla Çin kaynaklarında yad olunuyor. Oğuz destanlarında Oğuz Han ismi altında zikredilen Türk hükümdarına ait hatıraların da olduğu şüphesidir." Babasım av sırasında öldürerek Han olma motifinin Karahanlılarda yaşadığı Buğra Han rivayetinden de anlaşılıyor. Bunun babası Karahan olduğu gibi efsanevi Oğuz'un babasımn da Karahan olması ve Önasya seferine ait teferruat Mete destamna Karahanlılarm ceddi olan Tunga Alp (Afrasyab /Alp Er Tunga) destanından gelen motifler olsa gerektir" "Oğuz rivayetleri bir kaç fatihin, mesela Doğuda Mete'nin, Batıda Afrasyab (Tunga Alp)m ve belki de Attila'mn fütuhatına ait destanların bir araya getirilen şekli gibi görünüyor."

demektedir. Bu konuların kültür tarihimizin en büyük meselelerinden birisi   olması    sebebiyle    Z.V.Togan'ın   yukarıdaki görüşlerini derinlemesine bir tahlile tabi tutamayacağız, fakat; anlaşılan o ki, Z.V.Togan en azından Mete ile Oğuz destanları arasında bir ilişkinin olduğunu, hatta Oğuz'un Mete olabileceğini kabullenmektedir. Bu konuda daha başka fikir beyan edenlerden M.E. Köprülü (Türkiye Tarihi, s.57) "... Uygurca metinde eksik olan bu mukaddime, Oğuz'un Mete olduğunu pek iyi göstermektedir." N.Atsız (Türk Edebiyatı Tarihi, adlı eserinin s.26) "mda Destandaki Oğuz Han'la babası Kara Hun Hun tarahinde gördüğümüz Mete (Motun) ile babası Tuman Yabgu'dan başkası olamaz." demektedir. O.Turan, "Oğuz Han veya İranı adı ile Afrasyab neslinden gelen Selçuklular." "Cihangir Oğuz Han ile babası Kara-han arasında vuku bulan mücadele, M.Ö. III. asır sonlarında Hun imparatoru olan Mete (Modun) ile babası, Tuman arasındaki savaşın destani bir in'ikasından başka bir şey değildir... Büyük Hun Tanyu'su Mete'nin destanda Oğuz Han olduğunu gösteren başka sağlam deliller de vardır." demektedirler. Bunlardan sadece O.Turan, Oğuz Han'la Afrasyabı, dolayısıyla Mete'yi de Afrasyab'la birleştirmiştir ki, bu husus hemen dikkatimizi çekiyor. Kanaatimiz o ki; Afrasyab (Alp Er Tunga) destam ile Oğuz destam tamamen ayrı iki destan olup, daha sonraki devirlerde birbirlerinden çeşitli motifler almış olabilirler.
Bu konuda en muafık görüş bizce B. Ögel'in görüşüdür. 644 sayfalık eserinin 273 sayfasım Oğuz destanım incelenmesine ayıran B. Ogel, J. De Guignes'in görüşünü verdikten sonra birbirlerinden habersiz hemen hemen aynı şeyleri söyleyen Biçurin ve Z. Gökalp'm fikirleri için "Bizce bu iki nazariye en mantıkî ve aklî olan fikirlerdi. Bununla beraber kitabımızda daima ileri sürmüş olduğumuz şu görüşümüz, bunlardan kesin olarak ayrılmıştır; Bize göre Oğuz Han efsanesi, Mete'den de önce Orta Asya'da yaşıyordu. Bu eski inanış biraz değiştirilerek, esasen Çin kaynaklarında da efsane şeklinde anlatılan Mete'nin gençliğine de yakıştırılmış olabilirdi, diyerek bu arada kendi görüşünü de ortaya koymuştur. Konu üzerinde en son araştırmayı yapan G. Türükoğlu, bizimde büyük ölçüde kullandığımız malzemeyi kullanarak neticede Oğuz destamndaki Oğuz Kağan veya Oğuz Han'ın hangi tarihi şahsiyet olabileceği hakkında görüşleri (1. Milliyet yönünden, 2. Zaman yönünden, 3. Türk soyu yönünden) üç ana grupta toplamış ve "Bu konuda şimdilik söylenebilecek en doğru söz en aklî ve en mantıkî hüküm: S.M. Arsal'in dediği şekilde Oğuz Han'ın "Mete" olduğu hakkındaki fikri reddetmek için elde delil olmadığından bu fikrin doğru olmasımn çok muhtemel bulunması: B. Ögel'in söylediği şekilde de "Mete" ile Oğuz Han'ın aynı kimse olabileceği hakkındaki nazariyenin en mantıki ve en akli olan fikir olmasıdır şeklinde bir sonuca ulaşmıştır.

Bilhassa son zamanlarda bazı gazete ve dergilerde Oğuz Han'ı Kuran-ı Kerim'de adı geçen Zülkarneyn'le birleştirmek isteyen yazılara da rastlamaktayız. Maalesef bütün araştırmalarımıza rağmen adı geçen dergi ve gazeteleri tesbit edemedik. Fakat; bir fikir verebilmek için söz konusu ettiğimiz bu görüşlerin tarihi belgelerden ziyade akli ve mantıki sebeplere dayandığım da hemen belirtmek gerekir.

KAYNAK: Doç. Dr. Salim CÖHÇE, Türk Tarihine Giriş, ELAZIĞ 1995, Çag Ofset Matbacılık, s. 82-89