12 Temmuz 2016 Salı

Hunların Yaşadıkları Bölgenin Coğrafi Özellikleri

Coğrafyanın tarihçiler için önemi başlı başına araştırmalara konu olmuş, pek çok üniversitede tarihi coğrafya bir ders olarak ders programlarında yer almıştır. Coğrafi şartları bilmeden, kavimlerin hareket alanları, savaş sebepleri, yaşayış biçimleri, ordu düzenleri, ekonomileri gibi pek çok konuyu anlamak kesinlikle mümkün değildir. Bu durumu herkes bilir fakat coğrafyanın bu etkisinin hangi sebeplerden kaynaklandığını biraz detaylandırmak gerektiğini düşünüyoruz.

Genel olarak coğrafyamız bütün Dünya’dır. Ancak Dünya genel olarak çok cömert olsa da her yerinde aynı cömertliği göstermemektedir. Bu, coğrafyanın farklılaşmasıdır. Coğrafi farklılıklar veya yetersizlikler, yüzey şekilleri, bitki örtüsü, hayvan varlığı, ısı, yağış, nem, yer altı ve yer üstü zenginlikler şeklinde tezahür eder. Dolayısıyla üretim çeşit ve miktarı farklı olacaktır. Coğrafya farklıdır, her yerde ve her zaman aynı özellik ve verimlilikte değildir, ama insanların ihtiyaçları ve istekleri her yerde her zaman hemen hemen aynıdır ve süreklidir. İşte bu yüzden insanoğlu ilk günden itibaren coğrafya-tabiat ile mücadele etmiş, üretim, nakliye, ulaştırma, iletişim alanlarında pek çok teknikler geliştirmiştir. Öte yandan aynı coğrafi yetersizliklerden dolayı coğrafyalar arasında göçler, savaşlar, işgaller meydana gelmiştir. Eğer coğrafi farklılıklar olmasaydı, her şey, her yerde her zaman yeterli miktarda ve oranda bulunsaydı, tabiatla mücadele, üretim tekniklerinde, ulaşım ve haberleşmede gelişme,

kısacası medeniyet meydana gelmez, hayat durağan olurdu. Coğrafyanın farklı yaratılmasındaki hikmet budur. O halde tarih ve medeniyetin gelişmesinin ilk sebebi bu coğrafi farklılıklar veya yetersizliklerdir19. Dünya üzerinde büyük değişiklikler yaratan, kıtlık, göç, istila gibi olayların da temelinde en önemli sebep coğrafi yetersizlikler veya farklılıklardır. Ticaret dahi, coğrafyanın farklılaşması sebebiyle ortaya çıkmış ve gelişmiştir. İlk olarak değiş-tokuş ile başlayan ticarette amaç, bireyin veya devletin, kendinde olmayan ve ihtiyaç duyduğu bir malı edinme çabasıdır. Para ekonomisinin gelişmesiyle beraber, ticaretle zenginleşme ve maddi kâr elde etme güdüsü ortaya çıkmıştır. Para ekonomisinde de yine aynı şekilde ticaret, ihtiyaç duyulan ve elde bulunmayan malı edinme amacıyla yapılmıştır. Klasik dönemde ticari faaliyetlerin en önemli sebebi coğrafyanın sunduğu imkânlar ve imkânsızlıklardır.

Bu kadar etkinin yanında coğrafyanın insan karakteri ve toplum yapısı üzerinde de derin etkileri vardır. İnsan Dünya’nın, kuzey kutbu da dâhil olmak üzere, pek çok yerinde varlığını sürdürmektedir. Biri birinden çok farklı coğrafi şartlara uyum sağlayabilen insanın, bu başarısının altındaki sebep nedir? Başarı diyoruz çünkü hiçbir canlının yeryüzünde, insan kadar geniş yaşam alanı yoktur. Tropik kuşakta da, kutup dairesinde de insan toplulukları mevcuttur. İnsan, belki de farkında olmayarak, yüz yıllardır bulunduğu coğrafyalara uyum sağlamıştır. Yani insan toplulukları, yaşadıkları bölgelere göre bir birinden farklılaşmıştır. Tıpkı, bazı hayvan türlerinin yaşadıkları coğrafyaya göre tür içinde farklılaşması gibi. Burada bu ayrışma büyük oranda coğrafya sebebiyle ortaya çıkmaktadır. Bu ayrışma, karakteristik hale geldiğinde, biri birinden farklı ırklar ortaya çıkmıştır. Bu meseleyi daha iyi anlatabilmek için konumuz olan ekonomiden örnek verelim. Aynı dönemde, Dünya’nın bir bölgesinde karasal bir topluluk göçebe hayat sürerken, deniz kıyısında yaşayan bir topluluk ise denizciliğe ve bunun yan sanayilerine bağlı bir hayat sürmektedir. Bu farklı yaşam şekilleri zamanla, mutfak kültürü, giyim kuşam, değer yargıları gibi kültürün onlarca alt unsurunda bir ayrışma yaratarak farklı toplumları ve nihayet farklı milletleri oluşturur. Yani coğrafyanın insanları zorladığı yaşam şekli, yıllar sonra o toplumun karakteri, daha sonra da milli kimliği olur. Coğrafyanın etkisi bu kadar keskindir.

Burada, inceleyeceğimiz Hun Devleti ile de yakından ilgili olduğu için karasal iklimin insan ve toplum karakteri üzerine olan etkilerinden bahsetmeyi faydalı buluyoruz.     Karasal     iklim     veya    daha    genel     ifadeyle     insanların     birlikte     yaşamak

mecburiyetinde oldukları iklim şartlarının (bu iklim çöl iklimi de olabilir) sosyal hayata olan tesirleri farklıdır. Böyle iklim şartlarında kişi tek başına yaşayamaz. En azından bu iklimdeki iktisadi faaliyetleri tek başına sürdüremez. Bundan dolayı karasal iklimde, birlikte yaşamak mecburiyeti vardır. Burada kolektif bir hayat tarzı esastır. Kollektif hayat tarzı da şöyle ya da böyle bir lidere (feodal bey, ağa, aşiret reisi) ihtiyaç gösterir. Böylece feodalizm denen sosyal gerçek ortaya çıkar. Burada toplumsal kontrol daha belirgindir. Gelenekçilik, muhafazakârlık, dindarlık, an’anevi değerlere bağlılık daha fazladır20.

Karasal iklim kuşağında yaşayan insanların, varlıklarını devam ettirmek, tabiatla ve düşmanlarıyla mücadele etmek için, daha çok kol gücüne, insan gücüne ihtiyaçları vardır. Bundan dolayı geniş akraba toplulukları büyük önem arz etmektedir. Hatta bu hayat şartlarında geniş aile tipi de yeterli gelmez, kan ve soy bağı ile birbirlerine bağlı olan daha geniş topluluklara ihtiyaç duyulur, bir soy ve nesep bağlılığı geliştirilerek aşiret kavramı etrafında birleşilir. Böylece aşiret-kabile duygu ve düşüncesi gelişir. O halde aşiret-kabilecilik düşünce ve olgusu karasal iklimde, çöl ikliminin hayat şartları karşısında temayüz etmiştir. Oysa sıcak iklim kuşağının nispeten rahat hayat şartlarında insanlar hayatlarını tek başlarına sürdürebilirler, geniş bir akraba, boy-soy topluluğuna ve aşiret yapılanmasına ihtiyaç duymazlar21. Bu farklılık da beraberinde, muhafazakârlığı ve ferdi yaşamayı getirir. Karasal iklim kuşaklarında geniş insan topluluklarına ihtiyaç duyulurken, sıcak iklim kuşaklarında insanlar, çok daha küçük gruplar halinde yaşamlarını sürdürebilirler.

Klasik dönemde, karasal iklim toplumlarının en önemli ekonomik faaliyetleri tarım ve hayvancılıktı. İşte bu temel ekonomik faaliyetler insan gücüne olan talebi arttırıyordu. Buharlı makine gücü ortaya çıkmadan önce en büyük güç insan gücüydü. Bu ekonomik faaliyetleri yürüten aileler, faaliyet büyüdükçe aşiret, daha sonra da boy halini almışlardır. Hunların bir devlet halini almalarının temel sebebi de ekonomik faaliyetlerin artması ve bunun sonucunda başta kaynak bulma olmak üzere, ortaya çıkan çeşitli problemlerdir. Bu konuya Hunların kuruluş döneminden bahsederken detaylı olarak değineceğiz.

DİPNOTLAR:

19 Öztürk Mustafa, Tarih Felsefesi, s. 144-145

Öztürk Mustafa, Tarih Felsefesi, s. 149

Öztürk Mustafa, Tarih Felsefesi, s. 150

KAYNAK:   Asya Hunları’nda İktisadi Hayat. Murat Öztürk. F.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı.  Doktora Tezi. Elazığ 2013. s. 3-5

Hun Coğrafyasının Yeri ve Sınırları

Hunların yaşadığı coğrafya, Orta Asya’nın doğu kısmını ve Asya’nın kuzeydoğu kesimlerini içine alır. Bu nedenle konumuzun coğrafya bölümünde, Orta Asya’nın sınırlarının dışına çıktığımız görülecektir. Fakat Hunların yaşadıkları bölgelerin büyük kısmı, Orta Asya sınırları içinde yer almaktadır.

Bugünkü Moğolistan ve Sibirya’nın güneyi ile bugünkü Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan ile Afganistan’ın kuzeyi, İran Horasan’ını, Tibet, Sin-Kiang (Xinjiang)22 ve Kansu’yu kapsayan bölge olan Orta Asya dört taraftan yüksek dağlarla çevrilidir23. Bu nedenle deniz etkisine kapalıdır. Denizlerin ılıman etkisi iç kesimlere giremediğinden karasal iklim en şiddetli haliyle görülür. Dünya’ da karasallığın en şiddetli görüldüğü yer olan Orta Asya’ da karasallığın bu kadar sert olmasının temel nedeni kıtanın büyüklüğüdür. Dünya karalarının yaklaşık yedide biri olan bölgenin doğu batı arası mesafesi yaklaşık 10.000 kilometredir. İç Asya dâhilinde, uzun mesafelerle ilişki kurmanın en önde gelen yolları, karadan hareketler olmuştur; çünkü yeryüzünde deniz yolu almaşıkları bulunmadığı için, bu kadar karaya kilitlenmiş başka bir bölge yoktur24. Bunun yanında Dünya’ nın en geniş karası olan bu bölge, özellikle doğuda dağların pek çoğunun denizlere paralel uzanması sebebiyle nemden yoksun kalmaktadır. Büyüklükle, dağların konumunun birleşmesi sonucu, karasallığın etkisi bir kat daha artar.

Çoğunlukla yüksek, boş bozkırlardan oluşan Orta Asya coğrafyası Kuzey Sibirya ormanlarına kadar uzanır. Bu ormanlarla sınırı Altay Dağları oluşturur. Bu bozkır Sibirya’ya doğru uzanırken bazen yerini tundra veya ormanlara bırakır. Ancak bu alanlar sınırlıdır. Orta Asya çok geniş bir alan olduğundan, tamamının coğrafi detaylarına burada girmeyeceğiz. Konunun detaylandırmak istediğimiz bölümü, Hunların bulundukları ve ilgilendikleri alanlardır.

KAYNAK:   Asya Hunları’nda İktisadi Hayat. Murat Öztürk. F.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı.  Doktora Tezi. Elazığ 2013. s. 6.

Balıkesir'de Kuva-yı Milliye Hareketi

İzmir'in işgalinden bir gün sonra 16 Mayıs 1919 tarihinde Balıkesir’e gelen işgal haberi büyük heyecana yol açar. Önce Belediyede daha sonra ise Okuma Yurdu'nda toplantılar yapılır. İşgali protesto için itilaf devletleri temsilcilerine telgraflar çekilir. Zarbali Hulusi Bey'in evinde yapılan gizli toplantılardan sonra Alaca Mescid' te daha geniş bir toplantı yapılması kararlaştırılır.

19 Mayıs günü ikindi namazından sonra kalabalık bir cemaat mevlit okuma bahanesiyle gizlice toplanır. Mevlit okunması bitince Karesi Mebusu Vehbi (Bolak) Bey ayağa kalkarak cemaata hitaben bir konuşma yapar. Konuşmasında İzmir'deki faciaların Balıkesir’in başına gelmemesi için bir Redd-i İlhak Cemiyeti kurulması gerektiğini belirtir.

Diğer konuşmalardan sonra her türlü kararı almaya yetkili kırk bir kişi belirlenerek toplantı sona erer. Seçilenler: 1) Karesi Meb'usu Vehbi Bey, 2) Siverek Meb'usu Vehbi Bey, 3) Belediye Reisi Keçeci Hafız Mehmet Emin Bey, 4)Müftü Nennicizade Abdullah Efendi, 5) Abdülgafur Efendi, 6) Zarbali Hulusi Bey, 7) Tireli Sabri Bey, 8) Dâvâvekili Sadettin Bey, 9)Kocabıyık Mehmet Bey, 10)Abdüsselâmzâde Cemil Efendi, 11) Arap Sadettin Bey, 12) Beypazarlı Hafız Mehmet Efendi, 13) İbrahim Bakir Efendi, 14) Kuyumcuzade Ali Efendi, 15) Abdülaziz Mecdi Efendi oğlu Ahmet Nur Bey, 16) Dâvâvekili Said Bey, 17) Ocakîzade Talat Bey, 18) Eski Nüfus Müdürü Hakkı Bey, 19) Marmara Nahiyesi Müdürü İsmail Hakkı Efendi, 20) Giritlizâde Muhittin Bey, 21)Ahmet Vehbi Bey, 22) Gönenli Osman Bey, 23) Kunduracı Nuri Usta, 24) Dâvâvekili Süleyman Sadi Bey, 25) Lâz Hacı Mustafa Efendi, 26) Hoca Asım Efendi, 27) Budakzade Hafız İsmail Efendi (Melekzade Hacı Hafız Mehmet Efendi), 28) Hafız Eminiddin Efendi, 29) Hafız Haydar Efendi, 30) Muzaffer Efendi, 31) Emekli Binbaşı Ahmet Bey, 32) Alaybeyi Rıza Bey, 33) Kadizade Mustafa Efendi (Hoca Süleyman Vehbi Efendi), 34) Yörük İbrahim Efendi, 35) Keşkekzade Hacı Eşref Efendi, 36) Yırcalızade Şükrü Efendi, 37) Basribeyzâde Şevki Bey, 38)Somalı Hacı Hafız Kazım Şükrü Efendi, 39)Silahçı Şevki Bey, 40) Arnavut Rasim Bey, 41) Hacı Kamil Efendi.

Silahlı mücadele kararının alındığı bu toplantı Balıkesir Kuva-yi Milliyesi'nin ilk ve en önemli temel taşıdır. Her şey buradan doğmuş, bir yıldan fazla devam eden Balıkesir ve bölgesi direnişi bu kararın sonucu olmuştur. Anzavur isyanı, İstanbul Hükümeti ve İtilaf Devletleri'nin karşı etkinlikleri, Rumlar ve Ermenilerin içerideki hareketleri, düşmanların bütün ümitleri hep bu tarihi karardan doğan kuvvetle dağıtılmıştır.

Mondros Ateşkes Anlaşması, Boğazların işgali, İstanbul'un kontrol altına alınması, Meclis-i Mebusan'ın dağıtılmış olması, halk desteğinden yoksun İstanbul hükümetlerinin devlete, millete ve vatana sahip olamayışı, nihayet İzmir'in işgaliyle görülen facialar üzerine, bütün vatan sathında olduğu gibi, Balıkesir’de de millet kendi kaderine sahip çıktı. Önce Redd-i İlhak adıyla cemiyetler kuruldu. Sonra daha geniş halk yığınlarının desteğini almak üzere kongreler tertip edildi.

Birincisi Dar'ün Nafia Medresesi'nde 28 Haziran 1919'da toplanan kongrelerin besincisi 10 Mart 1920'de toplanmıştır. Redd-i İlhak Cemiyeti ve özellikle Balıkesir Kongreleri, ilerleyen düşmanı durdurarak ve ayaklanmaları bastırarak, düzenli ordunun kurulması için bir yıllık zaman kazandırmışlardır.

Bir taraftan düşmanla savaşırken halkın güvenliğini sağladıkları gibi, Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasına uygun ortam sağlamışlardır.

Hey'et-i Merkeziye'nin karar defterinden ve kongre kararlarından anlaşıldığına göre Kuva-yi Millîye bir devlet gibi hareket etmiştir. Halka vergi koymuş, asker toplamış, seferberlik ilân etmiş, güvenliği sağlamış, diplomatik temaslarda bulunmuştur. Bütün bunları, düşmana karşı koyabilmek için yapmıştır.
Dünya kamuoyuna Türk halkının işgal ve esareti kabul etmediğini gür bir sesle duyurmuştur

KAYNAK: http://www.balikesirkulturturizm.gov.tr/TR,94489/balikesir-de-kuva-yi-milliye-hareketi.html

Aksak Demir'in Adaleti

"Haklı olanların hakkını hiçbir vakit kaybettirmedim." O, adalete en büyük önemi vermektir. Çünkü böyle bir esasa dayanmayan bir devletin bekasına imkân olmayacağı kanaatini beslemektedir.

Diyor ki:

"Haklı olanların hakkını hiçbir vakit kaybettirmedim. İntikamla hareket etmedim. Böyle bir hırsa hiç düşmedim. Allah'ın kullarına karşı şiddet ve zulümden sakındım. Bunlara karşı daima iyi kalpli, güler yüzlü davrandım."

Piri, Demir'e şunları yazıyordu:

"Demir bilmelidir ki, hükümet Tanrı idaresinin bir kopyasıdır."

Bossuet de, Mukaddes Kitap Politikası adlı kitabında, Louis XIVe böyle söylüyordu.

Piri yine devamla diyor ki:

"Memurlarını ve bunların reislerini gözünün önünde tut. Sana itaat etsinler. Ödevlerini mutlaka başarsmlar. Halk sınıflarına hak ve mevki tayin et ki devletinde akıl ve hak hüküm sürsün.

İşlerinde, tebaan arasında kanunu unutma. Unutursan hükümetinin altüst olması gecikmez."

Demir, bunları dinledi, bunlara saygı gösterdi mi?

Kendisi diyor ki:

"Pirimin mektubunu alınca, dediklerini yapmaya acele ettim."

Demir ilk defa kabahat işledikleri adliyesince sabit olanların suçlarını bağışladı. Fakat bu gibiler tekrar suç işlerlerse cezaları ağır olurdu. Bu, bir çeşit bugünkü tecil sistemidir.

Demir, oğullarından biri hakanlığa göz dikerse, onun katline ve­ya azasından birinin kesilmesine, gözünün çıkarılmasına, kör edilmesine, fena muamele yapılmasına emir ve müsaade vermezdi. Bundan çekinirdi. Yalnız bu gibileri, niyetlerinden vazgeçtikleri anlaşılıncaya kadar hapsettirirdi. Buna sebep, devlet içinde kan dökülmesinin önüne geçmek kaygısı idi.

Torun veya hısımlarından biri isyan çıkarırsa, onun malını mül­künü elinden alır, dilenecek hale getirirdi. O, buna, kendi deyimiy­le "derviş kılmak" diyor.

Osmanoğullarında âdet, hatta kanun, isyan çıkarmasalar da, oğul ve kardeşlerin öldürülmesine müsaade ediyordu. Her Osmanlı padişahının tahta çıkışı, kurban kardeşlerin kanlarıyla kutlanır, süslenirdi!

Bu hali haklı göstermek isteyen, padişahlardan fazla padişahçı-lar, sebep olarak, vatan, millet menfaatları için bu yolun tutulmuş olduğunu söylerler!

Bütün bir tarih boyunca uzanan, böyle kanlı bir cinayeti haklı göstermeye kalkışmak, onu işleyenden daha alçak bir duruma düşmek değil de nedir?

Niçin, başka milletlerin başlarındaki hükümdarlar, hatta bir Türk devlet reisinden başka bir şey olmayan Demir, bu gibi faciala­ra tenezzül etmediler.

Osmanoğulları kardeşlerini öldürtmekle sanki diğer devletlerden daha emin bir durum mu elde ettiler?

Bu sorunun karşılığı:

Hep, isyanlar karşısında kaldıklarıdır.

Ali Seydî, Osmanlı Tarihi'ndz der ki:

III. Murad tahta çıkar çıkmaz, 19 erkek kardeşini öldürdü. Bun­ların Ayasofya'da namazlarını kıldıktan sonradır ki, vezirler siyah elbiseleriyle cülus tebrikine gittiler.

Yine bu padişah dokuz kız kardeşini de ayrı ayrı hapsettirdi. Anaları bunları ayda yılda bir görebileceklerdi.

Demir, bu gibi kanlı maskaralıklardan tiksiniyor, adalet ve hakkaniyeti elden bırakmıyordu.

Demir, memur öldürmekte de asla ileri gitmezdi. Vazife görmeyen reisleri işten çıkarırdı. Devlet içinde kargaşalığın önüne geçe­meyenlerin rütbelerini indirirdi. Bu gibileri ta kâtipliğe kadar düşü­rür, yine öldürmezdi. O kadar ki: Bir vezir, onu düşürmek için bir proje tertip etmiş olsa bile, hemen ölüm cezasıyla cezalandırmak­tan sakmırdı. Önce işi iyice inceler, doğru olup olmadığını anlardı, hükmünü buna göre verirdi. Çünkü, maksatlarını elde etmek için doğruyu yalanla örtbas eden kötüler az değildir. Bunlar, bu gibi fe-satlıklarıyla devlete canla başla bağlı olanları ortadan kaldırmak, meydanı fenalara bırakmak isterler.

Demir'i, Ayko-Demir ile böyle bir duruma sokmak istemişlerdi. Muvaffak olamadılar. Fakat günün birinde nedimlerinin sözlerine kapıldı. En sadık devlet adamlarından Abbas'ın kanına girdi. Sonra. Abbas hakkıda söylenen şeylerin, baştan başa iftira ve yalan ol­duğunu anlayınca hüngür hüngür ağladı, çok pişman oldu. Fakat, iş işten geçmişti. Son pişmanlık para etmedi.

Osmanoğulları vezir kellesi düşürmekte o kadar ileri gittiler ki, rakibin ölmesi için padişaha vezir olması dilenirdi. Gün geldi, devlet adamsız kaldı.

Demir, hırsızlara, sarhoşlara, hatta ırza geçenlere bile keyfi muamele yapılmasına müsaade etmezdi. Bunlar hâkim huzuruna çıka­rılırlar, kanunlar hükmünce cezalandırılırlardı.

Demir'e göre:

"Hakan her işte adaleti gözetmelidir. Vezir seçerken onun adil olmasına dikkat etmelidir. Çünkü adil bir vezir, zalim bir hakanın kötülüklerini tamir eder. Fakat vezir de hakan gibi zalim olursa, hü­kümet binası yıkılmakta gecikmez.

Misali şudur ki:

Emir Hüseyin'in bir veziri vardı. Halk ve askerlere keyfine gö­re muamele yapardı. Onları haksız cezalandırırdı. Kanunu hiçe sayardı. Bu kötü adamın adaletsizliği az zaman içinde efendisinin parlak durumunu söndürdü."

Demir, tefecilerle insafsız zenginlerin fukarayı ezdiklerini çok iyi biliyordu. Bunun için bu gibileri hususi memurlarla takip ettirirdi. Bunlarla beraber devlet gelirlerinden suiistimal edenlerin ceza­ları kanunen ölümdü.

KAYNAK: Aksak Demir'in Devlet Politikası. Mahmut Esat BOZKURT.  Kaynak Yayınları 2005. s. 26-29

Hunların Dini

Hunların yazısı yoktur fikri, tarihe tamamen yerleşmiş ve şüphe götürmez bir gerçeğe dönüşerek çağlar boyunca etkili olmuştur. Fakat zamanla gerçekler ortaya çıkınca, bu fikirde ısrar edenler utan­ca gömülmüş, tarihçiler de fikirlerini değiştirme ve yanlışlarını dü­zeltmeye koyulmuşlardır.

Çin'in "Üç Hanlık" isimli kitabında şöyle bir yazıya rastlanmaktadır, (Gumilyov'dan aynen alınmıştır), Kan Tay isimli Çin elçisi MÖ 250fde Kamboçya'dan dönüşünde şunu yazmıştır: "Onların kitapları var, kütüphanelerde korurlar. Yazılanysa Hun yazısına benzer."

Tarihte Türk yazısının olduğunu görmezden gelen Batı aydınlarının tarihî otoritesi, 1893 yılında Orhon bölgesinde bulunan yazıt­ların V. Thomsen tarafından okunmasıyla iyice sarsıldı. Kopenhag Üniversitesi profesörü Thomsen, kökleşmiş tutumdan çekinmeden, cesaretle gerçeği ortaya koymuştur. Orhon Yazıtları denen bu de­ğerli bulguda, Türk yazısının yanı sıra Tanrı dininin varlığı da ka­nıtlanmıştır. Bu yazıtlarda, Thomsen'in ilk okuduğu kelimenin Tengri olması da Tanrısal bir tesadüf müdür, bilemeyiz. Bu kelime şu şekilde yazılmaktadır:

Bu olayın büyük yankı uyandıracağından korkan "vicdanlı" bilim adamları, bu paha biçilemez bulguyu gözlerden ırak tutmaya çalışmış ve kapalı arşivlerde 100 yıl kadar saklamıştı. Ama Türk gelişimine ulaşamayan geri kalmış Avrupa'nın aydınları, başarısızlığını burada da kanıtlamış ve hatta elaleme rezil olarak kıskançlı­ğını ortaya koymuştur.

Hunlar taş saraylarda değil ayaklı evlerde yaşadıkları ve devam­lı göç halinde oldukları için belki de, zengin halk kültürünü "ağız­dan ağıza" denilen yöntemle aktarmış, masa başında tarih gündemi yazamamıştı. Belki de yazmış ama Hunnu'nun yaşadığı trajik olay­lar sonucu kaybolup gitmiştir. Belki onlar da Orhon Yazıtları gibi gömüldüğü yerden ya da paslanmış bir sandık içinden çıkabilir. İnsanın yapısı her yerde aynıdır, Avrupalı aydınların yaptığından da­ha fazlasını İç Asya'daki kıskançlık da yapmış olabilir.

Hunlar baş eğdirdikleri halkların çok haksız davranışlarına ma­ruz kalsalar da eski kıskançlar, artık onun boyuna erişemeyeceklerini görmüş durumdadır. Hun halkının torunlarıysa bu düşman dav­ranıştan gurur duymalı çünkü "yıldırım yüksek ağacı vurur".

KAYNAK: Atalarımız Hunlar. Sofi Tram SEMEN. Kaynak Yayınları 2007. s. 96-97

İskitler'in Tarih Sahnesine Çıkışları

iskitler doğudan batıya doğru kavimlerin birbirlerini sıkıştırmaları sonucunda ortaya çıkmıştır. Bunların MÖ 8. yüzyılda Kimmerlerin ülkesine geldikleri kabul edilmektedir (Kretschmer 1921: 923). Herodotos, göçebe İskitlerin Asya'da yaşadıklarını ve Massagetler'le yaptıkları savaştan yenik çıkarak, Kimmerlerin yanına göçtüklerini bildirmektedir (Herodo­tos IV: 11). Fakat İskitlerle Greklerin tanışmaları Grek ticaret kolonileri zamanına rastlamaktadır. Bilindiği üzere, Grekler Karadeniz kıyılarına koloniler kurarak, birtakım ticari faaliyetlerde bulunmuş­lardır (Mansel 1971: 169). Bu kolonizasyon hareketleri İskitler hakkında fazla bilgi sahibi olmamıza yetmemektedir. Malzemelerin arkeolojik buluntulardan oluşması ve yazılı kaynakların olmaması sağlıklı sonuçlar çıkarma imkânını ortadan kaldırmaktadır.

İskitlerin adına ilk kez Asur kaynaklarında rastlanmaktadır. Asur imparatorlarından Asarhaddon (MÖ 680-668) devrine ait Prizma (B)'de adları geçmektedir. Bu vesikaya göre Asarhaddon, imparatorluğun kuzey ve kuzeydoğu sınırlarını tehdit eden Kimmer ve Mannalarm saldırılarını bertaraf etmek maksadıyla İskit hükümdarı Bartatua ile anlaşmayı tercih etmiş ve ona kızım vererek, İskit­lerin adı geçen kavimlere karşı savaşmasını sağlamıştır (Luckenbill 1968: 207).

Asur kaynaklarında İskitler hakkında Grek kaynaklarındaki kadar fazla bilgi olmamasına rağmen, Greklerin tarihî değer taşıyan ilk kaynağının Herodotos'un eseri olduğu düşünüldüğünde, İskitler hakkında bilgi veren ilk Asur kaynağının, bundan yaklaşık olarak 200 yıl önce ortaya çıktığı anlaşılır. Buradan çıkarabileceğimiz başka bir sonuç da, MÖ 8. yüzyılın içerisinde Orta Asya'dan çıkan İs­kitlerin MÖ 7. yüzyılın ilk çeyreği içerisinde hissedilir bir güç ola­cak şekilde Asur sınırına kadar ulaşmış olduğudur. Bu ifadeden, İs­kitlerin Hazar Denizi'nin batısı, Tuna nehrinin doğusu ve Karade­niz'in kuzeyindeki Kimmer yurdunun dışında, Ön-Asya'ya kadar çok kısa zamanda yayılmış oldukları gerçeği de ortaya çıkmaktadır. İskitlerin tarihini çok daha öncelere götürmek isteyenler bulunmak­la birlikte, sağlıklı sonuçların alınabilmesi yazılı kaynak olmama­sından dolayı mümkün olamamaktadır. Bizce, İskitler yukarıda adı geçen Kimmer yurduna, Asarhaddon'un adlarını zikrettiği dönem­den önce, MÖ 8. yüzyılın ortalan ya da bu tarihten biraz daha son­ra gelmiş olmalıdır.

KAYNAK: İskitler. İlhami DURMUŞ. Kaynak Yayınları. 2007. s. 80-81

1715 1718 Osmanlı Avusturya Venedik Savaşı


1715-1718 Osmanlı-Avusturya-Venedik Savaşı Osmanlı İmparatorluğu 'nun Karlofça Antlaşması'yla kaybettiği toprakları geri almak amacıyla savaştığı ancak başarısızlıkla sonuçlanmış bir savaşlar dizisidir. Kanuni döneminde 0smanlı-Avusturya ilişkilerinin temelinde Maceristana hakim olma istegi yatıyordu.

Savaşı hazırlayan nedenler
Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları'nda uğranılan yenilgi ve bu savaşları takiben 1699'da imzalanan Karlofça Antlaşması sonucu Mora ve Macaristan'ın kaybedilmesi Osmanlı Devleti'ni çok sarsmıştı. Ancak 1711'de Çar Büyük Petro önderliğindeki Rusya'yla yapılan Prut Savaşı'nın kazanılması Osmanlı Devleti'ni bir ölçüde cesaretlendirdi. Venediklilere kaybedilen Mora Yarımadası'nda yaşayan Ortodoks halk Katolik baskısından memnun değildi ve tekrar Osmanlı yönetimine girmeyi istiyorlardı. Osmanlılar 8 Aralık 1714 tarihinde Venedikliler'e savaş açtılar. Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa Modon, Koron ve Navarin'i alarak Mora'yı geri kazandı (22 Ağustos 1715). Avusturyalılar Osmanlıların Venediklilere karşı gösterdikleri başarıdan memnun olmadılar. Mora'nın geri alınmasını Karlofça Antlaşması'nın bir ihlali olarak saydılar. Osmanlı Devleti'nden Mora'yı Venedik Cumhuriyeti'ne geri vermesini istediler. Osmanlılar bu isteği kabul etmeyerek Avusturya'ya savaş açtılar.

Petrovaradin Savaşı
Petrovaradin meydan muharebesi 5 Ağustos 1716 tarihinde bugünkü Sırbistan'ın Novi Sad bölgesinde Osmanlı ordusunun Avusturya karşısında yaptığı bir meydan muharebesidir. (Varad, Sırpça Petrovaradin, Macarca Petervarad) Savaşı Avusturya ordusu kazanmıştır.
Savaşın sebebi

Osmanlı Devleti 1699 yılındaki Karlofça antlaşmasıyla Venedik Cumhuriyeti'ne terk edilen Mora topraklarını yerli halkın da yardımıyla 1714 Aralık ayından itibaren geri almağa başlamıştı. Ancak Venedik ile ittifak antlaşması yapan Avusturya Mora'nın yeniden Venedik'e terk edilmesi için baskı yapıyordu. Osmanlı imparatorluğu bu baskıya savaş ilan ederek karşılık verdi[1]. Böylece başlayan1715-1718 Osmanlı-Avusturya-Venedik Savaşı'nın en önemli meydan muharebesi Petrovaradin savaşıdır.
Savaş

Osmanlı ordusuna Sadrazam Damat Silahtar Ali Paşa (1667-1716) , Avusturya ordusuna ise Savoy prensi Eugene (1663-1736) komuta ediyordu. Savaş başladıktan sonra merkezde Silahtar Ali Paşa, sağ kanatta da Anadolu valisi Ahmet Paşa Avusturyalılar'ı geriletmeyi başardılar. Fakat, Avusturyalılar sağ kanattaki çekilmeyi durdurmak için yedekteki Alman süvarileri ile karşı hücuma geçtiler. [2] Üstelik,Tuna nehri üzerindeki Avusturya donanması da top atışları ile kanadı sarsmağa başladı. Bu sırada Ahmet Paşa'nın da vurulması üzerine sağ kanatta bozgun işaretleri görülmeğe başlandı. Merkezde durumu düzeltmek için çabalayan Silahtar Ali Paşa'nın vurulması ise genel bir bozguna yol açtı. Böylelikle savunmadaki Avusturya ordusu kendinden daha büyük bir orduyu bozguna uğratmış oldu.
Meydan savaşının savaşa etkisi

Meydan savaşını kazanan Avusturyalılar daha sonra bir önceki savaşta Avusturya ordusuna başarıyla direnen Banat eyaleti merkezi Temeşvar kalesini kuşattılar. Uzun bir kuşatma sonrasında Avusturyalılar 15 Ekim tarihinde Osmanlı imparatorluğunun elindeki bu son Macar kalesini de ele geçirdiler. ( Romence ismi Timişiora olan Temeşvar ikinci Dünya savaşı sonrasında Batı Romanya'da kalmıştır. ) Avusturyalılar bir yıl sonra da Belgrad'ı ele geçirdiler. Osmanlı tarafı barış istedi ve 1718 yılında Pasarofça antlaşması imzalandı.
Uzun vadede savaşın sonucu

Petrovaradin meydan savaşı 1715-1718 savaşının kaderini tayin eden savaştır. Gerçi bu savaştaki toprak kayıpları çok önemli sayılmaz. Çünkü bir sonraki savaşta Temeşvar hariç, kaybedilen topraklar geri alınmıştır. Fakat savaş Avrupalılar'daki Osmanlı imparatorluğunun yenilmezlik inancını sona erdirmiştir. Çünkü Osmanlı imparatorluğu Avusturya karşısında nispeten kısa süre içersinde kesin yenilgiye uğramıştır. (Bir önceki savaşta da Osmanlı imparatorluğu yenilmişti. Ancak o savaşta Osmanlı İmparatorluğu aynı anda pek çok cephede savaşmak zorundaydı.)
Pasarofça Antlaşması

Pasarofça antlaşması, 1714-1717 Osmanlı-Avusturya- Harbine son veren, yukarı Sırbistan, Belgrad ve Banat yaylasının Avusturya'ya; Dalmaçya, Bosna ve Arnavutluk kıyılarının Venedik'e verilmesi, Mora Yarımadası Osmanlılarda kalması gibi maddeleri içeren 21 Temmuz 1718'de imzalanan antlaşmadır. Antlaşma Osmanlı sultanlarından III. Ahmed Han (1703-1730) zamanında, Mora-Tuna kavşağında Sırbistan'nın (şimdi Sırpca adı Požarevec, Almanca adı Passarowitz olan) Pasarofça kasabasında yapıldı.
Venedikliler Karlofça Antlaşması hükümleri tamamen ihlal ederek Karadağ'daki isyanı teşvik edip isyancılara yardım edince ve İstanbul-Mısır seferleri yapan Osmanlı ticaret ve hac gemilerine saldırınca 1715de Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa Venedik Cumhuriyeti'ne savaş ilan ederek Mora Seferine çıktı. Bu seferi Korint, Anapoli, Modon, Koron, Navarin kalelerini fethederek zaferle sonuçlandırdı. Fakat Venedik'in bağdaşığı olan Avusturya sert bir tepki ile, Karlofça Antlaşması gereğince Mora'nın Venediklilere geri verilmesini istemesi üzerine, Avusturya'ya da savaş açıldı.
Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa, Osmanlı ordusu ile birlikte Macaristan'a girdi. Petervaradin Savaşı'nda Savoy Prensi Eugen komutasındaki Avusturya ordusu Osmanlı kuvvetlerini bozguna uğrattı (5 Ağustos 1716) ve Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa şehit düştü. Bu bozgundan sonra Temeşvar kalesi yitirildi ve Osmanlı ordusunda olan çözülme ile dağınık ve disiplinsiz birlikler Belgrad'a çekildi. Ordunun burada biraz tutunması ile birlikte, ta gerilerde Edirne ve İstanbul'da panik ortaya çıktı. Yeni Sadrazam Hacı Halil Paşa ordunun donatım işleri ile meşguldu ama 1717deki savaşlar hezimetin boyutunu büyüttü; 18 Ağustos 1717 tarihinde Belgrad düşman eline geçti. Belgrad'dan ta Niş'e kadar yörelerinin Müslüman ve Türk halkı aç ve çıplak Edirne ve İstanbul yoluna düştüler. Yeni sadrazam Tevkii Nişancı Mehmed Paşa altında, ordu Avusturya cephesinde Bosna ve Vidin'de başarılar elde etti. İbrahim Paşanın teşebbüsleri sayesinde Avusturyalılarla barış yapılmasının kararlaştırılmasından sonra, 1718'de sadrazamlığa getirilen Damat İbrahim Paşa barış teklif etti.

Osmanlı Devletini Şıkk-ı sâni Defterdarı (Mâliye Müsteşarı) Silâhtar İbrâhim Efendi başkanlığındaki heyet temsil etti. Pasarofça'da Kont Virmond başkanlığında Avusturya ve Carte Ruzigi başkanlığındaki Venedik heyetlerinden başka, Felemenk (Hollanda) temsilcisi Collyer Kontu ile İngiltere temsilcisi Sir Robert Sutton da vardı. İki ay kadar süren konferanstan sonra; Avusturya ile yirmi madde ve bir ilâve, Venediklilerle de 26 madde üzerinden, 21 Temmuz 1718 tarihinde antlaşma imzalandı.
Antlaşmaya göre,

Avusturya ile Niş, Banat Dağları ve Transilvanya Alpleri hudut kesildi.
Mülteci olarak Osmanlı Devleti'ne sığınan Erdel prensi II. Rákóczi Ferenc ailesiyle beraber Osmanlı-Avusturya sınırında oturmak ve emniyeti sağlanmak şartıyla iade edilecekti.

Venedikliler, Mora Yarımadasını, Korintos ile çevresini, Egin Körfezindeki adaları, İyonya Adalarını, Aya Mavri Adasını ve Girit'te üç iskeleyi Osmanlı Devletine verecekti.

İran yoluyla Avrupa'ya gelen tüccarlar, dönüşte Tuna gümrük vergilerinden muaf tutulacaktı.
Pasarofça Antlaşmasıyla, Osmanlı Devleti; Avusturya'ya toprak vermesine rağmen, Venedik'ten aldı. Avusturya'ya verdiği toprakları, daha sonraki antlaşmalarla, Tamışvar hariç, geri aldı. Pasarofça Antlaşması sonrasında Osmanlı Devleti batı dünyasının üstünlüğünü ilk kez kabul etmiş ve batılı tarzda ıslahatların yapıldığı Lale Devri'ne girmiştir.

Savaşı hazırlayan nedenler

Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları'nda uğranılan yenilgi ve bu savaşları takiben 1699'da imzalanan Karlofça Antlaşması sonucu Mora ve Macaristan'ın kaybedilmesi Osmanlı Devleti'ni çok sarsmıştı. Ancak 1711'de Çar Büyük Petro önderliğindeki Rusya'yla yapılan Prut Savaşı'nın kazanılması Osmanlı Devleti'ni bir ölçüde cesaretlendirdi. Venediklilere kaybedilen Mora Yarımadası'nda yaşayan Ortodoks halk Katolik baskısından memnun değildi ve tekrar Osmanlı yönetimine girmeyi istiyorlardı. Osmanlılar 8 Aralık 1714 tarihinde Venedikliler'e savaş açtılar. Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa Modon, Koron ve Navarin'i alarak Mora'yı geri kazandı (22 Ağustos 1715). Avusturyalılar Osmanlıların Venediklilere karşı gösterdikleri başarıdan memnun olmadılar. Mora'nın geri alınmasını Karlofça Antlaşması'nın bir ihlali olarak saydılar. Osmanlı Devleti'nden Mora'yı Venedik Cumhuriyeti'ne geri vermesini istediler. Osmanlılar bu isteği kabul etmeyerek Avusturya'ya savaş açtılar.

Petrovaradin Savaşı

Petrovaradin Meydan Muharebesi

1715-1718 Osmanlı-Avusturya-Venedik Savaşı

Jan Pieter van Bredael (1683-1735) tarafından yapılmış Die Schlacht bei Peterwardein adlı tablo.

Tarih
5 Ağustos 1715

Bölge
Petrovaradin, Sırbistan

Sonuç
Avusturya zaferi

Taraflar

Osmanlı Devleti
Avusturya

Kumandanlar

Damat Silahtar Ali Paşa
Savoy prensi Eugene

Güçler

120.000
83.000

Kayıplar

3000-6000
3027

Petrovaradin meydan muharebesi 5 Ağustos 1716 tarihinde bugünkü Sırbistan'ın Novi Sad bölgesinde Osmanlı ordusunun Avusturya karşısında yaptığı bir meydan muharebesidir. (Varad, Sırpça Petrovaradin, Macarca Petervarad) Savaşı Avusturya ordusu kazanmıştır.

Savaşın sebebi

Osmanlı Devleti 1699 yılındaki Karlofça antlaşmasıyla Venedik Cumhuriyeti'ne terk edilen Mora topraklarını yerli halkın da yardımıyla 1714 Aralık ayından itibaren geri almağa başlamıştı. Ancak Venedik ile ittifak antlaşması yapan Avusturya Mora'nın yeniden Venedik'e terk edilmesi için baskı yapıyordu. Osmanlı imparatorluğu bu baskıya savaş ilan ederek karşılık verdi[1]. Böylece başlayan1715-1718 Osmanlı-Avusturya-Venedik Savaşı'nın en önemli meydan muharebesi Petrovaradin savaşıdır.

Savaş

Osmanlı ordusuna Sadrazam Damat Silahtar Ali Paşa (1667-1716) , Avusturya ordusuna ise Savoy prensi Eugene (1663-1736) komuta ediyordu. Savaş başladıktan sonra merkezde Silahtar Ali Paşa, sağ kanatta da Anadolu valisi Ahmet Paşa Avusturyalılar'ı geriletmeyi başardılar. Fakat, Avusturyalılar sağ kanattaki çekilmeyi durdurmak için yedekteki Alman süvarileri ile karşı hücuma geçtiler.  Üstelik,Tuna nehri üzerindeki Avusturya donanması da top atışları ile kanadı sarsmağa başladı. Bu sırada Ahmet Paşa'nın da vurulması üzerine sağ kanatta bozgun işaretleri görülmeğe başlandı. Merkezde durumu düzeltmek için çabalayan Silahtar Ali Paşa'nın vurulması ise genel bir bozguna yol açtı. Böylelikle savunmadaki Avusturya ordusu kendinden daha büyük bir orduyu bozguna uğratmış oldu.

Meydan savaşının savaşa etkisi

Meydan savaşını kazanan Avusturyalılar daha sonra bir önceki savaşta Avusturya ordusuna başarıyla direnen Banat eyaleti merkezi Temeşvar kalesini kuşattılar. Uzun bir kuşatma sonrasında Avusturyalılar 15 Ekim tarihinde Osmanlı imparatorluğunun elindeki bu son Macar kalesini de ele geçirdiler. ( Romence ismi Timişiora olan Temeşvar ikinci Dünya savaşı sonrasında Batı Romanya'da kalmıştır. ) Avusturyalılar bir yıl sonra da Belgrad'ı ele geçirdiler. Osmanlı tarafı barış istedi ve 1718 yılında Pasarofça antlaşması imzalandı.

Uzun vadede savaşın sonucu

Petrovaradin meydan savaşı 1715-1718 savaşının kaderini tayin eden savaştır. Gerçi bu savaştaki toprak kayıpları çok önemli sayılmaz. Çünkü bir sonraki savaşta Temeşvar hariç, kaybedilen topraklar geri alınmıştır. Fakat savaş Avrupalılar'daki Osmanlı imparatorluğunun yenilmezlik inancını sona erdirmiştir. Çünkü Osmanlı imparatorluğu Avusturya karşısında nispeten kısa süre içersinde kesin yenilgiye uğramıştır. (Bir önceki savaşta da Osmanlı imparatorluğu yenilmişti. Ancak o savaşta Osmanlı İmparatorluğu aynı anda pek çok cephede savaşmak zorundaydı.)

Pasarofça Antlaşması

Pasarofça Antlaşması

İmza

- yer
21 Temmuz 1718

Pasarofça

İmzacı devletler
Avusturya İmparatorluğu

Osmanlı Devleti

Dilleri
Osmanlıca, Almanca

Pasarofça antlaşması, 1714-1717 Osmanlı-Avusturya- Harbine son veren, yukarı Sırbistan, Belgrad ve Banat yaylasının Avusturya'ya; Dalmaçya, Bosna ve Arnavutluk kıyılarının Venedik'e verilmesi, Mora Yarımadası Osmanlılarda kalması gibi maddeleri içeren 21 Temmuz 1718'de imzalanan antlaşmadır. Antlaşma Osmanlı sultanlarından III. Ahmed Han (1703-1730) zamanında, Mora-Tuna kavşağında Sırbistan'nın (şimdi Sırpca adı Požarevec, Almanca adı Passarowitz olan) Pasarofça kasabasında yapıldı.

Venedikliler Karlofça Antlaşması hükümleri tamamen ihlal ederek Karadağ'daki isyanı teşvik edip isyancılara yardım edince ve İstanbul-Mısır seferleri yapan Osmanlı ticaret ve hac gemilerine saldırınca 1715de Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa Venedik Cumhuriyeti'ne savaş ilan ederek Mora Seferine çıktı. Bu seferi Korint, Anapoli, Modon, Koron, Navarin kalelerini fethederek zaferle sonuçlandırdı. Fakat Venedik'in bağdaşığı olan Avusturya sert bir tepki ile, Karlofça Antlaşması gereğince Mora'nın Venediklilere geri verilmesini istemesi üzerine, Avusturya'ya da savaş açıldı.

Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa, Osmanlı ordusu ile birlikte Macaristan'a girdi. Petervaradin Savaşı'nda Savoy Prensi Eugen komutasındaki Avusturya ordusu Osmanlı kuvvetlerini bozguna uğrattı (5 Ağustos 1716) ve Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa şehit düştü. Bu bozgundan sonra Temeşvar kalesi yitirildi ve Osmanlı ordusunda olan çözülme ile dağınık ve disiplinsiz birlikler Belgrad'a çekildi. Ordunun burada biraz tutunması ile birlikte, ta gerilerde Edirne ve İstanbul'da panik ortaya çıktı. Yeni Sadrazam Hacı Halil Paşa ordunun donatım işleri ile meşguldu ama 1717deki savaşlar hezimetin boyutunu büyüttü; 18 Ağustos 1717 tarihinde Belgrad düşman eline geçti. Belgrad'dan ta Niş'e kadar yörelerinin Müslüman ve Türk halkı aç ve çıplak Edirne ve İstanbul yoluna düştüler. Yeni sadrazam Tevkii Nişancı Mehmed Paşa altında, ordu Avusturya cephesinde Bosna ve Vidin'de başarılar elde etti. İbrahim Paşanın teşebbüsleri sayesinde Avusturyalılarla barış yapılmasının kararlaştırılmasından sonra, 1718'de sadrazamlığa getirilen Damat İbrahim Paşa barış teklif etti.

Osmanlı Devletini Şıkk-ı sâni Defterdarı (Mâliye Müsteşarı) Silâhtar İbrâhim Efendi başkanlığındaki heyet temsil etti. Pasarofça'da Kont Virmond başkanlığında Avusturya ve Carte Ruzigi başkanlığındaki Venedik heyetlerinden başka, Felemenk (Hollanda) temsilcisi Collyer Kontu ile İngiltere temsilcisi Sir Robert Sutton da vardı. İki ay kadar süren konferanstan sonra; Avusturya ile yirmi madde ve bir ilâve, Venediklilerle de 26 madde üzerinden, 21 Temmuz 1718 tarihinde antlaşma imzalandı.

Antlaşmaya göre,

Avusturya ile Niş, Banat Dağları ve Transilvanya Alpleri hudut kesildi.

Mülteci olarak Osmanlı Devleti'ne sığınan Erdel prensi II. Rákóczi Ferenc ailesiyle beraber Osmanlı-Avusturya sınırında oturmak ve emniyeti sağlanmak şartıyla iade edilecekti.

Venedikliler, Mora Yarımadasını, Korintos ile çevresini, Egin Körfezindeki adaları, İyonya Adalarını, Aya Mavri Adasını ve Girit'te üç iskeleyi Osmanlı Devletine verecekti.

İran yoluyla Avrupa'ya gelen tüccarlar, dönüşte Tuna gümrük vergilerinden muaf tutulacaktı.

Pasarofça Antlaşmasıyla, Osmanlı Devleti; Avusturya'ya toprak vermesine rağmen, Venedik'ten aldı. Avusturya'ya verdiği toprakları, daha sonraki antlaşmalarla, Tamışvar hariç, geri aldı. Pasarofça Antlaşması sonrasında Osmanlı Devleti batı dünyasının üstünlüğünü ilk kez kabul etmiş ve batılı tarzda ıslahatların yapıldığı Lale Devri'ne girmiştir.