12 Temmuz 2016 Salı
1715 1718 Osmanlı Avusturya Venedik Savaşı
1715-1718 Osmanlı-Avusturya-Venedik Savaşı Osmanlı İmparatorluğu 'nun Karlofça Antlaşması'yla kaybettiği toprakları geri almak amacıyla savaştığı ancak başarısızlıkla sonuçlanmış bir savaşlar dizisidir. Kanuni döneminde 0smanlı-Avusturya ilişkilerinin temelinde Maceristana hakim olma istegi yatıyordu.
Savaşı hazırlayan nedenler
Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları'nda uğranılan yenilgi ve bu savaşları takiben 1699'da imzalanan Karlofça Antlaşması sonucu Mora ve Macaristan'ın kaybedilmesi Osmanlı Devleti'ni çok sarsmıştı. Ancak 1711'de Çar Büyük Petro önderliğindeki Rusya'yla yapılan Prut Savaşı'nın kazanılması Osmanlı Devleti'ni bir ölçüde cesaretlendirdi. Venediklilere kaybedilen Mora Yarımadası'nda yaşayan Ortodoks halk Katolik baskısından memnun değildi ve tekrar Osmanlı yönetimine girmeyi istiyorlardı. Osmanlılar 8 Aralık 1714 tarihinde Venedikliler'e savaş açtılar. Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa Modon, Koron ve Navarin'i alarak Mora'yı geri kazandı (22 Ağustos 1715). Avusturyalılar Osmanlıların Venediklilere karşı gösterdikleri başarıdan memnun olmadılar. Mora'nın geri alınmasını Karlofça Antlaşması'nın bir ihlali olarak saydılar. Osmanlı Devleti'nden Mora'yı Venedik Cumhuriyeti'ne geri vermesini istediler. Osmanlılar bu isteği kabul etmeyerek Avusturya'ya savaş açtılar.
Petrovaradin Savaşı
Petrovaradin meydan muharebesi 5 Ağustos 1716 tarihinde bugünkü Sırbistan'ın Novi Sad bölgesinde Osmanlı ordusunun Avusturya karşısında yaptığı bir meydan muharebesidir. (Varad, Sırpça Petrovaradin, Macarca Petervarad) Savaşı Avusturya ordusu kazanmıştır.
Savaşın sebebi
Osmanlı Devleti 1699 yılındaki Karlofça antlaşmasıyla Venedik Cumhuriyeti'ne terk edilen Mora topraklarını yerli halkın da yardımıyla 1714 Aralık ayından itibaren geri almağa başlamıştı. Ancak Venedik ile ittifak antlaşması yapan Avusturya Mora'nın yeniden Venedik'e terk edilmesi için baskı yapıyordu. Osmanlı imparatorluğu bu baskıya savaş ilan ederek karşılık verdi[1]. Böylece başlayan1715-1718 Osmanlı-Avusturya-Venedik Savaşı'nın en önemli meydan muharebesi Petrovaradin savaşıdır.
Savaş
Osmanlı ordusuna Sadrazam Damat Silahtar Ali Paşa (1667-1716) , Avusturya ordusuna ise Savoy prensi Eugene (1663-1736) komuta ediyordu. Savaş başladıktan sonra merkezde Silahtar Ali Paşa, sağ kanatta da Anadolu valisi Ahmet Paşa Avusturyalılar'ı geriletmeyi başardılar. Fakat, Avusturyalılar sağ kanattaki çekilmeyi durdurmak için yedekteki Alman süvarileri ile karşı hücuma geçtiler. [2] Üstelik,Tuna nehri üzerindeki Avusturya donanması da top atışları ile kanadı sarsmağa başladı. Bu sırada Ahmet Paşa'nın da vurulması üzerine sağ kanatta bozgun işaretleri görülmeğe başlandı. Merkezde durumu düzeltmek için çabalayan Silahtar Ali Paşa'nın vurulması ise genel bir bozguna yol açtı. Böylelikle savunmadaki Avusturya ordusu kendinden daha büyük bir orduyu bozguna uğratmış oldu.
Meydan savaşının savaşa etkisi
Meydan savaşını kazanan Avusturyalılar daha sonra bir önceki savaşta Avusturya ordusuna başarıyla direnen Banat eyaleti merkezi Temeşvar kalesini kuşattılar. Uzun bir kuşatma sonrasında Avusturyalılar 15 Ekim tarihinde Osmanlı imparatorluğunun elindeki bu son Macar kalesini de ele geçirdiler. ( Romence ismi Timişiora olan Temeşvar ikinci Dünya savaşı sonrasında Batı Romanya'da kalmıştır. ) Avusturyalılar bir yıl sonra da Belgrad'ı ele geçirdiler. Osmanlı tarafı barış istedi ve 1718 yılında Pasarofça antlaşması imzalandı.
Uzun vadede savaşın sonucu
Petrovaradin meydan savaşı 1715-1718 savaşının kaderini tayin eden savaştır. Gerçi bu savaştaki toprak kayıpları çok önemli sayılmaz. Çünkü bir sonraki savaşta Temeşvar hariç, kaybedilen topraklar geri alınmıştır. Fakat savaş Avrupalılar'daki Osmanlı imparatorluğunun yenilmezlik inancını sona erdirmiştir. Çünkü Osmanlı imparatorluğu Avusturya karşısında nispeten kısa süre içersinde kesin yenilgiye uğramıştır. (Bir önceki savaşta da Osmanlı imparatorluğu yenilmişti. Ancak o savaşta Osmanlı İmparatorluğu aynı anda pek çok cephede savaşmak zorundaydı.)
Pasarofça Antlaşması
Pasarofça antlaşması, 1714-1717 Osmanlı-Avusturya- Harbine son veren, yukarı Sırbistan, Belgrad ve Banat yaylasının Avusturya'ya; Dalmaçya, Bosna ve Arnavutluk kıyılarının Venedik'e verilmesi, Mora Yarımadası Osmanlılarda kalması gibi maddeleri içeren 21 Temmuz 1718'de imzalanan antlaşmadır. Antlaşma Osmanlı sultanlarından III. Ahmed Han (1703-1730) zamanında, Mora-Tuna kavşağında Sırbistan'nın (şimdi Sırpca adı Požarevec, Almanca adı Passarowitz olan) Pasarofça kasabasında yapıldı.
Venedikliler Karlofça Antlaşması hükümleri tamamen ihlal ederek Karadağ'daki isyanı teşvik edip isyancılara yardım edince ve İstanbul-Mısır seferleri yapan Osmanlı ticaret ve hac gemilerine saldırınca 1715de Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa Venedik Cumhuriyeti'ne savaş ilan ederek Mora Seferine çıktı. Bu seferi Korint, Anapoli, Modon, Koron, Navarin kalelerini fethederek zaferle sonuçlandırdı. Fakat Venedik'in bağdaşığı olan Avusturya sert bir tepki ile, Karlofça Antlaşması gereğince Mora'nın Venediklilere geri verilmesini istemesi üzerine, Avusturya'ya da savaş açıldı.
Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa, Osmanlı ordusu ile birlikte Macaristan'a girdi. Petervaradin Savaşı'nda Savoy Prensi Eugen komutasındaki Avusturya ordusu Osmanlı kuvvetlerini bozguna uğrattı (5 Ağustos 1716) ve Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa şehit düştü. Bu bozgundan sonra Temeşvar kalesi yitirildi ve Osmanlı ordusunda olan çözülme ile dağınık ve disiplinsiz birlikler Belgrad'a çekildi. Ordunun burada biraz tutunması ile birlikte, ta gerilerde Edirne ve İstanbul'da panik ortaya çıktı. Yeni Sadrazam Hacı Halil Paşa ordunun donatım işleri ile meşguldu ama 1717deki savaşlar hezimetin boyutunu büyüttü; 18 Ağustos 1717 tarihinde Belgrad düşman eline geçti. Belgrad'dan ta Niş'e kadar yörelerinin Müslüman ve Türk halkı aç ve çıplak Edirne ve İstanbul yoluna düştüler. Yeni sadrazam Tevkii Nişancı Mehmed Paşa altında, ordu Avusturya cephesinde Bosna ve Vidin'de başarılar elde etti. İbrahim Paşanın teşebbüsleri sayesinde Avusturyalılarla barış yapılmasının kararlaştırılmasından sonra, 1718'de sadrazamlığa getirilen Damat İbrahim Paşa barış teklif etti.
Osmanlı Devletini Şıkk-ı sâni Defterdarı (Mâliye Müsteşarı) Silâhtar İbrâhim Efendi başkanlığındaki heyet temsil etti. Pasarofça'da Kont Virmond başkanlığında Avusturya ve Carte Ruzigi başkanlığındaki Venedik heyetlerinden başka, Felemenk (Hollanda) temsilcisi Collyer Kontu ile İngiltere temsilcisi Sir Robert Sutton da vardı. İki ay kadar süren konferanstan sonra; Avusturya ile yirmi madde ve bir ilâve, Venediklilerle de 26 madde üzerinden, 21 Temmuz 1718 tarihinde antlaşma imzalandı.
Antlaşmaya göre,
Avusturya ile Niş, Banat Dağları ve Transilvanya Alpleri hudut kesildi.
Mülteci olarak Osmanlı Devleti'ne sığınan Erdel prensi II. Rákóczi Ferenc ailesiyle beraber Osmanlı-Avusturya sınırında oturmak ve emniyeti sağlanmak şartıyla iade edilecekti.
Venedikliler, Mora Yarımadasını, Korintos ile çevresini, Egin Körfezindeki adaları, İyonya Adalarını, Aya Mavri Adasını ve Girit'te üç iskeleyi Osmanlı Devletine verecekti.
İran yoluyla Avrupa'ya gelen tüccarlar, dönüşte Tuna gümrük vergilerinden muaf tutulacaktı.
Pasarofça Antlaşmasıyla, Osmanlı Devleti; Avusturya'ya toprak vermesine rağmen, Venedik'ten aldı. Avusturya'ya verdiği toprakları, daha sonraki antlaşmalarla, Tamışvar hariç, geri aldı. Pasarofça Antlaşması sonrasında Osmanlı Devleti batı dünyasının üstünlüğünü ilk kez kabul etmiş ve batılı tarzda ıslahatların yapıldığı Lale Devri'ne girmiştir.
Savaşı hazırlayan nedenler
Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları'nda uğranılan yenilgi ve bu savaşları takiben 1699'da imzalanan Karlofça Antlaşması sonucu Mora ve Macaristan'ın kaybedilmesi Osmanlı Devleti'ni çok sarsmıştı. Ancak 1711'de Çar Büyük Petro önderliğindeki Rusya'yla yapılan Prut Savaşı'nın kazanılması Osmanlı Devleti'ni bir ölçüde cesaretlendirdi. Venediklilere kaybedilen Mora Yarımadası'nda yaşayan Ortodoks halk Katolik baskısından memnun değildi ve tekrar Osmanlı yönetimine girmeyi istiyorlardı. Osmanlılar 8 Aralık 1714 tarihinde Venedikliler'e savaş açtılar. Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa Modon, Koron ve Navarin'i alarak Mora'yı geri kazandı (22 Ağustos 1715). Avusturyalılar Osmanlıların Venediklilere karşı gösterdikleri başarıdan memnun olmadılar. Mora'nın geri alınmasını Karlofça Antlaşması'nın bir ihlali olarak saydılar. Osmanlı Devleti'nden Mora'yı Venedik Cumhuriyeti'ne geri vermesini istediler. Osmanlılar bu isteği kabul etmeyerek Avusturya'ya savaş açtılar.
Petrovaradin Savaşı
Petrovaradin Meydan Muharebesi
1715-1718 Osmanlı-Avusturya-Venedik Savaşı
Jan Pieter van Bredael (1683-1735) tarafından yapılmış Die Schlacht bei Peterwardein adlı tablo.
Tarih
5 Ağustos 1715
Bölge
Petrovaradin, Sırbistan
Sonuç
Avusturya zaferi
Taraflar
Osmanlı Devleti
Avusturya
Kumandanlar
Damat Silahtar Ali Paşa
Savoy prensi Eugene
Güçler
120.000
83.000
Kayıplar
3000-6000
3027
Petrovaradin meydan muharebesi 5 Ağustos 1716 tarihinde bugünkü Sırbistan'ın Novi Sad bölgesinde Osmanlı ordusunun Avusturya karşısında yaptığı bir meydan muharebesidir. (Varad, Sırpça Petrovaradin, Macarca Petervarad) Savaşı Avusturya ordusu kazanmıştır.
Savaşın sebebi
Osmanlı Devleti 1699 yılındaki Karlofça antlaşmasıyla Venedik Cumhuriyeti'ne terk edilen Mora topraklarını yerli halkın da yardımıyla 1714 Aralık ayından itibaren geri almağa başlamıştı. Ancak Venedik ile ittifak antlaşması yapan Avusturya Mora'nın yeniden Venedik'e terk edilmesi için baskı yapıyordu. Osmanlı imparatorluğu bu baskıya savaş ilan ederek karşılık verdi[1]. Böylece başlayan1715-1718 Osmanlı-Avusturya-Venedik Savaşı'nın en önemli meydan muharebesi Petrovaradin savaşıdır.
Savaş
Osmanlı ordusuna Sadrazam Damat Silahtar Ali Paşa (1667-1716) , Avusturya ordusuna ise Savoy prensi Eugene (1663-1736) komuta ediyordu. Savaş başladıktan sonra merkezde Silahtar Ali Paşa, sağ kanatta da Anadolu valisi Ahmet Paşa Avusturyalılar'ı geriletmeyi başardılar. Fakat, Avusturyalılar sağ kanattaki çekilmeyi durdurmak için yedekteki Alman süvarileri ile karşı hücuma geçtiler. Üstelik,Tuna nehri üzerindeki Avusturya donanması da top atışları ile kanadı sarsmağa başladı. Bu sırada Ahmet Paşa'nın da vurulması üzerine sağ kanatta bozgun işaretleri görülmeğe başlandı. Merkezde durumu düzeltmek için çabalayan Silahtar Ali Paşa'nın vurulması ise genel bir bozguna yol açtı. Böylelikle savunmadaki Avusturya ordusu kendinden daha büyük bir orduyu bozguna uğratmış oldu.
Meydan savaşının savaşa etkisi
Meydan savaşını kazanan Avusturyalılar daha sonra bir önceki savaşta Avusturya ordusuna başarıyla direnen Banat eyaleti merkezi Temeşvar kalesini kuşattılar. Uzun bir kuşatma sonrasında Avusturyalılar 15 Ekim tarihinde Osmanlı imparatorluğunun elindeki bu son Macar kalesini de ele geçirdiler. ( Romence ismi Timişiora olan Temeşvar ikinci Dünya savaşı sonrasında Batı Romanya'da kalmıştır. ) Avusturyalılar bir yıl sonra da Belgrad'ı ele geçirdiler. Osmanlı tarafı barış istedi ve 1718 yılında Pasarofça antlaşması imzalandı.
Uzun vadede savaşın sonucu
Petrovaradin meydan savaşı 1715-1718 savaşının kaderini tayin eden savaştır. Gerçi bu savaştaki toprak kayıpları çok önemli sayılmaz. Çünkü bir sonraki savaşta Temeşvar hariç, kaybedilen topraklar geri alınmıştır. Fakat savaş Avrupalılar'daki Osmanlı imparatorluğunun yenilmezlik inancını sona erdirmiştir. Çünkü Osmanlı imparatorluğu Avusturya karşısında nispeten kısa süre içersinde kesin yenilgiye uğramıştır. (Bir önceki savaşta da Osmanlı imparatorluğu yenilmişti. Ancak o savaşta Osmanlı İmparatorluğu aynı anda pek çok cephede savaşmak zorundaydı.)
Pasarofça Antlaşması
Pasarofça Antlaşması
İmza
- yer
21 Temmuz 1718
Pasarofça
İmzacı devletler
Avusturya İmparatorluğu
Osmanlı Devleti
Dilleri
Osmanlıca, Almanca
Pasarofça antlaşması, 1714-1717 Osmanlı-Avusturya- Harbine son veren, yukarı Sırbistan, Belgrad ve Banat yaylasının Avusturya'ya; Dalmaçya, Bosna ve Arnavutluk kıyılarının Venedik'e verilmesi, Mora Yarımadası Osmanlılarda kalması gibi maddeleri içeren 21 Temmuz 1718'de imzalanan antlaşmadır. Antlaşma Osmanlı sultanlarından III. Ahmed Han (1703-1730) zamanında, Mora-Tuna kavşağında Sırbistan'nın (şimdi Sırpca adı Požarevec, Almanca adı Passarowitz olan) Pasarofça kasabasında yapıldı.
Venedikliler Karlofça Antlaşması hükümleri tamamen ihlal ederek Karadağ'daki isyanı teşvik edip isyancılara yardım edince ve İstanbul-Mısır seferleri yapan Osmanlı ticaret ve hac gemilerine saldırınca 1715de Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa Venedik Cumhuriyeti'ne savaş ilan ederek Mora Seferine çıktı. Bu seferi Korint, Anapoli, Modon, Koron, Navarin kalelerini fethederek zaferle sonuçlandırdı. Fakat Venedik'in bağdaşığı olan Avusturya sert bir tepki ile, Karlofça Antlaşması gereğince Mora'nın Venediklilere geri verilmesini istemesi üzerine, Avusturya'ya da savaş açıldı.
Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa, Osmanlı ordusu ile birlikte Macaristan'a girdi. Petervaradin Savaşı'nda Savoy Prensi Eugen komutasındaki Avusturya ordusu Osmanlı kuvvetlerini bozguna uğrattı (5 Ağustos 1716) ve Sadrazam Silahdar Damat Ali Paşa şehit düştü. Bu bozgundan sonra Temeşvar kalesi yitirildi ve Osmanlı ordusunda olan çözülme ile dağınık ve disiplinsiz birlikler Belgrad'a çekildi. Ordunun burada biraz tutunması ile birlikte, ta gerilerde Edirne ve İstanbul'da panik ortaya çıktı. Yeni Sadrazam Hacı Halil Paşa ordunun donatım işleri ile meşguldu ama 1717deki savaşlar hezimetin boyutunu büyüttü; 18 Ağustos 1717 tarihinde Belgrad düşman eline geçti. Belgrad'dan ta Niş'e kadar yörelerinin Müslüman ve Türk halkı aç ve çıplak Edirne ve İstanbul yoluna düştüler. Yeni sadrazam Tevkii Nişancı Mehmed Paşa altında, ordu Avusturya cephesinde Bosna ve Vidin'de başarılar elde etti. İbrahim Paşanın teşebbüsleri sayesinde Avusturyalılarla barış yapılmasının kararlaştırılmasından sonra, 1718'de sadrazamlığa getirilen Damat İbrahim Paşa barış teklif etti.
Osmanlı Devletini Şıkk-ı sâni Defterdarı (Mâliye Müsteşarı) Silâhtar İbrâhim Efendi başkanlığındaki heyet temsil etti. Pasarofça'da Kont Virmond başkanlığında Avusturya ve Carte Ruzigi başkanlığındaki Venedik heyetlerinden başka, Felemenk (Hollanda) temsilcisi Collyer Kontu ile İngiltere temsilcisi Sir Robert Sutton da vardı. İki ay kadar süren konferanstan sonra; Avusturya ile yirmi madde ve bir ilâve, Venediklilerle de 26 madde üzerinden, 21 Temmuz 1718 tarihinde antlaşma imzalandı.
Antlaşmaya göre,
Avusturya ile Niş, Banat Dağları ve Transilvanya Alpleri hudut kesildi.
Mülteci olarak Osmanlı Devleti'ne sığınan Erdel prensi II. Rákóczi Ferenc ailesiyle beraber Osmanlı-Avusturya sınırında oturmak ve emniyeti sağlanmak şartıyla iade edilecekti.
Venedikliler, Mora Yarımadasını, Korintos ile çevresini, Egin Körfezindeki adaları, İyonya Adalarını, Aya Mavri Adasını ve Girit'te üç iskeleyi Osmanlı Devletine verecekti.
İran yoluyla Avrupa'ya gelen tüccarlar, dönüşte Tuna gümrük vergilerinden muaf tutulacaktı.
Pasarofça Antlaşmasıyla, Osmanlı Devleti; Avusturya'ya toprak vermesine rağmen, Venedik'ten aldı. Avusturya'ya verdiği toprakları, daha sonraki antlaşmalarla, Tamışvar hariç, geri aldı. Pasarofça Antlaşması sonrasında Osmanlı Devleti batı dünyasının üstünlüğünü ilk kez kabul etmiş ve batılı tarzda ıslahatların yapıldığı Lale Devri'ne girmiştir.
10 Mayıs 2016 Salı
II. Abdülhamid'in petrol haritası
Güneydoğu’da petrol var mı, yok mu? Sultan II. Abdülhamid tarafından hazırlanan petrol haritasında bu soruya 100 yıl önce cevap verilmiş. İşte detaylar!...
Türkiye petrol denizi üzerinde mi? Sınırın öteki yakasında petrol çıkıyor da Güneydoğu’da niye çıkmıyor? Ya da başlayıp bitmeyen bir polemik; Türkiye’de petrol var ancak yabancılar çıkarmamıza izin vermiyor! Peki gerçekten petrolü bol denilen Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde petrol var mı? Bu soruya Sultan II. Abdülhamid yüz yıl öncesinden cevap veriyor. Sultan’ın hazırlattığı tespit haritasında Güneydoğu Anadolu’nun neredeyse tamamında yüksek ölçekte petrol rezervinin olduğu saptanıyor. Görevli mühendisler araştırmalarını Doğu ve Güneydoğu ile sınırlı tutmayıp Osmanlı toprakları içinde bulunan Zaho, Erbil, Kerkük, Süleymaniye, Musul ve Bağdat gibi bölgeleri de tarıyorlar. İşin en ilginç tarafı yüz yıl önce hazırlanan petrol haritasının birçok yerinde hâl-i hazırda petrol çıkarılıyor olması. 6 ay önce Barzani ailesi tarafında Habur Çayı’nın öteki kıyısında çıkartılan ve Türkiye’nin, tabir yerindeyse, iştihanı kabartan petrol kuyuları bunlardan sadece biri.
BİTLİS’TE PETROL
Sultan II. Abdülhamid özellikle 1800’ün son çeyreğinde tüm dünyada gündeme gelen ve stratejik bir maden olduğu kabul edilen petrol için büyük çaba harcadı. Yetişmiş jeoloji ve maden mühendisi olmaması Devlet-i Aliye’nin elini kolunu bağlıyordu. Ancak uğruna savaşların çıkartılacağı, yeni bir dünya düzeninin oluşturulacağı petrolün ehemmiyetini anlayan Abdülhamid sıkıntıları kendi fedakarlıkları ile aştı. Hazine-i Hassa’dan, yani padişahın şahsi malından ödenek çıkartılarak geniş kapsamlı bir petrol rezervi çalışmasına girildi. Sultan’ın kendi parasıyla yaptırdığı çalışmada yabancı ve yerli mühendisler yer aldı. Musul ve Bağdat havalisinde, Dicle ve Fırat nehirleri havzasında petrol taraması yapıldı. Alman maden mühendisi Paul Groskoph ve Habip Necip Efendi yönetimindeki araştırma ekibi çalışmalarını 22 Ekim 1901’de Sultan II. Abdülhamid’e sundular.
Bu zamana kadar söylenen ancak mahiyeti hakkında bir bilginin bulunmadığı “Sultan’ın petrol haritası” sadece Güneydoğu’da değil, Hakkâri ve Bitlis gibi illerde de petrol bulunabileceğini öngörüyor. Haritayı hazırlayan heyet, Bitlis Suyu denilen çayın kıyısı boyunca önemli petrol rezervleri tespit etmiş. Heyetin başkanı Paul Groskoph, petrol noktalarını tek tek tespit ettiklerini aktarırken, takip ettikleri güzergâhı da detaylı bir biçimde anlatıyor. Petrol havzasını dolaşan Paul, Siirt tarafında ve Dicle Nehri kıyısında zengin petrol rezervlerinin bulunduğunu belirtiyor. Dicle Nehri kıyısındaki noktalarda yeterli araştırmayı yükselen sulardan dolayı yapamadıklarını da raporuna ilave eden Paul, nehrin kıyısı dışında, Dicle’nin kıyı şeridi boyunca uzayıp giden yüksek dağlarda da petrol bulunduğunu kaydetmiş. Yine de o dönemin teknik imkanları açısından 900 metre yükseklikteki bu dağlardan petrolün çıkarılması ve nakliyatının zor olacağını eklemeyi unutmamış raporuna.
Güneydoğu Anadolu’nun neredeyse tamamı ve Doğu Anadolu’nun bir kısmını kapsayan petrol haritasında Diyarbakır, Mardin, Bismil, Hazro Çayı etrafı, Sinan, Batman Çayı etrafı, Dicle bölgesi, Midyat, Bedran, Tulan, Siirt, Botan Çayı etrafı, Habur, Fındık, Cizre, Habur Çayı etrafı, Bitlis Çayı kıyısı ve Hakkâri (Çölemerik)’de önemli petrol yataklarının bulunduğu kaydediliyor.
HARİTA İLK KEZ YAYIMLANIYOR
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da çalışmalarını tamamlayan heyet daha sonra bugün Irak sınırları içinde kalan merkezlerde petrol taramasına devam ediyor. Kerkük, Babagürgür, Zaho, Süleymaniye, Bağdat, Musul ve Altınköprü’deki petrol noktaları kilometre ve yerleşim yerlerine göre yön tayini yapılarak kayıt altına alınıyor. Raporda Kerkük ve şehre 15 kilometre uzaklıktaki Babagürgür bölgesinde yoğun miktarda petrol rezervinin bulunduğu belirtiliyor. Babagürgür bölgesinin II. Abdülhamid’in şahsî malı olduğu, ve bu topraklarda Türkiye’deki Nefçi ve Doğramacı ailesinin pay sahibi olduğu biliniyor. Ekip yaptığı tetkikler sonucunda en kaliteli petrolün Bağdat yakınlarındaki El-Kayra ile Mendel’de olduğu sonucuna da varıyor.
Ulaşımın Dicle’de sal üstünde, karada da at ve eşek sırtında yapıldığı bir dönemde aylarca süren bir çalışma sonunda Başmühendis Paul Groskoph, ince detayların yer aldığı raporun sonuna iki önemli noktayı da ilave etmeyi unutmuyor: “Dicle ve Fırat nehirleri havzasında zengin ve mühim petroller bulunuyor. Bunların işletilmesi ve pazarlanması için Bağdat’a uzanan bir tren yolu lâzım. 1889’da inşaatına başlanan ve 1902’de biten demiryolu petrolün Anadolu’ya taşınmasını sağlayacaktır. Bunun için ana hatta sadece birkaç ilave ek hattın yapılması yeterlidir.” Başmühendisin ikinci notu ise iyi değerlendirilmesi durumunda bu petrol coğrafyasının gelecekte dünyanın en önemli merkezlerinden biri olacağı şeklinde.
Kısa bir zamanda bu kadar noktada tarama yaptırarak günün kıt imkânlarına rağmen petrol tespitini belgelendiren Sultan II. Abdülhamid’in saltanat ömrü petrol çıkartmaya yetmedi. İlk kez yayımlanacak olan ‘Sultan’ın petrol haritası’ Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan ve önümüzdeki günlerde kamuoyuna sunulacak olan “Osmanlı Döneminde Irak” isimli kitapta yer alacak. Devlet Arşivleri Genel Müdür Yardımcısı Doç. Dr. Mustafa Budak, bu çalışmayla Irak’taki Osmanlı’yı kamuoyuna sunacaklarını belirtiyor. Kitabın editörlüğünü yapan Cevat Ekici de kitaptaki birçok belge ve çizimin, özellikle de petrol bölümündeki haritaların halen üzerinde çalışılmaya değer belgeler olduğunun altını çiziyor.
Çalışmanın kapsamı petrol haritası ve bununla ilgili raporlarla kısıtlı değil. Hazine-i Hassa’ya devredilen petrol hakları ve bununla ilgili yazışmalar da bulunuyor kitapta. 18 Kasım 1902’de Yıldız Sarayı’na gönderilen belgede Musul vilayetindeki petrol madenlerinin imtiyazının Hazine-i Hassa’ya verildiği kaydediliyor. Daha sonraki tarihlerde padişaha ait araziler Maliye Hazinesi’ne devrediliyor. Ancak 12 Ocak 1920’de Maliye Hazinesi’ne devredilen padişaha ait bütün malların tekrar Hazine-i Hassa’ya devri için bir kararname çıkartılıyor.
Aksiyon dergisinin 480. sayısında yer alan “Hanedan Musul’u istiyor^” başlıklı haberde, Osmanoğullarının Sultan Abdülhamid’ten miras kalan Musul’daki gayrimenkullerini almak için hukuki bir mücadele başlattıklarına yer veriliyordu. Aynı haberde hanedanın mirasçılarının daha önceki dönemlerde Musul’daki gayrimenkulleri dava yolu ile kazandıkları, ancak birtakım siyasi manipülasyonlar sebebiyle bu kararın uygulanmadığı da vurgulanıyordu.
65 NOKTADA PETROL TESPİT EDİLMİŞ
1. Diyarbakır
2. Mardin
3. Bismil
4. Hazro Çayı
5. Sinan
6. Batman çayı
7. Dicle
8. Midyat
9. Bedran
10. Bitlis Suyu (çayı)
11. Tulan
12. Siirt
13. Botan çayı
14. Habur
15. Fındık
16. Cizre
17. Dehuk
18. Zaho
19. Habur çayı
20. Hakkari (Çölemerik)
21. Ahmediye
22. Bisan
23. Alkuş
24. Akra
25. Büyük Zap
26. Revanduz
27. Musul
28. Karakuş
29. Nemrut
30. Küçük Zap
31. Erbil
32. Köysancak
33. Altınköprü
34. Şargat
35. Hamrin Dağı
36. Kerkük
37. Taşhurmatı
38. Tavuk
39. Karadağ
40. Süleymaniye
41. Karadağ
42. Aksu
43. Tuzhurmatı
44. Kefri (Salahiye)
45. Deli Abbas
46. Tikrit
47. Samara
48. Haso çayı
49. Narbin Suyu
50. Diyale Suyu
51. Ramadi
52. Felluce
53. Mendeli
54. Bakuba
55. Kazımiye
56. Bağdat
57. Museyyeb
58. Hılle
59. Kerbela
60. Hit
61. Fırat
62. Anah
63. El-Kadim
64. Ebu Kemal
65. Meydani
Dr. Orhan Koloğlu:
HARİTA BİLİNMİYOR AMA ABDÜLHAMİT’İN PETROLE İLGİSİ MEŞHUR
II. Abdülhamid’in petrol ile ilgili çalışmaları daha çok genel olarak biliniyor. Kapsamlı ve detaylı bir şekilde bilinmiyor. Bu haritanın ortaya çıkarılması önemli bir gelişmedir. Abdülhamid dünyadaki değişimi yakından takip ediyordu. O dönemlerde petrolün yeni kullanım alanları bulduğunun da farkındaydı. Artık motorlu taşıtlar yaygınlaşıyor ve bunlarda petrol kullanılıyordu. Donanmaları ile dünyayı idare etmeye çalışan İngilizler kömürle çalışan gemilerini artık daha pratik olan petrolle çalıştırmaya başlamışlardı. Abdülhamid bunların hepsini biliyor ve petrolün gelecekte stratejik bir silah olacağının hesabını yapıyordu. Bu yüzden Musul’un petrol arazilerini satın aldı. Çünkü İngilizler ısrarla burayı istiyordu. İngilizler, 1. Dünya Savaşı’nda Bağdat’ı almak için harcadıkları paranın 7 mislini Musul’a sahip olmak için har
Türkiye petrol denizi üzerinde mi? Sınırın öteki yakasında petrol çıkıyor da Güneydoğu’da niye çıkmıyor? Ya da başlayıp bitmeyen bir polemik; Türkiye’de petrol var ancak yabancılar çıkarmamıza izin vermiyor! Peki gerçekten petrolü bol denilen Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde petrol var mı? Bu soruya Sultan II. Abdülhamid yüz yıl öncesinden cevap veriyor. Sultan’ın hazırlattığı tespit haritasında Güneydoğu Anadolu’nun neredeyse tamamında yüksek ölçekte petrol rezervinin olduğu saptanıyor. Görevli mühendisler araştırmalarını Doğu ve Güneydoğu ile sınırlı tutmayıp Osmanlı toprakları içinde bulunan Zaho, Erbil, Kerkük, Süleymaniye, Musul ve Bağdat gibi bölgeleri de tarıyorlar. İşin en ilginç tarafı yüz yıl önce hazırlanan petrol haritasının birçok yerinde hâl-i hazırda petrol çıkarılıyor olması. 6 ay önce Barzani ailesi tarafında Habur Çayı’nın öteki kıyısında çıkartılan ve Türkiye’nin, tabir yerindeyse, iştihanı kabartan petrol kuyuları bunlardan sadece biri.
BİTLİS’TE PETROL
Sultan II. Abdülhamid özellikle 1800’ün son çeyreğinde tüm dünyada gündeme gelen ve stratejik bir maden olduğu kabul edilen petrol için büyük çaba harcadı. Yetişmiş jeoloji ve maden mühendisi olmaması Devlet-i Aliye’nin elini kolunu bağlıyordu. Ancak uğruna savaşların çıkartılacağı, yeni bir dünya düzeninin oluşturulacağı petrolün ehemmiyetini anlayan Abdülhamid sıkıntıları kendi fedakarlıkları ile aştı. Hazine-i Hassa’dan, yani padişahın şahsi malından ödenek çıkartılarak geniş kapsamlı bir petrol rezervi çalışmasına girildi. Sultan’ın kendi parasıyla yaptırdığı çalışmada yabancı ve yerli mühendisler yer aldı. Musul ve Bağdat havalisinde, Dicle ve Fırat nehirleri havzasında petrol taraması yapıldı. Alman maden mühendisi Paul Groskoph ve Habip Necip Efendi yönetimindeki araştırma ekibi çalışmalarını 22 Ekim 1901’de Sultan II. Abdülhamid’e sundular.
Bu zamana kadar söylenen ancak mahiyeti hakkında bir bilginin bulunmadığı “Sultan’ın petrol haritası” sadece Güneydoğu’da değil, Hakkâri ve Bitlis gibi illerde de petrol bulunabileceğini öngörüyor. Haritayı hazırlayan heyet, Bitlis Suyu denilen çayın kıyısı boyunca önemli petrol rezervleri tespit etmiş. Heyetin başkanı Paul Groskoph, petrol noktalarını tek tek tespit ettiklerini aktarırken, takip ettikleri güzergâhı da detaylı bir biçimde anlatıyor. Petrol havzasını dolaşan Paul, Siirt tarafında ve Dicle Nehri kıyısında zengin petrol rezervlerinin bulunduğunu belirtiyor. Dicle Nehri kıyısındaki noktalarda yeterli araştırmayı yükselen sulardan dolayı yapamadıklarını da raporuna ilave eden Paul, nehrin kıyısı dışında, Dicle’nin kıyı şeridi boyunca uzayıp giden yüksek dağlarda da petrol bulunduğunu kaydetmiş. Yine de o dönemin teknik imkanları açısından 900 metre yükseklikteki bu dağlardan petrolün çıkarılması ve nakliyatının zor olacağını eklemeyi unutmamış raporuna.
Güneydoğu Anadolu’nun neredeyse tamamı ve Doğu Anadolu’nun bir kısmını kapsayan petrol haritasında Diyarbakır, Mardin, Bismil, Hazro Çayı etrafı, Sinan, Batman Çayı etrafı, Dicle bölgesi, Midyat, Bedran, Tulan, Siirt, Botan Çayı etrafı, Habur, Fındık, Cizre, Habur Çayı etrafı, Bitlis Çayı kıyısı ve Hakkâri (Çölemerik)’de önemli petrol yataklarının bulunduğu kaydediliyor.
HARİTA İLK KEZ YAYIMLANIYOR
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da çalışmalarını tamamlayan heyet daha sonra bugün Irak sınırları içinde kalan merkezlerde petrol taramasına devam ediyor. Kerkük, Babagürgür, Zaho, Süleymaniye, Bağdat, Musul ve Altınköprü’deki petrol noktaları kilometre ve yerleşim yerlerine göre yön tayini yapılarak kayıt altına alınıyor. Raporda Kerkük ve şehre 15 kilometre uzaklıktaki Babagürgür bölgesinde yoğun miktarda petrol rezervinin bulunduğu belirtiliyor. Babagürgür bölgesinin II. Abdülhamid’in şahsî malı olduğu, ve bu topraklarda Türkiye’deki Nefçi ve Doğramacı ailesinin pay sahibi olduğu biliniyor. Ekip yaptığı tetkikler sonucunda en kaliteli petrolün Bağdat yakınlarındaki El-Kayra ile Mendel’de olduğu sonucuna da varıyor.
Ulaşımın Dicle’de sal üstünde, karada da at ve eşek sırtında yapıldığı bir dönemde aylarca süren bir çalışma sonunda Başmühendis Paul Groskoph, ince detayların yer aldığı raporun sonuna iki önemli noktayı da ilave etmeyi unutmuyor: “Dicle ve Fırat nehirleri havzasında zengin ve mühim petroller bulunuyor. Bunların işletilmesi ve pazarlanması için Bağdat’a uzanan bir tren yolu lâzım. 1889’da inşaatına başlanan ve 1902’de biten demiryolu petrolün Anadolu’ya taşınmasını sağlayacaktır. Bunun için ana hatta sadece birkaç ilave ek hattın yapılması yeterlidir.” Başmühendisin ikinci notu ise iyi değerlendirilmesi durumunda bu petrol coğrafyasının gelecekte dünyanın en önemli merkezlerinden biri olacağı şeklinde.
Kısa bir zamanda bu kadar noktada tarama yaptırarak günün kıt imkânlarına rağmen petrol tespitini belgelendiren Sultan II. Abdülhamid’in saltanat ömrü petrol çıkartmaya yetmedi. İlk kez yayımlanacak olan ‘Sultan’ın petrol haritası’ Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan ve önümüzdeki günlerde kamuoyuna sunulacak olan “Osmanlı Döneminde Irak” isimli kitapta yer alacak. Devlet Arşivleri Genel Müdür Yardımcısı Doç. Dr. Mustafa Budak, bu çalışmayla Irak’taki Osmanlı’yı kamuoyuna sunacaklarını belirtiyor. Kitabın editörlüğünü yapan Cevat Ekici de kitaptaki birçok belge ve çizimin, özellikle de petrol bölümündeki haritaların halen üzerinde çalışılmaya değer belgeler olduğunun altını çiziyor.
Çalışmanın kapsamı petrol haritası ve bununla ilgili raporlarla kısıtlı değil. Hazine-i Hassa’ya devredilen petrol hakları ve bununla ilgili yazışmalar da bulunuyor kitapta. 18 Kasım 1902’de Yıldız Sarayı’na gönderilen belgede Musul vilayetindeki petrol madenlerinin imtiyazının Hazine-i Hassa’ya verildiği kaydediliyor. Daha sonraki tarihlerde padişaha ait araziler Maliye Hazinesi’ne devrediliyor. Ancak 12 Ocak 1920’de Maliye Hazinesi’ne devredilen padişaha ait bütün malların tekrar Hazine-i Hassa’ya devri için bir kararname çıkartılıyor.
Aksiyon dergisinin 480. sayısında yer alan “Hanedan Musul’u istiyor^” başlıklı haberde, Osmanoğullarının Sultan Abdülhamid’ten miras kalan Musul’daki gayrimenkullerini almak için hukuki bir mücadele başlattıklarına yer veriliyordu. Aynı haberde hanedanın mirasçılarının daha önceki dönemlerde Musul’daki gayrimenkulleri dava yolu ile kazandıkları, ancak birtakım siyasi manipülasyonlar sebebiyle bu kararın uygulanmadığı da vurgulanıyordu.
65 NOKTADA PETROL TESPİT EDİLMİŞ
1. Diyarbakır
2. Mardin
3. Bismil
4. Hazro Çayı
5. Sinan
6. Batman çayı
7. Dicle
8. Midyat
9. Bedran
10. Bitlis Suyu (çayı)
11. Tulan
12. Siirt
13. Botan çayı
14. Habur
15. Fındık
16. Cizre
17. Dehuk
18. Zaho
19. Habur çayı
20. Hakkari (Çölemerik)
21. Ahmediye
22. Bisan
23. Alkuş
24. Akra
25. Büyük Zap
26. Revanduz
27. Musul
28. Karakuş
29. Nemrut
30. Küçük Zap
31. Erbil
32. Köysancak
33. Altınköprü
34. Şargat
35. Hamrin Dağı
36. Kerkük
37. Taşhurmatı
38. Tavuk
39. Karadağ
40. Süleymaniye
41. Karadağ
42. Aksu
43. Tuzhurmatı
44. Kefri (Salahiye)
45. Deli Abbas
46. Tikrit
47. Samara
48. Haso çayı
49. Narbin Suyu
50. Diyale Suyu
51. Ramadi
52. Felluce
53. Mendeli
54. Bakuba
55. Kazımiye
56. Bağdat
57. Museyyeb
58. Hılle
59. Kerbela
60. Hit
61. Fırat
62. Anah
63. El-Kadim
64. Ebu Kemal
65. Meydani
Dr. Orhan Koloğlu:
HARİTA BİLİNMİYOR AMA ABDÜLHAMİT’İN PETROLE İLGİSİ MEŞHUR
II. Abdülhamid’in petrol ile ilgili çalışmaları daha çok genel olarak biliniyor. Kapsamlı ve detaylı bir şekilde bilinmiyor. Bu haritanın ortaya çıkarılması önemli bir gelişmedir. Abdülhamid dünyadaki değişimi yakından takip ediyordu. O dönemlerde petrolün yeni kullanım alanları bulduğunun da farkındaydı. Artık motorlu taşıtlar yaygınlaşıyor ve bunlarda petrol kullanılıyordu. Donanmaları ile dünyayı idare etmeye çalışan İngilizler kömürle çalışan gemilerini artık daha pratik olan petrolle çalıştırmaya başlamışlardı. Abdülhamid bunların hepsini biliyor ve petrolün gelecekte stratejik bir silah olacağının hesabını yapıyordu. Bu yüzden Musul’un petrol arazilerini satın aldı. Çünkü İngilizler ısrarla burayı istiyordu. İngilizler, 1. Dünya Savaşı’nda Bağdat’ı almak için harcadıkları paranın 7 mislini Musul’a sahip olmak için har
3 Mayıs 2016 Salı
1354 yılında Orhan Gazi zamanında Süleyman Paşa tarafından Ankara Ahilerden savaşsız bir şekilde alınarak Osmanlı Devleti’ne bağlanmıştır.
1402 yılında Anadolu’yu istila eden Timurlenk, Yıldırım Sultan Beyazıd’ı Çubuk Ovası’ndaki Ankara Savaşı’nda yendi. Daha sonra Beyazıd’ın ölümü ve Tİmurlenk’in çekilmesi üzerine bir süre karışıklıklar yaşandı. Bu duruma 141 [ yıhnda Çelebi Mehmet Ankara’yı alarak son verdi. Bundan sonra Ankara Osmanlılar için hem askeri açıdan hem de sofçuluk, kunduracılık. debbağlık ve bağcılık gibi ticari açıdan Önemli oldu. 16.yüzyılda Kanuni devrinde eyalet sistemi kurulurken bir süre Anadolu eyaletinin merkezi oldu. Daha sonra eyalet merkezi Kütahya’ya nakledilince 1413′de sancak merkezi haline geldi. Bu arada şehrin nüfusu ve mahalle sayısı arttı. 1555 yılında Demschwam kent krokisini çizdi.
1558 yılında Şehzade Beyazıt isyanı ve 17.yüzyılın başında çıkan Celali isyanları kente büyük zarar verdi. 1623′ de Abaza Mehmet Paşa, 1651′ de Abaza Hasan Paşa ve 1652′ de İbiş Paşa’nın saldırısına uğrayan kentimiz huzuru Köprülüler devrinde buldu. Daha sonraları da 1832-1833 yıllan arasında Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın ordulan kente egemen oldular.
1836′ da II. Mahmut döneminde tekrar eyalet merkezi oldu. 1848-1850 ve 1855-1859 yıllan arasında Bozok eyalet olunca Ankara Sancağı buraya bağlanmış, nihayet 1860′dan sonra yeniden eyalet merkezi olmuştur.
19.yüzyılın ortalarından İtibaren Güney Afrika ve Kaliforniya’da tiftik keçisi yetiştirilmesi ve dokumacılıkta makineleşmenin başlaması sof ticaretine darbe vurmuştur.
1815 yılında büyük bir veba salgım ve 1847 yılında ise büyük bir kıtlık baş göstermiştir.
1839′da ilk defa Prusyalı subay Freih Von Wincke kentin detaylı bir planını hazırlamış ve 1869′da ilk matbaa açılmıştır. 1892′de demiryolları kente ulaşmış ve 1917 yılında çıkan büyük yangın bir çok mahallenin yanmasına neden olmuştur.
Kentte arka arkaya oluşan bu olumsuzluklar 27 Aralık 1919 yılında Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelmesiyle noktalanmıştır. Kurtuluş Savaşı sürecinde 23 Nisan 1920′de Büyük Millet Meclisi açıldı. 13 Ekim 1923′ de Ankara başkent ilan edildi ve 29 Ekim 1923′de de Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara bozkırın ortasında çorak, balcımsız, sıtmalı bir kasaba görünüşlü kentti. Yaklaşık nüfusu 30. 000 dolaylanndaydı. Ankara aradan geçen 80 yıl sonrasında hızla gelişerek modem ve çağdaş bir kent olmuştur.
Haluk SARGIN’IN Antik Ankara İsimli Kitabından Alıntı
KAYNAK: http://www.ankara.bel.tr/AbbSayfalari/Ankara_Tarih_Kultur_Dizisi/ankaranin_kisa_tarihi.
1402 yılında Anadolu’yu istila eden Timurlenk, Yıldırım Sultan Beyazıd’ı Çubuk Ovası’ndaki Ankara Savaşı’nda yendi. Daha sonra Beyazıd’ın ölümü ve Tİmurlenk’in çekilmesi üzerine bir süre karışıklıklar yaşandı. Bu duruma 141 [ yıhnda Çelebi Mehmet Ankara’yı alarak son verdi. Bundan sonra Ankara Osmanlılar için hem askeri açıdan hem de sofçuluk, kunduracılık. debbağlık ve bağcılık gibi ticari açıdan Önemli oldu. 16.yüzyılda Kanuni devrinde eyalet sistemi kurulurken bir süre Anadolu eyaletinin merkezi oldu. Daha sonra eyalet merkezi Kütahya’ya nakledilince 1413′de sancak merkezi haline geldi. Bu arada şehrin nüfusu ve mahalle sayısı arttı. 1555 yılında Demschwam kent krokisini çizdi.
1558 yılında Şehzade Beyazıt isyanı ve 17.yüzyılın başında çıkan Celali isyanları kente büyük zarar verdi. 1623′ de Abaza Mehmet Paşa, 1651′ de Abaza Hasan Paşa ve 1652′ de İbiş Paşa’nın saldırısına uğrayan kentimiz huzuru Köprülüler devrinde buldu. Daha sonraları da 1832-1833 yıllan arasında Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın ordulan kente egemen oldular.
1836′ da II. Mahmut döneminde tekrar eyalet merkezi oldu. 1848-1850 ve 1855-1859 yıllan arasında Bozok eyalet olunca Ankara Sancağı buraya bağlanmış, nihayet 1860′dan sonra yeniden eyalet merkezi olmuştur.
19.yüzyılın ortalarından İtibaren Güney Afrika ve Kaliforniya’da tiftik keçisi yetiştirilmesi ve dokumacılıkta makineleşmenin başlaması sof ticaretine darbe vurmuştur.
1815 yılında büyük bir veba salgım ve 1847 yılında ise büyük bir kıtlık baş göstermiştir.
1839′da ilk defa Prusyalı subay Freih Von Wincke kentin detaylı bir planını hazırlamış ve 1869′da ilk matbaa açılmıştır. 1892′de demiryolları kente ulaşmış ve 1917 yılında çıkan büyük yangın bir çok mahallenin yanmasına neden olmuştur.
Kentte arka arkaya oluşan bu olumsuzluklar 27 Aralık 1919 yılında Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelmesiyle noktalanmıştır. Kurtuluş Savaşı sürecinde 23 Nisan 1920′de Büyük Millet Meclisi açıldı. 13 Ekim 1923′ de Ankara başkent ilan edildi ve 29 Ekim 1923′de de Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara bozkırın ortasında çorak, balcımsız, sıtmalı bir kasaba görünüşlü kentti. Yaklaşık nüfusu 30. 000 dolaylanndaydı. Ankara aradan geçen 80 yıl sonrasında hızla gelişerek modem ve çağdaş bir kent olmuştur.
Haluk SARGIN’IN Antik Ankara İsimli Kitabından Alıntı
KAYNAK: http://www.ankara.bel.tr/AbbSayfalari/Ankara_Tarih_Kultur_Dizisi/ankaranin_kisa_tarihi.
Etrüsk'lerin Roma'lılar Tarafından Yok Edilişi
Romanın Etrüsk idaresinden çıkması Etrüsk sitelerinde endişe yarattı. Durumuören Chiusi14 Kralı Porsenna, tahtından kovulan Roma kralını yeniden tahtına oturtmak için askerî teşebbüse girişti. Fakat bir aralık Roma’yı zaptetmeğe bile muvaffak olmasına rağmen, teşebbüsü sonuçlanamadı. Bir müddet sonra da, oğlu Lâtin Siteleri Birliğinin ordusuna yenilince, Roma Lâtinlerin eline geçti.
Romalılar bu zaferlerden büyük cesaret aldılar ve sıra ile diğer Etrüsk şehirlerini de zaptetmeği tasarladılar.
Yukarıda işaret edildiği üzere, Romalılar her şeyi Etrüsklerden öğrenmiş, medeniyetlerini Etrüsklerden almış olduklarından, onlara karşı kuvvetli bir aşağılık duygusunun tesiri altında idiler. Bunun neticesi olarak, Romalılar Etrüsklere karşı düşmanlık ve kin besliyorlardı. Her Romalı Etrüskleri yenmek, ezmek Etrüsk olan her şeyi tahrip etmek arzusu ile yanıp tutuşuyordu. Dört asır süren Etrüsk - Roma mücadelesi sırasında bu dinmez kinin vahşi ve korkunç tezahürlerine defalarca şahit olunmaktadır.
Romalılar kentlerine pek yakın olan Veies15 şehrini kuşatmakla işe başladılar. On sene süren kuşatmanın sonunda bir hiyle ile girdikleri şehirde misli görülmemiş katliâm yaptılar. Kendi milletini daima şirin göstererek yazan Titus Livius bile, ilk yirmi dört saatin her dakikasının adam öldürme ile geçtiğini kaydeder
Muzaffer Romalılar, sanat ve medeniyet seviyesini, zenginlik ve refahını ötedenberi kıskandıkları Veies’nin mabetlerini, meydanlarını, parklarını ve bahçelerini süsleyen üç bin (!) heykeli Roma’ya taşımağı da ihmal etmediler. Bu arada, Ana tanrıça Ani’nin heykeli Roma’ya götürülerek, Junon ismiyle bir mabede yerleştirildi ve tanrıçanın sadece heykeli değil, kendisi de artık Roma’ya taşındı, diye Roma halkı inandırıldı.
Bundan sonra Etrüskler için çöküş devri başlar. Bir yandan Yunanlılar Etrüsklerin kuzeydeki Adria, Spina gibi limanlarını zaptederler, bir yandan da Romalılar, Etrüsk tesanüdünü diplomasi ile yıkmağı başararak, sıra ile Cerveteri (M.Ö. 351), Tarquinia (300), Volterra (295), Volsinies (283), Vulci (273) şehirlerini ele geçirirler. Bu şehirlerin hepsinde merhametsizce katliam yapılır, katliamdan kurtulan ahali de esir olarak satılır
Roma tarihinin karışık bir devri olan M.Ö. İkinci yüzyılın ortalarında Marius ile Sylla arasındaki siyasî rekabet yüzünden çıkan iç savaş sırasında, Etrüsk halkının desteklediği Marius yenilince, Sylla bütün Etrüsk şehirlerinde katliamı emreder ve bu şehirlere askerî garnizonlar yerleştirir
İsa’nın doğumundan 40 yıl önce Perugia zaptedildikten sonra, şehrin ileri gelenlerinden 300 kişi Roma’ya götürülerek, Sezarın mezarı üzerinde birer koyun gibi kurban
edilirler
Burada şunu kaydetmek lâzımdır ki, Etrüsklerin Romalılar tarafından yok edilişi dünya tarihindeki ilk metodik ve sistemli “jenosid” hareketidir. Bu “ulus öldürme” hareketi kendini sadece maddî sahada değil, mânevî sahada da göstermiştir. Bizzat bir İtalyan yazarı şu itirafta bulunur:
“Romalılar Etrüskleri yok etmekle kalmayıp, medeniyetlerinin en ufak izini bile ortadan kaldırmak için ellerinden geleni yapmışlardır.”20. Ünlü İngiliz yazarı Lawrence’in Etruscan Places” adlı eseri de buna benzer hükümlerle doludur21. Roma’nın gerek Cumhuriyet, gerek İmparatorluk devrindeki idarecileri bir yandan Etrüskleri millet olarak, nüfus olarak yok ederken, bir yandan da medeniyetlerini ve kültürlerini yok etmeğe çalışmışlardır.
Burada tabiî olarak bir sual doğuyor: Etrüsklerin kültürü, yani edebiyatı varmı idi ki? Tarihçi Titus-Livius’un kaleminden kaçmış aşağıdaki cümle bu suale açık bir cevap teşkil ediyor. Etrüsklere yapılan kötülükleri daima meşru ve vatanî şeklinde gösteren bu şoven tarihçi şöyle der:
“Bugün nasıl gençlerin Yunan edebiyatını öğrenmeleri moda ise, bir zamanlar da, Romalı gençlerin Etrüsk edebiyatını tahsil etmeleri âdetti”
Titus-Livius’un bahsettiği bu edebiyat maalesef bugün yoktur. Romalılar tarafından yazılan eserlerin hemen hiç biri kaybolmamış olduğu halde, Etrüsk edebiyatına ait eserlerin hepsinin toptan kaybolmuş olmasını bugün Batılı Etrüskologlar “garip” buluyorlar ve bunların Romalı devlet adamları tarafından kasden yok edilmiş olduğunu ima ediyorlar.
Gelgelelim Romalı yazarlardan bazılarının eserlerinde muayyen Etrüsk şiirlerine ait imalar ve muayyen Etrüsk trajedi yazarlarına ait kayıtlar vardır. Bugün Romalı bilgin Varron Etrüsklerin tarih kitaplarını lâtinceye tercüme ettirdiğini ve bunlardan çok istifade ettiğini bildirir. Meşhur hukukçu ve filozof Çiçeron Etrüsklerin dine ait eserlerini kaynak gösterir. Hani bütün bu eserler?
Bu arada İmparator Claudius’un hikâyesi cidden ilginçtir:
Roma tarihinin yine karışık bir devri olan İsa’dan sonraki I. yüzyılda, Osmanlı tarihindeki Yeniçeri kazan kaldırması gibi, Roma’da da, Pretoryenler, yani Saray Muhafızları ikide bir isyan edip, istediklerini İmparator seçerdi. Bu arada, Agrippa adlı bir Yahudi, belki de kendi soyu için faydalı olacağını düşünerek, Claudius adlı bir Etrüsk’ü evvelâ Pretoryenlere, daha sonra Senatoya, bir takım çabalar sonunda, İmparator ilân ettirmişti. 13 sene İmparatorluğun başında kalan bu arada Büyük Britanya adasını Roma İmparatorluğu’na ekleyen Claudius şuurlu bir Etrüsk milliyetçisi olduğu için, politikadan artan bütün zamanını kendi soyunun parlak tarihini yazmakla geçirmiştir. Yirmi cilt tutan bu eserden bir çok Romalı yazar bahseder. Bu arada tarihçi Suetonius, bu eserin İskenderiye Kütüphanesinde, senede bir kere, başından sonuna kadar halka okunduğunu kaydeder
İşte bu mühim eser de bugün mevcut değildir. Ancak son zamanlarda Lyon şehrinde yapılan kazlılarda bu eserden birkaç satır meydana çıkarılmıştır.
İmparator Clausiıs, Etrüsk soyundan olmakla beraber, o zamanlar Lugdunum ismiyle mevcut olan bugünkü Lyon şehrinde doğmuştu. Bu şehre yaptığı ziyaretlerden birinde, halka hitaben bir siyasî nutuk söylemiş ve nutkunda kitabından bir parçayı okumuştur. İmparator konuşurken, tabiî olarak Saray kâtipleri not tutmuşlar, Lyonlular da, bu konuşmayı şerefli bir hâtıra olarak tabletlere kazdırmışlardır. İşte Lyon’da yapılan kazılarda bulunan ve Etrüsk tarihinin bazı devirlerine ışık tutan satırlar bu tabletlerdedir.
Romalılar Etrüskler tarafından yazılmış tarih kitaplarını yok etmekle kalmamış, kendi yazdıklarında da tarihi tahrif etmekten, gerçekleri gizlemek ve olmayan şeyleri uydurmaktan çekinmemişlerdir. Bugünkü tarafsız etrüskologlar Romalı tarihçilerin şovenlik ve Romalılık
gururu ile tarihî gerçekleri tahrif ettiklerini ve meselâ Titus-Livius gibi bir tarihçinin dediklerini ihtiyatla karşılamak gerektiğini yazarlar.
Romalılar Etrüsk milletini yok edip manen ve maddeten gömdüklerini zannederken, kendilerine en büyük oyunu oynayan Etrüsk mezarları olmuştur.
KAYNAK: Adile Ayda. Etrüskler Türk'mü idi? Ankara 1974. s. 16-19
Romalılar bu zaferlerden büyük cesaret aldılar ve sıra ile diğer Etrüsk şehirlerini de zaptetmeği tasarladılar.
Yukarıda işaret edildiği üzere, Romalılar her şeyi Etrüsklerden öğrenmiş, medeniyetlerini Etrüsklerden almış olduklarından, onlara karşı kuvvetli bir aşağılık duygusunun tesiri altında idiler. Bunun neticesi olarak, Romalılar Etrüsklere karşı düşmanlık ve kin besliyorlardı. Her Romalı Etrüskleri yenmek, ezmek Etrüsk olan her şeyi tahrip etmek arzusu ile yanıp tutuşuyordu. Dört asır süren Etrüsk - Roma mücadelesi sırasında bu dinmez kinin vahşi ve korkunç tezahürlerine defalarca şahit olunmaktadır.
Romalılar kentlerine pek yakın olan Veies15 şehrini kuşatmakla işe başladılar. On sene süren kuşatmanın sonunda bir hiyle ile girdikleri şehirde misli görülmemiş katliâm yaptılar. Kendi milletini daima şirin göstererek yazan Titus Livius bile, ilk yirmi dört saatin her dakikasının adam öldürme ile geçtiğini kaydeder
Muzaffer Romalılar, sanat ve medeniyet seviyesini, zenginlik ve refahını ötedenberi kıskandıkları Veies’nin mabetlerini, meydanlarını, parklarını ve bahçelerini süsleyen üç bin (!) heykeli Roma’ya taşımağı da ihmal etmediler. Bu arada, Ana tanrıça Ani’nin heykeli Roma’ya götürülerek, Junon ismiyle bir mabede yerleştirildi ve tanrıçanın sadece heykeli değil, kendisi de artık Roma’ya taşındı, diye Roma halkı inandırıldı.
Bundan sonra Etrüskler için çöküş devri başlar. Bir yandan Yunanlılar Etrüsklerin kuzeydeki Adria, Spina gibi limanlarını zaptederler, bir yandan da Romalılar, Etrüsk tesanüdünü diplomasi ile yıkmağı başararak, sıra ile Cerveteri (M.Ö. 351), Tarquinia (300), Volterra (295), Volsinies (283), Vulci (273) şehirlerini ele geçirirler. Bu şehirlerin hepsinde merhametsizce katliam yapılır, katliamdan kurtulan ahali de esir olarak satılır
Roma tarihinin karışık bir devri olan M.Ö. İkinci yüzyılın ortalarında Marius ile Sylla arasındaki siyasî rekabet yüzünden çıkan iç savaş sırasında, Etrüsk halkının desteklediği Marius yenilince, Sylla bütün Etrüsk şehirlerinde katliamı emreder ve bu şehirlere askerî garnizonlar yerleştirir
İsa’nın doğumundan 40 yıl önce Perugia zaptedildikten sonra, şehrin ileri gelenlerinden 300 kişi Roma’ya götürülerek, Sezarın mezarı üzerinde birer koyun gibi kurban
edilirler
Burada şunu kaydetmek lâzımdır ki, Etrüsklerin Romalılar tarafından yok edilişi dünya tarihindeki ilk metodik ve sistemli “jenosid” hareketidir. Bu “ulus öldürme” hareketi kendini sadece maddî sahada değil, mânevî sahada da göstermiştir. Bizzat bir İtalyan yazarı şu itirafta bulunur:
“Romalılar Etrüskleri yok etmekle kalmayıp, medeniyetlerinin en ufak izini bile ortadan kaldırmak için ellerinden geleni yapmışlardır.”20. Ünlü İngiliz yazarı Lawrence’in Etruscan Places” adlı eseri de buna benzer hükümlerle doludur21. Roma’nın gerek Cumhuriyet, gerek İmparatorluk devrindeki idarecileri bir yandan Etrüskleri millet olarak, nüfus olarak yok ederken, bir yandan da medeniyetlerini ve kültürlerini yok etmeğe çalışmışlardır.
Burada tabiî olarak bir sual doğuyor: Etrüsklerin kültürü, yani edebiyatı varmı idi ki? Tarihçi Titus-Livius’un kaleminden kaçmış aşağıdaki cümle bu suale açık bir cevap teşkil ediyor. Etrüsklere yapılan kötülükleri daima meşru ve vatanî şeklinde gösteren bu şoven tarihçi şöyle der:
“Bugün nasıl gençlerin Yunan edebiyatını öğrenmeleri moda ise, bir zamanlar da, Romalı gençlerin Etrüsk edebiyatını tahsil etmeleri âdetti”
Titus-Livius’un bahsettiği bu edebiyat maalesef bugün yoktur. Romalılar tarafından yazılan eserlerin hemen hiç biri kaybolmamış olduğu halde, Etrüsk edebiyatına ait eserlerin hepsinin toptan kaybolmuş olmasını bugün Batılı Etrüskologlar “garip” buluyorlar ve bunların Romalı devlet adamları tarafından kasden yok edilmiş olduğunu ima ediyorlar.
Gelgelelim Romalı yazarlardan bazılarının eserlerinde muayyen Etrüsk şiirlerine ait imalar ve muayyen Etrüsk trajedi yazarlarına ait kayıtlar vardır. Bugün Romalı bilgin Varron Etrüsklerin tarih kitaplarını lâtinceye tercüme ettirdiğini ve bunlardan çok istifade ettiğini bildirir. Meşhur hukukçu ve filozof Çiçeron Etrüsklerin dine ait eserlerini kaynak gösterir. Hani bütün bu eserler?
Bu arada İmparator Claudius’un hikâyesi cidden ilginçtir:
Roma tarihinin yine karışık bir devri olan İsa’dan sonraki I. yüzyılda, Osmanlı tarihindeki Yeniçeri kazan kaldırması gibi, Roma’da da, Pretoryenler, yani Saray Muhafızları ikide bir isyan edip, istediklerini İmparator seçerdi. Bu arada, Agrippa adlı bir Yahudi, belki de kendi soyu için faydalı olacağını düşünerek, Claudius adlı bir Etrüsk’ü evvelâ Pretoryenlere, daha sonra Senatoya, bir takım çabalar sonunda, İmparator ilân ettirmişti. 13 sene İmparatorluğun başında kalan bu arada Büyük Britanya adasını Roma İmparatorluğu’na ekleyen Claudius şuurlu bir Etrüsk milliyetçisi olduğu için, politikadan artan bütün zamanını kendi soyunun parlak tarihini yazmakla geçirmiştir. Yirmi cilt tutan bu eserden bir çok Romalı yazar bahseder. Bu arada tarihçi Suetonius, bu eserin İskenderiye Kütüphanesinde, senede bir kere, başından sonuna kadar halka okunduğunu kaydeder
İşte bu mühim eser de bugün mevcut değildir. Ancak son zamanlarda Lyon şehrinde yapılan kazlılarda bu eserden birkaç satır meydana çıkarılmıştır.
İmparator Clausiıs, Etrüsk soyundan olmakla beraber, o zamanlar Lugdunum ismiyle mevcut olan bugünkü Lyon şehrinde doğmuştu. Bu şehre yaptığı ziyaretlerden birinde, halka hitaben bir siyasî nutuk söylemiş ve nutkunda kitabından bir parçayı okumuştur. İmparator konuşurken, tabiî olarak Saray kâtipleri not tutmuşlar, Lyonlular da, bu konuşmayı şerefli bir hâtıra olarak tabletlere kazdırmışlardır. İşte Lyon’da yapılan kazılarda bulunan ve Etrüsk tarihinin bazı devirlerine ışık tutan satırlar bu tabletlerdedir.
Romalılar Etrüskler tarafından yazılmış tarih kitaplarını yok etmekle kalmamış, kendi yazdıklarında da tarihi tahrif etmekten, gerçekleri gizlemek ve olmayan şeyleri uydurmaktan çekinmemişlerdir. Bugünkü tarafsız etrüskologlar Romalı tarihçilerin şovenlik ve Romalılık
gururu ile tarihî gerçekleri tahrif ettiklerini ve meselâ Titus-Livius gibi bir tarihçinin dediklerini ihtiyatla karşılamak gerektiğini yazarlar.
Romalılar Etrüsk milletini yok edip manen ve maddeten gömdüklerini zannederken, kendilerine en büyük oyunu oynayan Etrüsk mezarları olmuştur.
KAYNAK: Adile Ayda. Etrüskler Türk'mü idi? Ankara 1974. s. 16-19
etrüsk'lerin Günlük Hayatı
Etrüsklerde aile bağları kuvvetli ve aile hayatı önemli idi. Bir çok Etrüsk mezarlarında bulunmuş karı koca heykelleri ve bunlardaki yüz ifadeleri, eşler arasındaki karşılıklı şefkati göstermesi bakımından, bunun delili sayılmaktadır. Etrüsklerde aile hayatı aile dışında da devam ederdi. Çünkü Etrüsk kadını her yere kocası ile birlikte gider ve onun meslekî meşguliyetleri dışında hayatına iştirak ederdi. Kendilerinde harem selâmlık hayatı mevcut olduğu için, Yunanlılarla Lâtinler buna pek şaşarlardı.
Etrüskler spora ve sor gösterilerine pek düşkündü. Millî ve dinî bayramlarda, bütün Etrüsk şehirlerinde at yarışları ve güreş gibi gösteriler düzenlenirdi. Bunun dışında da, sık sık çeşitli spor yarışmaları tertip edilir ve bunlar, bugünkü futbol maçları gibi, halkın büyük eğlencesini teşkil ederdi. Romalılardaki “sirk”11, yeni her çeşit yarışma merakının Etrüsklerden geldiğini ve hatta meşhur “gladiatör” oyununun bile Etrüsklerden alınma olduğunu tarih bilginleri yazar
Etrüskler sahne oyunlarını a pek severlerdi. Romalı tarihçilerin kayıt ve ifadesine göre, Etrüskler arasında trajedi yarları bile varmış. Lâtin dilindeki, tiyatro ile ilgili hemen bütün kelimelerinin aslının etrüskçe oluşu Romalıların tiyatro, sanat ve tekniğini de Etrüsklerden almış bulunduğunu göstermektedir. Esasen, Romalılar İmparatorluk devrinde bile, muayyen millî günlerde gösteriler tertip etmek lâzım olduğu zamanlar, Etrüsk şehirlerinden tiyatro ve raks sanatçıları getirirlerdi
Etrüskler maddî hayatı mühimsemekle beraber, mânevî hayata da büyük değer verirlerdi. Başka deyimle, Etrüskler çok dindar idiler. İnsanlarla tanrılar arasında atalıksız bir diyalog halinde sürüp giden mânevî ilişkilerin bulunduğuna inanırlardı. Tanrılar bir takım işaretler ve olaylar şeklinde, insanlara talimat ve mesajlar gönderiyorlardı. Bir ağacın dalının kırılması, bir kuşun pencere kenarına konması, yağmurun şu veya bu şiddette gök gürlemesi tanrılardan gelen birer haberdi. Bunların her biri tanrıların muayyen bir arzusuna alâmet veya memnuniyet, hiddet gibi hislerine işaretti. Rüya tabir eder gibi bunları tabir ve tefsir etmek rahiplerin başlıca vazifesi idi.
Etrüsk rahipleri kuşların uçuşuna, şimşek çakmasına ve kurban edilen hayvanların karaciğerine bakmak suretiyle de, tanrıların arzularını keşfederler, onların gizli ve kutsal dilinin tercümanlığını yaparlardı.
Etrüsk kadını tıpkı, ziyafetlerde, tribünlerde olduğu gibi, dinî törenlerde de, süsünü kıyafetlerini ihmal etmeksizin, kocasının yanında yer alırdı.
Esasen Etrüsk kadını da erkeği de, yiyip içmeği sevdikleri kadar, giyinip kuşanmayı severlerdi. Kadının elbisesi iki parçadan ibaretti: ince kumaştan topuklara kadar inen bol etekli entari, onun üzerine işlemeli veya desenli ağır kumaştan bir nevi kaftan.
Chiusi müzesinde gördüğüm kadın heykellerine bakılırsa, genç kız ve kadınların, saçlarını, Türkmen kızları gibi, incecik örgüler halinde omuzlarına bıraktıkları anlaşılıyor.
Erkekler de, Yunan modasının tesirinden önceki devirde, eski Türkler gibi uzun saç bırakırlardı. Bu uzun saç üzerine, yine eski Türkler gibi tepesi sivri bir başlık (“tutul” (us) ),
yani bir nevi külâh giyerlerdi. Erkeklerin elbisesi “taban-nus” idi. Sonraları Romalıların “toga” dedikleri bir cübbe ile vücutlarını sarmağa başlamışlardır.
Gerek erkekler, gerek kadınlar burnu sivri ve kalkık bir çeşit papuç giyerlerdi ki, süslü olduğu kadar da sağlamdı. Bu “Etrüsk papucu” dünyada meşhurdu ve bugünkü İtalya, nasıl Fransa’ya, İngiltere’ye ayakkabı ihraç ediyorsa, o zamanki Etruria da Yunanistan, Fenike gibi ülkelere, başka mallar meyanında, gemiler dolusu papuç satardı.
Süsüne düşkün olan Etrüsk kadını mücevhere de değer verirdi: Törenlere, ziyafetlere gittiği zaman, kolye, küpe, iğne, yüzük, bilezik gibi çeşitli mücevherler takmağı severdi.
Böylece, sağlam bir ekonomiye dayanan kuvvetli bir devlet kurmuş olan Etrüskler, refah ve bolluk içinde yaşayıp gidiyor, her şeyi kendilerinden öğrenmiş, her şeyi kendilerinden almış olan Lâtinlerin ruhuna gizli aşağılık kompleksinin Etrüsk milleti için ne büyük tehlike teşkil ettiğini akıllarına getirmiyorlardı.
KAYNAK: Adile Ayda. Etrüskler Türk'mü idi? Ankara 1974. s. 14-15
Etrüskler spora ve sor gösterilerine pek düşkündü. Millî ve dinî bayramlarda, bütün Etrüsk şehirlerinde at yarışları ve güreş gibi gösteriler düzenlenirdi. Bunun dışında da, sık sık çeşitli spor yarışmaları tertip edilir ve bunlar, bugünkü futbol maçları gibi, halkın büyük eğlencesini teşkil ederdi. Romalılardaki “sirk”11, yeni her çeşit yarışma merakının Etrüsklerden geldiğini ve hatta meşhur “gladiatör” oyununun bile Etrüsklerden alınma olduğunu tarih bilginleri yazar
Etrüskler sahne oyunlarını a pek severlerdi. Romalı tarihçilerin kayıt ve ifadesine göre, Etrüskler arasında trajedi yarları bile varmış. Lâtin dilindeki, tiyatro ile ilgili hemen bütün kelimelerinin aslının etrüskçe oluşu Romalıların tiyatro, sanat ve tekniğini de Etrüsklerden almış bulunduğunu göstermektedir. Esasen, Romalılar İmparatorluk devrinde bile, muayyen millî günlerde gösteriler tertip etmek lâzım olduğu zamanlar, Etrüsk şehirlerinden tiyatro ve raks sanatçıları getirirlerdi
Etrüskler maddî hayatı mühimsemekle beraber, mânevî hayata da büyük değer verirlerdi. Başka deyimle, Etrüskler çok dindar idiler. İnsanlarla tanrılar arasında atalıksız bir diyalog halinde sürüp giden mânevî ilişkilerin bulunduğuna inanırlardı. Tanrılar bir takım işaretler ve olaylar şeklinde, insanlara talimat ve mesajlar gönderiyorlardı. Bir ağacın dalının kırılması, bir kuşun pencere kenarına konması, yağmurun şu veya bu şiddette gök gürlemesi tanrılardan gelen birer haberdi. Bunların her biri tanrıların muayyen bir arzusuna alâmet veya memnuniyet, hiddet gibi hislerine işaretti. Rüya tabir eder gibi bunları tabir ve tefsir etmek rahiplerin başlıca vazifesi idi.
Etrüsk rahipleri kuşların uçuşuna, şimşek çakmasına ve kurban edilen hayvanların karaciğerine bakmak suretiyle de, tanrıların arzularını keşfederler, onların gizli ve kutsal dilinin tercümanlığını yaparlardı.
Etrüsk kadını tıpkı, ziyafetlerde, tribünlerde olduğu gibi, dinî törenlerde de, süsünü kıyafetlerini ihmal etmeksizin, kocasının yanında yer alırdı.
Esasen Etrüsk kadını da erkeği de, yiyip içmeği sevdikleri kadar, giyinip kuşanmayı severlerdi. Kadının elbisesi iki parçadan ibaretti: ince kumaştan topuklara kadar inen bol etekli entari, onun üzerine işlemeli veya desenli ağır kumaştan bir nevi kaftan.
Chiusi müzesinde gördüğüm kadın heykellerine bakılırsa, genç kız ve kadınların, saçlarını, Türkmen kızları gibi, incecik örgüler halinde omuzlarına bıraktıkları anlaşılıyor.
Erkekler de, Yunan modasının tesirinden önceki devirde, eski Türkler gibi uzun saç bırakırlardı. Bu uzun saç üzerine, yine eski Türkler gibi tepesi sivri bir başlık (“tutul” (us) ),
yani bir nevi külâh giyerlerdi. Erkeklerin elbisesi “taban-nus” idi. Sonraları Romalıların “toga” dedikleri bir cübbe ile vücutlarını sarmağa başlamışlardır.
Gerek erkekler, gerek kadınlar burnu sivri ve kalkık bir çeşit papuç giyerlerdi ki, süslü olduğu kadar da sağlamdı. Bu “Etrüsk papucu” dünyada meşhurdu ve bugünkü İtalya, nasıl Fransa’ya, İngiltere’ye ayakkabı ihraç ediyorsa, o zamanki Etruria da Yunanistan, Fenike gibi ülkelere, başka mallar meyanında, gemiler dolusu papuç satardı.
Süsüne düşkün olan Etrüsk kadını mücevhere de değer verirdi: Törenlere, ziyafetlere gittiği zaman, kolye, küpe, iğne, yüzük, bilezik gibi çeşitli mücevherler takmağı severdi.
Böylece, sağlam bir ekonomiye dayanan kuvvetli bir devlet kurmuş olan Etrüskler, refah ve bolluk içinde yaşayıp gidiyor, her şeyi kendilerinden öğrenmiş, her şeyi kendilerinden almış olan Lâtinlerin ruhuna gizli aşağılık kompleksinin Etrüsk milleti için ne büyük tehlike teşkil ettiğini akıllarına getirmiyorlardı.
KAYNAK: Adile Ayda. Etrüskler Türk'mü idi? Ankara 1974. s. 14-15
Etrüskler'in İtalya'daki Hakimiyeti
Geçen yüzyılın başında ekseri bilginler Etrüsklerin M.Ö. 8 inci asırda tarih sahnesine çıktıklarına, kendilerinin o sırada birdenbire yoktan var olduklarına inanıyorlardı. Bu sebeple, İtalya’nın Bologna şehrinin yakınındaki Villanova kasabasında yapılan kazılarda Etrüsklerin medeniyet eserlerine pek benzeyen, fakat M.Ö. 8 inci asırdan daha öncesine ait eşya bulununca bilginler pek şaşırdılar. Bulunan sanat eserlerini meydana getirenlere bir hüviyet ve isim verilememesi yüzünden, kendileri için “Villanovian” adı münasip görüldü.
Bir müddet sonra, daha da önceki devire ait eşya meydana çıkınca bunların sahibi “Protovillanovien” oldu. Bu acayip adlı milletler hakkında pek çok yazılar yazıldı, eserler yayınlandı.
Bugün artık bilginlerin çoğu Villanovien’lerin de, Protovillanovien’lerin de, Etrüsklerden başkası olmadığı kanaatindedir. Böylece, İtalya’da, Etrüsklerin geçmişi M.Ö. Onuncu ve hattâ Onüçüncü yüzyıla kadar çıkmaktadır.
“Tez ve Deliller” kısmında da görüleceği üzere, Etrüsklerin menşei meselesi bilginler arasında tartışma konusudur8. Ancak hiç bir bilgin’in inkâr edemeyeceği tarihî bir gerçek varsa, o da M.Ö. 8 inci asrın başında İtalya’da güçlü bir Etrüsk devletinin mevcut olduğudur.
Meşhur Romalı tarihçi Titus Livius Etrüsklerin siyasî kudreti hakkında şöyle der: “Etrüsk devletinin kuvveti o kadar büyüktü ki, şan ve şöhreti Alp dağlarından Messina boğazına kadar, kara ve denizleri sarmıştı”.
Ünlü Romalı hatip Caton ise: “Bütün İtalya Etrüsklerin egemenliği altında idi” der.
Tabiîdir ki, her iki yazar bu sözleri Etrüsk hâkimiyetinin zirvesinde bulunduğu devir için söylemişlerdir. Bu devirde, yani M.Ö. sekizinci ve yedinci yüzyıllarda9, Arno ile Tiber nehirleri arasında bulunan Merkezî Etruria’dan başka, Etrüskler İtalya yarımadasının kuzeyindeki Po nehri vadisini de ele geçirmişler, güneyde ise, Yunan kolonilerine komşu olan toprakların çoğunu fethederek, Kapua şehrine kadar uzanmışlardı. Gerçekte Kapua’yı bir serhad şehri, yani Etruria’nın güneydeki kapusu olmak üzere, kendileri kurmuşlardı.
Milâddan önceki yedinci ve altıncı yüzyıllar Etrüsklerin deniz gücü bakımından da, en kuvvetli oldukları devirdir. Bu devirde Etrüskler Akdeniz’in Batı kısmına tamamen hâkimdir. Ancak müttefikleri Kartacalılara Sardenya’nın bazı sahillerini işgal etmeğe müsaade etmektedirler. Korsika adası Etrüsk egemenliği altındadır. Etrüsk resmî donanması kadar, Etrüsk korsanları da, Yunanlı denizcileri dehşet içinde yaşatmaktadır. Bu duruma tepki gösteren Yunanlılar (Foçalılar) Etrüskler tarafından M.Ö. 535 de, Aleria’da ağır bir yenilgiye uğratılıyor.
Etrüsklerin siyasetçe kudretli oldukları devirde, Kuzey, Orta ve Güney Etruria’yı teşkil eden bölgelerin esaslı bir merkezî sisteme bağlı oldukları anlaşılıyor. Başlangıçta, her birinin birer kabilenin yaşama alanı olduğu tahmin olunan bu bölgeler, zamanla, Yunanistan’da
olduğu gibi, birer site-devlet halini almış ve bunun neticesinde Cerveteri, Vulci, Volsinii gibi gelişmiş şehirler meydana gelmiştir.
“TEZ VE DELİLLER” kısmında görüleceği gibi, bazı etrüskologlara göre10 bu devirde Roma da, Etrüskler tarafından kurulmuş bir Etrüsk şehri idi.
Efsane der ki, Romulus M.Ö. 743 de Roma’yı kurduktan sonra, şehri iskân etmek için ırk ve sınıf ayırımı yapmadan şehre vatandaş kabul edeceği ilân etmiş, fakat Roma vatandaşlığına talip olanları da önce “asylum” (asul) adını verdiği bir sahada karantinaya tabi tutulmuştur. Böylece şehre Etrüsk olmayan bir çok unsurlar dolmuştur. Fakat anlaşıldığına göre Etrüskler, kendilerini kurucu ve soylu sayarak ayrı mahallede oturmuşlardır. Çünkü imparatorluk devrinde bile, Roma’nın göbeğinde Vicus Tuscus”, yani Etrüsk mahallesi diye bir bölge mevcuttu.
Roma’ya gelip yerleşen ve ekserisi bekâr olan yeni vatandaşların aile kurabilmeleri için, Romulus kestirme bir çare düşünerek, en yakın komşu kavim olan Sabinler nezdinde toptan kız kaçırma olayı tertip eder. Bunun üzerine Sabin babalar ve ağabeyiler Romalılara savaş açarlar. Ancak, Romalı kocalarını beğenmiş olan Sabin kızların araya girmesi üzerine savaş durdurulur ve anlaşma yapılır ve hattâ bir nevi siyasî birleşme olur.
Roman’nın ilk kralı olan Romulus, genç yaşta, bir fırtına esnasında kaybolur. Efsaneye göre göğe yükselip ilâhlaşır. Fakat bir rivayete göre de, İhtiyarlar Meclisi (Senato) üyelerinden bir grup kendisini öldürüp, cesedini yok etmiştir. İnsanın ister istemez aklına gelen şudur ki, olay bir soy mücadelesi neticesidir ve muhtemelen Lâtinlerin intikamı eseridir.
Romalı tarihçilere göre, Romanın Romulus’den sonraki krallarından bazıları Etrüsk, bazıları Lâtin idi. Ancak bunlardan önemli işler başarmış ve Roma’nın hayatına yenilikler getirmiş olan Lâtin gösterilmesi bilhassa dikkati çekmektedir. Meselâ, Roma’da askerî ve idarî alanda büyük reformlar yapan ve bugün bile bir kısmı ortada duran meşhur Roma surlarını yaptıran Servius Tullius, Romalı tarihçilere dayanılarak, Sabin, yani Lâtin zannedilirdi. Zamanımızda bulunmuş vesikalar kendisinin Etrüsk olduğunu ispat etmiştir. Ayni şekilde, Roma’da Etrüsk dinini yerleştiren ve kökleştiren dindar kral Numa Pompilius’un Etrüsk olmaması düşünülemez. Halbuki o da, Romalı tarihçilerin iddiasına göre, bir Lâtin idi.
Bugün bir çok etrüskologlar Roma’nın kuruluşundan sonraki kralların hepsinin Etrüsk olmuş olduğunu düşünüyor ve Roma’nın krallık devrini Etrüsk devri diye niteliyorlar.
Roma’nın krallık devri M.Ö. 509 yılına kadar devam eder ve şöyle nihayet bulur.
İtalya yarımadasının güneyinde bulunan ve Etrüsklerin siyasî kudretini çekemeyen Yunan siteleri, Etrüsk devletini yıkmak için en iyi çarenin, en güçlü Etrüsk sitesi olan Roma’da karışıklık çıkarmak olacağını düşünürler. Etrüsk olmayan ahalinin gittikçe çoğaldığı bu siteye tüccar kılığında ajanlar göndererek, gerek halk, gerek asilzadeler arasında, Etrüsk kralı ve büyükleri aleyhinde propaganda yapmağa, halkı kışkırtmağa ve isyana teşvik etmeğe başlarlar. Kral ailesi hakkında çeşitli yalan ve iftiralar uydurarak, krala da “Mağrur Tarhan” adı takılarak, bu tabirin halk arasında yayılmasına dikkat ederler. Böylece zemin hazırlandıktan sonra, halkı ayaklandırabilecek vesileyi yaratmak için, kralın yetişkin oğullarından birini kullanmağı münasip görürler. Prense, genç ve güzel bir kadını önce yarı çıplak gösterdikten ve onunla yalnız kalmasını temin ettikten sonra, kadının namusuna tecavüz edildi diye sokak sokak bağırarak, halkı ayaklandırırılar.
Kral, hayatını kurtarmak için, ailesiyle birlikte Roma’yı terk eder ve idare Etrüsk olmayanların eline geçer.
Roma tarihçileri bu olayı demokrasi ruhunun istibdada karşı zaferi şeklinde göstermek istemişlerse de, aslında bunun Lâtinlerin Etrüsklere baş kaldırması, yani bir soy tepkisi niteliğinde olmuş olduğunda şüphe yoktur. Ayrıca, Romalı tarihiler komplo’nun sırf bir millî
tepki zannedilebilmesi için, işin içindeki Yunan parmağını daima gizlemişlerdir. Bu sebeple bugün bunu pek az tarihçi bilir ve zikreder.
KAYNAK: Adile Ayda. Etrüskler Türk'mü idi? Ankara 1974. s. 11-13
Bir müddet sonra, daha da önceki devire ait eşya meydana çıkınca bunların sahibi “Protovillanovien” oldu. Bu acayip adlı milletler hakkında pek çok yazılar yazıldı, eserler yayınlandı.
Bugün artık bilginlerin çoğu Villanovien’lerin de, Protovillanovien’lerin de, Etrüsklerden başkası olmadığı kanaatindedir. Böylece, İtalya’da, Etrüsklerin geçmişi M.Ö. Onuncu ve hattâ Onüçüncü yüzyıla kadar çıkmaktadır.
“Tez ve Deliller” kısmında da görüleceği üzere, Etrüsklerin menşei meselesi bilginler arasında tartışma konusudur8. Ancak hiç bir bilgin’in inkâr edemeyeceği tarihî bir gerçek varsa, o da M.Ö. 8 inci asrın başında İtalya’da güçlü bir Etrüsk devletinin mevcut olduğudur.
Meşhur Romalı tarihçi Titus Livius Etrüsklerin siyasî kudreti hakkında şöyle der: “Etrüsk devletinin kuvveti o kadar büyüktü ki, şan ve şöhreti Alp dağlarından Messina boğazına kadar, kara ve denizleri sarmıştı”.
Ünlü Romalı hatip Caton ise: “Bütün İtalya Etrüsklerin egemenliği altında idi” der.
Tabiîdir ki, her iki yazar bu sözleri Etrüsk hâkimiyetinin zirvesinde bulunduğu devir için söylemişlerdir. Bu devirde, yani M.Ö. sekizinci ve yedinci yüzyıllarda9, Arno ile Tiber nehirleri arasında bulunan Merkezî Etruria’dan başka, Etrüskler İtalya yarımadasının kuzeyindeki Po nehri vadisini de ele geçirmişler, güneyde ise, Yunan kolonilerine komşu olan toprakların çoğunu fethederek, Kapua şehrine kadar uzanmışlardı. Gerçekte Kapua’yı bir serhad şehri, yani Etruria’nın güneydeki kapusu olmak üzere, kendileri kurmuşlardı.
Milâddan önceki yedinci ve altıncı yüzyıllar Etrüsklerin deniz gücü bakımından da, en kuvvetli oldukları devirdir. Bu devirde Etrüskler Akdeniz’in Batı kısmına tamamen hâkimdir. Ancak müttefikleri Kartacalılara Sardenya’nın bazı sahillerini işgal etmeğe müsaade etmektedirler. Korsika adası Etrüsk egemenliği altındadır. Etrüsk resmî donanması kadar, Etrüsk korsanları da, Yunanlı denizcileri dehşet içinde yaşatmaktadır. Bu duruma tepki gösteren Yunanlılar (Foçalılar) Etrüskler tarafından M.Ö. 535 de, Aleria’da ağır bir yenilgiye uğratılıyor.
Etrüsklerin siyasetçe kudretli oldukları devirde, Kuzey, Orta ve Güney Etruria’yı teşkil eden bölgelerin esaslı bir merkezî sisteme bağlı oldukları anlaşılıyor. Başlangıçta, her birinin birer kabilenin yaşama alanı olduğu tahmin olunan bu bölgeler, zamanla, Yunanistan’da
olduğu gibi, birer site-devlet halini almış ve bunun neticesinde Cerveteri, Vulci, Volsinii gibi gelişmiş şehirler meydana gelmiştir.
“TEZ VE DELİLLER” kısmında görüleceği gibi, bazı etrüskologlara göre10 bu devirde Roma da, Etrüskler tarafından kurulmuş bir Etrüsk şehri idi.
Efsane der ki, Romulus M.Ö. 743 de Roma’yı kurduktan sonra, şehri iskân etmek için ırk ve sınıf ayırımı yapmadan şehre vatandaş kabul edeceği ilân etmiş, fakat Roma vatandaşlığına talip olanları da önce “asylum” (asul) adını verdiği bir sahada karantinaya tabi tutulmuştur. Böylece şehre Etrüsk olmayan bir çok unsurlar dolmuştur. Fakat anlaşıldığına göre Etrüskler, kendilerini kurucu ve soylu sayarak ayrı mahallede oturmuşlardır. Çünkü imparatorluk devrinde bile, Roma’nın göbeğinde Vicus Tuscus”, yani Etrüsk mahallesi diye bir bölge mevcuttu.
Roma’ya gelip yerleşen ve ekserisi bekâr olan yeni vatandaşların aile kurabilmeleri için, Romulus kestirme bir çare düşünerek, en yakın komşu kavim olan Sabinler nezdinde toptan kız kaçırma olayı tertip eder. Bunun üzerine Sabin babalar ve ağabeyiler Romalılara savaş açarlar. Ancak, Romalı kocalarını beğenmiş olan Sabin kızların araya girmesi üzerine savaş durdurulur ve anlaşma yapılır ve hattâ bir nevi siyasî birleşme olur.
Roman’nın ilk kralı olan Romulus, genç yaşta, bir fırtına esnasında kaybolur. Efsaneye göre göğe yükselip ilâhlaşır. Fakat bir rivayete göre de, İhtiyarlar Meclisi (Senato) üyelerinden bir grup kendisini öldürüp, cesedini yok etmiştir. İnsanın ister istemez aklına gelen şudur ki, olay bir soy mücadelesi neticesidir ve muhtemelen Lâtinlerin intikamı eseridir.
Romalı tarihçilere göre, Romanın Romulus’den sonraki krallarından bazıları Etrüsk, bazıları Lâtin idi. Ancak bunlardan önemli işler başarmış ve Roma’nın hayatına yenilikler getirmiş olan Lâtin gösterilmesi bilhassa dikkati çekmektedir. Meselâ, Roma’da askerî ve idarî alanda büyük reformlar yapan ve bugün bile bir kısmı ortada duran meşhur Roma surlarını yaptıran Servius Tullius, Romalı tarihçilere dayanılarak, Sabin, yani Lâtin zannedilirdi. Zamanımızda bulunmuş vesikalar kendisinin Etrüsk olduğunu ispat etmiştir. Ayni şekilde, Roma’da Etrüsk dinini yerleştiren ve kökleştiren dindar kral Numa Pompilius’un Etrüsk olmaması düşünülemez. Halbuki o da, Romalı tarihçilerin iddiasına göre, bir Lâtin idi.
Bugün bir çok etrüskologlar Roma’nın kuruluşundan sonraki kralların hepsinin Etrüsk olmuş olduğunu düşünüyor ve Roma’nın krallık devrini Etrüsk devri diye niteliyorlar.
Roma’nın krallık devri M.Ö. 509 yılına kadar devam eder ve şöyle nihayet bulur.
İtalya yarımadasının güneyinde bulunan ve Etrüsklerin siyasî kudretini çekemeyen Yunan siteleri, Etrüsk devletini yıkmak için en iyi çarenin, en güçlü Etrüsk sitesi olan Roma’da karışıklık çıkarmak olacağını düşünürler. Etrüsk olmayan ahalinin gittikçe çoğaldığı bu siteye tüccar kılığında ajanlar göndererek, gerek halk, gerek asilzadeler arasında, Etrüsk kralı ve büyükleri aleyhinde propaganda yapmağa, halkı kışkırtmağa ve isyana teşvik etmeğe başlarlar. Kral ailesi hakkında çeşitli yalan ve iftiralar uydurarak, krala da “Mağrur Tarhan” adı takılarak, bu tabirin halk arasında yayılmasına dikkat ederler. Böylece zemin hazırlandıktan sonra, halkı ayaklandırabilecek vesileyi yaratmak için, kralın yetişkin oğullarından birini kullanmağı münasip görürler. Prense, genç ve güzel bir kadını önce yarı çıplak gösterdikten ve onunla yalnız kalmasını temin ettikten sonra, kadının namusuna tecavüz edildi diye sokak sokak bağırarak, halkı ayaklandırırılar.
Kral, hayatını kurtarmak için, ailesiyle birlikte Roma’yı terk eder ve idare Etrüsk olmayanların eline geçer.
Roma tarihçileri bu olayı demokrasi ruhunun istibdada karşı zaferi şeklinde göstermek istemişlerse de, aslında bunun Lâtinlerin Etrüsklere baş kaldırması, yani bir soy tepkisi niteliğinde olmuş olduğunda şüphe yoktur. Ayrıca, Romalı tarihiler komplo’nun sırf bir millî
tepki zannedilebilmesi için, işin içindeki Yunan parmağını daima gizlemişlerdir. Bu sebeple bugün bunu pek az tarihçi bilir ve zikreder.
KAYNAK: Adile Ayda. Etrüskler Türk'mü idi? Ankara 1974. s. 11-13
Etrüsk!lerin Tarihteki yeri
Etrüsklerin menşei, asıl adı ve dili hakkında Etrüskoloji bilginleri arasında fikir ayrılıları olduğu halde, bir noktada hepsi söz birliği halindirler. O da, Etrüsklerin medeniyet tarihinde çok önemli bir mevkii olduğudur. Gerçekten, bugün İtalyan müzelerini, Louvre Müzesini, British Museum’u dolduran Etrüsk sanat eserleri, yüksek bir medeniyet seviyesini gösteren, inceliği, mükemmelliği ile göz kamaştıran eserlerdir.
Bilindiği gibi, Batı medeniyetinin temeli Yunan ve Roma medeniyetleridir. Roma medeniyeti ise, bugünkü tarihî ve arkeolojik incelemelerin kesin olarak ispat ettiğine göre pek çok unsurunu Etrüsklere borçludur. Misâl olarak bazı alanlardaki Etrüsk tesirine işaret edelim:
1 - Devlet Teşkilatı ve Hukuk:
Romalılar siyasî ve idarî kuruluş şekillerinin çoğunu Etrüsklerden almışlardır. Meselâ, önce bir Danışma müessesesi olup, daha sonra yasama yetkileri kazanmış olan Yaşlılar Meclisi (Senato) Romalılara Etrüsklerden geçmiştir. Roma Hukukundaki meşhur “İmperium” mefhumunu bile, Etrsükoloji bilginlerine bakılırsa, Romalılar Etrüsklerden almışlardır. Eski Türklerdeki “Kut” mefhumuna tekabül eden ve Devlet otoritesi, Yönetme yeteneği veya İcra Kuvveti diye izah ve tarif edebileceğimiz bu mefhum, bilindiği gibi bugün her Anayasanın temelidir. Romalılar sadece Devlet otoritesi fikrini değil, Devlet otoritesinin sembol ve amblemlerini de Etrüsklerden almışlardır. Bu arada diğer Lâtin dillerine de geçmiş, “taht” anlamındaki “trona” kelimesi bile etrüskçedir
2 - Ordu Teşkilatı:
Romalılar askerî müesseseleri de Etrüsklerden almışlardır. Esasen, Roma Ordusunun kurulması ve düzenlenmesi Etrüsk Kralları devrinde olmuştur. Onbaşılık, Yüzbaşılık, Binbaşılık müesseseleri Etrüsklerden Romalılara, Romalılardan da diğer Batı milletlerine geçmiştir
3 - İnşaat ve Mimarlık:
Romalılar sur, kale, mabet, köprü inşa etmeği Etrüsklerden öğrenmişlerdir. Etrüsklerin dini, dünya işlerine ait bilgileri de içine alıyordu. Meselâ, bir köprü inşasına ait sanat, usul ve teknik ancak rahiplerin bildiği birer sırdı. Onun için rahiplerin bir ismi de Köprü-yapan idi. Romalılar bunu tercüme ederek, “Pontifex” şeklinde kendi rahiplerine de unvan yapmışlar ve kelime Romalılardan Hıristiyan Kilisesine geçmiştir. Bugün Papanın taşıdığı başlıca unvan Lâtince olarak “Pontifex Maximus”, fransızca olarak “Pontife Supreme” dir. Manası da “Büyük Köprü Mimarı” dır
4 - Yol İnşaatı:
Romalılardan evvel Etrüsklerin İtalya yarımadasını yollara kavuşturduğu bugün isbat edilmiştir. Bugün Roma çevresindeki meşhur yollardan biri olan Via Clodia Etrüskler tarafından yapılmıştır
5 - Bataklıkları kurutma ve toprağı sulama tekniği:
Romalıların bunları Etrüsklerden öğrendiklerini gösteren hikâye ve efsaneler mevcuttur
6 - Plâstik Sanatlar:
Bugün Etrüskler bilhassa resim ve heykelcilik alanında meydana getirdikleri sanat hazineleri ile tanınmaktadır. Roma kurulduktan sonraki ilk yıllarda Roma’yı, Roma’nın meydanlarını, binalarını, mabetlerini hep Etrüsk sanatçıları süslemişlerdir6.
7 - Kuyumculuk:
Romalılar kuyumculuğa da Etrüsklerden öğrenmiş ve daha sonra diğer Batı milletlerine öğretmişlerdir. Avrupa’nın çeşitli müzelerinde bugün seyredilebilen Etrüsk mücevherlerinin güzelliği ve inceliği insanı hayran ve şaşkın bırakmaktadır. Meşhur Fransız etrüskologlarından Raymond Bloch diyor ki: “Bunların eşi bugün yapılamamaktadır. Bugünkü kuyumcular Etrüsklerin bu inceliği elde etmeği nasıl başarabildiklerine akıl erdirememektedir.
KAYNAK: Adile Ayda. Etrüskler Türk'mü idi? Ankara 1974. s. 9-10
Bilindiği gibi, Batı medeniyetinin temeli Yunan ve Roma medeniyetleridir. Roma medeniyeti ise, bugünkü tarihî ve arkeolojik incelemelerin kesin olarak ispat ettiğine göre pek çok unsurunu Etrüsklere borçludur. Misâl olarak bazı alanlardaki Etrüsk tesirine işaret edelim:
1 - Devlet Teşkilatı ve Hukuk:
Romalılar siyasî ve idarî kuruluş şekillerinin çoğunu Etrüsklerden almışlardır. Meselâ, önce bir Danışma müessesesi olup, daha sonra yasama yetkileri kazanmış olan Yaşlılar Meclisi (Senato) Romalılara Etrüsklerden geçmiştir. Roma Hukukundaki meşhur “İmperium” mefhumunu bile, Etrsükoloji bilginlerine bakılırsa, Romalılar Etrüsklerden almışlardır. Eski Türklerdeki “Kut” mefhumuna tekabül eden ve Devlet otoritesi, Yönetme yeteneği veya İcra Kuvveti diye izah ve tarif edebileceğimiz bu mefhum, bilindiği gibi bugün her Anayasanın temelidir. Romalılar sadece Devlet otoritesi fikrini değil, Devlet otoritesinin sembol ve amblemlerini de Etrüsklerden almışlardır. Bu arada diğer Lâtin dillerine de geçmiş, “taht” anlamındaki “trona” kelimesi bile etrüskçedir
2 - Ordu Teşkilatı:
Romalılar askerî müesseseleri de Etrüsklerden almışlardır. Esasen, Roma Ordusunun kurulması ve düzenlenmesi Etrüsk Kralları devrinde olmuştur. Onbaşılık, Yüzbaşılık, Binbaşılık müesseseleri Etrüsklerden Romalılara, Romalılardan da diğer Batı milletlerine geçmiştir
3 - İnşaat ve Mimarlık:
Romalılar sur, kale, mabet, köprü inşa etmeği Etrüsklerden öğrenmişlerdir. Etrüsklerin dini, dünya işlerine ait bilgileri de içine alıyordu. Meselâ, bir köprü inşasına ait sanat, usul ve teknik ancak rahiplerin bildiği birer sırdı. Onun için rahiplerin bir ismi de Köprü-yapan idi. Romalılar bunu tercüme ederek, “Pontifex” şeklinde kendi rahiplerine de unvan yapmışlar ve kelime Romalılardan Hıristiyan Kilisesine geçmiştir. Bugün Papanın taşıdığı başlıca unvan Lâtince olarak “Pontifex Maximus”, fransızca olarak “Pontife Supreme” dir. Manası da “Büyük Köprü Mimarı” dır
4 - Yol İnşaatı:
Romalılardan evvel Etrüsklerin İtalya yarımadasını yollara kavuşturduğu bugün isbat edilmiştir. Bugün Roma çevresindeki meşhur yollardan biri olan Via Clodia Etrüskler tarafından yapılmıştır
5 - Bataklıkları kurutma ve toprağı sulama tekniği:
Romalıların bunları Etrüsklerden öğrendiklerini gösteren hikâye ve efsaneler mevcuttur
6 - Plâstik Sanatlar:
Bugün Etrüskler bilhassa resim ve heykelcilik alanında meydana getirdikleri sanat hazineleri ile tanınmaktadır. Roma kurulduktan sonraki ilk yıllarda Roma’yı, Roma’nın meydanlarını, binalarını, mabetlerini hep Etrüsk sanatçıları süslemişlerdir6.
7 - Kuyumculuk:
Romalılar kuyumculuğa da Etrüsklerden öğrenmiş ve daha sonra diğer Batı milletlerine öğretmişlerdir. Avrupa’nın çeşitli müzelerinde bugün seyredilebilen Etrüsk mücevherlerinin güzelliği ve inceliği insanı hayran ve şaşkın bırakmaktadır. Meşhur Fransız etrüskologlarından Raymond Bloch diyor ki: “Bunların eşi bugün yapılamamaktadır. Bugünkü kuyumcular Etrüsklerin bu inceliği elde etmeği nasıl başarabildiklerine akıl erdirememektedir.
KAYNAK: Adile Ayda. Etrüskler Türk'mü idi? Ankara 1974. s. 9-10
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)