12 Nisan 2016 Salı

Türk Kültüründe Renkler ve Yönler

Mete Han’ın Çin ordusunu kuşatması münasebetiyle Çin kaynaklarından naklen şu bilgiyi vermektedir: “ Hun atlı birlikleri (Çin ordusunun çevresinde, şöyle düzenlenerek yer) almışlardı: Beyaz atların hepsi batı yönünde yer almışlardı. Mavi (yani kır) atlar ise doğuda sıralanmışlardı. Bütün siyah atlar kuzeyde; kırmızı (yani doru veya al) atlar ise güneyde yer almışlardı”.

Bu bilgilerden açıkça anlaşıldığına göre, Türkler tarihlerinin en eski zamanlarından başlayarak, uzun zaman beş ana renk olarak kara, ak, kızıl, yeşil ve sarı renkleri esas görmüş ve bu renklerden her birini dünyanın dört yönü ile merkezini ifade etmekte kullanmışlardır. Buna göre, tekrar hatırlatmak gerekirse merkez=sarı, doğu=yeşil (veya gök; gök renk günümüz Türkiye Türkçesinde de olduğu gibi bazen yeşil, bazen de mavi anlamını ifade eder şekilde kullanılmaktadır); batı=ak, güney=kızıl (kırmızı, al) ve kuzey=kara renklerle ifade edilmiştir.

Türklerden, renklerin yön belirten sembolik anlamları konusuna ilk defa dikkatimizi çeken Ziya Gökalp, Türkiye Türklerinin Ak Deniz (batıdaki deniz) ve Kara Deniz (kuzeydeki deniz) adlandırmalarının tesadüfî olmadığına, bunun, yukarıda kaydedilen eski geleneğin bir uzantısı olarak ortaya çıktığına işaret etmiştir

Eski Türklerde Töre ve Meclis

Türklerde yeni bir devlet kurulunca, töreyi tespit edip kurmak için de, büyük bir kurultay yapıldığını görüyoruz. Aslında o devletin töresi, devletin kurucusunun adını taşırdı: Oğuz Han töresi veya orun ile ülüşü, Bumin Kagan, İstemi Kagan törüsü, Cingiz Han yasası, hatta Fatih’in Kanun-u Osmanî’si gibi... Oğuz destanı içinde, Oğuz han savaştan döndükten sonra, büyük zafer toyu yapar. Bundan sonra da ikinci bir Töre toyu yapar.

Türk devletlerinde halkın bu talepleri, amme(kamu) hukukunu, hükümdarın vazifelerini belirleyen ve cezai hükümleri dikkati çeken törenin tatbiki ile yerine getiriliyordu. Aslında bozkırlarda fiilen yaşanan hayatın zamanla hukuki-sosyal değer kazanmış davranışlarını ihtiva eden ve umumiyetle “kanun” manasına alınan töre (aslı törü) eski Türk sosyal hayatını düzenleyen “mecburi” kaideler (normlar) bütünüydü.

Dünya medeniyetlerinin doğuşunda oynadığı büyük rolü belirttiğimiz eski bozkırl Türk kitlelerinin de bir takım içtimai prensipleri olduğu ve yeryüzünde cemiyet hayatının ilk örneğini veren bir medeniyet tipi olarak eski Türk medeniyetinin, örf ve gelenekler halinde, belli bir hukuk sistemine sahip bulunduğu şüphe göstermez.

Türk töresinin kuruluşu çok eskilere dayandığı tahmin edilmektedir. Ancak Reşideddin ile Türkmenler’in Şeceresi gibi Oğuz Destanı ile ilgili kaynaklar Türk töresinin koyan kişinin Oğuz Han’ın Büyük oğlu Gün Han’ın veziri, Irkıl Ata veya Bilge Irkıl Hoca olduğunu yazıyorlardı. Önemli nokta burada Türk töresinin bilgeler tarafından kurulmuş olması ve Türk kavimlerinin de buna inanmış olmalarıdır. Yoksa Irkıl Ata diye bir vezirin veya bilgenin yaşamış olduğu çok şüphelidir.

T ürk Kağan ve sultanlarının, yabgu ve meliklerinin, Oğuz töresine ve onun tayin ettiği hukuki kaidelere göre beylere ve devlet adamlarına, halka umumi ziyafet(toy, şölen) vermeleri ve bu esnada sofra ve saray eşyasını yağma ettirmeleri babalık sıfat ve vazifesinin icabı hukuki bir an’ane(töre) idi. Bu sebepledir ki İran’lılar han ve sultanlarının bu ziyafet veya toylarına “Han-ı yağma” (Yağma sofrası) adını veriyorlardı.Bütün milli türe ve an’aneler gibi bunun da menşei Oğuz Han  ile  veziri(şamanı)  Irkıl  Hocaya  atfolunmuş  hukuki  bir  müessese  olduğu söylenmektedir.

Ziya Gökalp bu konudan şöyle bahsetmektedir:”Her ne kadar kulaklarımız “töre” kelimesini, “Oğuz” ismi ile beraber işitmeye alışılmışsa da, töre yalnız Oğuzların teamüllerinden ibaret değildir. Orhun kitabesinde de bu kelimeyi görüyoruz. “İkin ara idi oksız Köktürk ança olurur ermiş. Bilge Kağan ermiş, alıp kağan ermiş.Buyruğu yime bilgi ermiş erinç, alp ermiş erinç.Beğleri yime budunı yime tüz ermiş.Anı üçün ilig tutmış erinç.İlig tutup törüg itmiş.”Şu ibareyi Türkçe’ye çevirirsek şu şekil almaktadır: “İkisi arasında Göktürkler efendisiz (yani hür ve müstakil) oturuyordu.Bilici hakan idiler. Kahraman hakan idiler.Bütün buyrukları bilici idiler. Alp idiler. Bütün beğleri bütün halkları doğru idiler. Bunun içindir ki bu kadar büyük bir devleti idare ederken kanunlar yapıyorlardı.” Thomsen buradaki “Törüg” kelimesini “Kanun” diye tercüme etmiş. Halbuki başka bir yerde Müesseseler  manasını almıştır.

Bütün Türk lehçelerinde Türk lehçelerinde ortak olan ve sonra Moğolca’ya ve Macarca’ya da geçen “töre” tabiri şimdiki bilgilerimize göre Tabgaçlardan beri mevcuttur.

Türklerde hükümdar kuta sahip olmasına rağmen bir peygamber gibi görülmemektedir.Türkler de sosyal düzen dini değil, siyasidir. Peygamber ve veliler tarafından idare edilen bir Türk topluluğu görülmemektedir. Bu durum eski Türk topluluğunda iktidarın tam karizmatik olduğundan şüphe uyandırmaktadır. Buna bakarak Türklerde bir hükümdarın kut sahibi olması her şey demek değildir. Çünkü Türklerde “törenin” koyduğu sınırlandırmalarla hükümdarın tek başına hakimiyeti olduğu söylenemez. Zaten kurultay ve toylarda alınan kararlarla yönetimde etkili olması bunu ispatlar niteliktedir.

Töredeki hükümler değişmez kalıplar değildi. Bir sosyal-hukuki normlar toplamı olarak çevre ve mekanlara göre en uygun yaşayabilmek için gereken şartlara göre yeniliklere açıktı. Daha o dönemler de devletlerin teorilerle değil fakat sosyal gerçeklere uygun şekilde idare edilebileceğini çoktan anlamış olan Türk hükümdarları, yerine ve zamanın icabına göre meclislerin tasvibi alınmak üzere, töreye yeni hükümler getirebiliyordu. Mesela Asya Hunlarında Mo-tun,Gök-Türklerde Bumın ve Üteriş, Tuna Bulgar devletinde Kurum böyle yapmışlardı. Burada Türklerde meclis kavramının ne kadar önemli olduğu bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Bununla beraber adalet,iyilik, eşitlik ve insanlık prensipleri anayasa niteliğinde değişmeyen maddelerdir.

KAYNAK:  Büyük Hun Devletinden Osmanlı Devletine Kadar Türk Devletlerinde Meclis. Nermin AKPINAR  (Yüksek Lisans Tezi).  Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana bilim Dalı. İstanbul 2009. s. 12-14

Eski Türklerde Hükümdar ve Meclis

Eski Türk anlayışına göre ilin varlığı hakimiyete bağlıydı. Hakimiyet yoksa halkın ve kara parçasının bir anlamı yoktu. Türklerin her gittikleri yerde küçüklü büyüklü devlet kurmuş olmaları onların bağımsızlığa ve hakimiyete düşkün olduklarını göstermektedir. Hakimiyet halkı temsil eden bir zümreye aitti. Bu elit zümre Han, Kagan, Hakan, Yabgu gibi unvanlarla kendisine hitap edilen devlet başkanını seçiyordu.

Türk düşüncesinde Kağanlar Gök’ün yerde kendi adına tayin ettiği bir temsilciydi. Fakat şu da unutulmamalıdır ki “Tük Kağanı bir Tanrı değildi.” Bir Türk’ün başarılı bir kağan olabilmesi için, Tanrı tarafından verilmiş başlıca üç özelliği kendinde toplaması gerekiyordu. Bunlar “varlık”, “talih” ve “kısmet” idi. Tanrı tarafından kendisine verilen Kağanlık ve başarı için “Yarlık” verilmeliydi. Tanrı, diğer insanlardan ayrı olarak onu, iyi talih “kut” ile donatmalıdır. Ayrıca bu iki sıfatın dışında insanların bir kısmet payı ve Tanrı nın bize verdiği “ülüg  vardır.

Bu bağlamda, Türklerde kağanın kutsal olduğu ama insan üstü bir varlık olarak asla görülmediği belirtilmelidir. Söz gelimi, Çin’ de görüldüğü gibi hükümdar Tanrının oğlu olarak kutsallaştırılmamıştır. O bir insandır ve sadece “kutlu” olduğu için  kutsal   kabul   edilir.   Kendisi  ve  halk  onun  normal  bir  insan   olduğunun  farkındadır.    Nitekim Türk inanışına göre   kut u veren Tanrı geri alabilir. Kutunu yitirdiği için görevden alınan hatta öldürülen kağanlar vardır.

Hakan Kut’u Gök Tanrı’dan almaktaydı.Fakat kut verilme takdir manasındaydı.O devirde seçim tamamen o devirde olabilecek demokratik usullerle yapılıyordu. Hakan seçmek için kurultay toplanıyordu. Kurultaya Beyler ve ileri gelen kişilerden başka halk da katılabiliyordu.

Kurultayda Hakan seçilen kişi, artık ülkenin meşru Hakan’ı oluyordu. Tanrı Kut’u ona nasip etmişti. Hakan seçildikten sonra cülus merasimi düzenliyordu. Göğe çıkar gibi tahta çıkma töreni denilen bu tören şu şekilde cereyan ediyordu: Hakan keçe üzerine oturtuluyor ve dokuz defa döndürülüyor, her dönüşte halkı selamlıyor, sonuçta dokuzuncu semadaki Tanrı’nın yanına ulaştığına inanılıyordu. Muhtemelen bu törenin devamı olarak beyler, vezirlerle bir araya gelip saray ortasına bir siyah keçe döşeyip Hakan’ı getirip keçenin üzerine oturtuluyordu. Beyaz elbise içindeki beyler, yeni Hakan’a bağlılıklarını “Yukarıda güneşe bak, baki olan tanrıyı itiraf eyle. Sen onun gölgesisin. Kendi tedbirini onun muradına uydur. Aksi halde sana sadece bu siyah keçe kalır.” şeklinde bildiriliyordu.  Sonra kırmızı elbise giyip başlarına birer sorguç(kotuz) takıyor ve Hakan a taç giydiriyorlardı.

Buna bakarak hükümdarların tahta çıkışında da töre hükümleri geçerliydi. Siyasi iktidarın kaynağını Tanrı’ya bağlamak, hakanı Tanrı huzurunda sorumlu tutmakta, bu düşünce tarzı icraatın millet tarafından kontrolüne imkan sağlıyordu. İşte bu kontrol meclisler tarafından yapılıyordu.

Türk dilinin en eski ve en yaygın kelimelerinden biri olan kutun nazari cephesi ise Kutadgu Bilig’de şöyle açıklanmaktadır:” Kut’un tabiatı hizmet, şiarı adalettir.. Fazilet ve Kısmet Kut’tan doğar…Ey hükümdar sana Tanrı kut verdi…Beyliğe(hükümdarlığa) yol ondan geçer…Her şey Kut’un elinin altındadır, bütün istekler onun vasıtasıyla gerçekleşir…Tanrı kimi iktidar sahibi yaparsa o her iki dünyada mesut olur… Bey (hükümdar), bu makama sen kendi gücün ile gelmedin, onu sana Tanrı verdi.Hükümdarlar iktidarı Tanrı dan alırlar….

Orhun Kitabeleri,Dede Korkut ve Kutadgu Bilig’de bir hükümdarın nasıl olması gerektiği sorusuna yanıt olabilecek beyitler karşımıza çıkmaktadır. Orhun Kitabelerinde “Aç fakir milleti hep toplattım, Fakir milleti zengin kıldım.Az milleti çok kıldım” beyitleri bir hükümdarın görevleri hakkında bizi aydınlatmaktadır. Kutadgu Bilig’de ise bu konu hakkında şu cümleler çekmektedir:” Halka aç mısın? Tok musun?diye sor..Elini açık tut…Bir hükümdar kuldan fakir adını kaldırmazsa nasıl hükümdar olur?”.Bir başka beyitte ise “Hizmet etmekle kul,Bey olur.” Halkın isteklerinde şu şekilde bahseder:a-iktisadi istikrar,b-adil kanun, c-asayiş olarak sıralar ve Ey hükümdar sen önce bunları yerine getir, sonra kendi hakkını isteyebilirsin” der. Dede Korkut’ta destanında Dirse Han’ın sözleri aynı telakkiyi ortaya koyar: “Attan aygır, deveden buğra koyundan koç kırdırdı, aç görse doyurdu, yalın görse donattı, borçluyu borcundan kurtardı, tepe gibi et yığdırdı,göz gibi kımız sağdırdı… .

Eski Türklerde belli bir kahraman tipi vardı.Onun en başta gelen özelliği cesur ve atak olmasıydı.Düşmana üstün gelmek ve hakim olmak kahramanın en büyük ihtirasıydı. O, cesur ve kuvvetiyle ya “düşmanız düşmanı geri döndürür, ya da ona boyun eğdirirdi. Kahramanın kendi hayatlarının fazla bir değeri yoktu. Toplumun yararına hayatlarına feda etmek onlar için en büyük erdemdi.

Bu örneklere bakarak hükümdarın mutlak hakim olmasından ziyade halkına olan vazifelerini yapması daha önemliydi. Eğer bu kişi bu vazifelerini yerine getiremiyorsa hükümdarlıktan men edilirdi. Özellikle töre hükümdarın vazifeleri belirler,denetler ve gerektiği zaman cezai hükümler uygulardı.

Halkın hayrı için, kağanın kahramancasına harekete mecburdur. Kağanların dünyevi görevleri çok önemlidir.Orhun yazıtlarında da bahsedilen İstemi ve Bumin’e verilen kağanlık mevkii Türklerin yönetiminden sorumlu olmak ve onları yasaları sağlamaktı.Kağan ülkeyi hem yönetip bütünlüğünü sağlarken aynı zamanda diğer düşmanlarında para ödemelerini sağlıyordu.Bundan dolayı halk içinde han,müstesna bir şahsiyet olmalıdır. Çünkü her şey üzerinde onun emri hakimdi. Han hata işlerse, bundan bütün devlet hasta olur. Devlet hastalığına yegane ilaç akıl ve ilimdir. Hakana iki şey lazımdır. Biri yedek, diğeri devletin esası olan kanun. Bey adalete uygun kanun koyarsa devleti ilerletir. Halkın hayatını aydınlatır. İki şeyle devlet reisi, hakimiyet mahvedilir: Bunlardan birincisi zulüm, doğru yoldan sapmak, ikincisi ise vazifelerini ihmaldir. Devlet ancak adaletle gelişir.Halk ve devlet zulümle bozulur.

Kagan, Gök Tengri’den aldığı kutla    ülkeden ve halktan birinci derecede sorumlu olan kişidir.Kagan’ın başlıca vazifesi milletine bakmak,gözetmek,doyurmak,boyları bir arada tutmak ve düşmanlara karşı korumaktır. Tam otoriteye sahip olan Türk kağanlarının, bu noktada, devletteki idari mekanizmanın da askeri bir karakter taşımasından faydalandıkları söylenebilir. Ancak, hemen belirtilmelidir ki bu husus, büyük önem verilen “Töre”nin kesin hükümleri ve kağanların icraatlarını kontrol eden “Toy” müessesesinin varlığı ile hiçbir yerde monarklığa, yerli ve yabancı tebaayı tedirgin edici bir askeri diktatörlüğe dönüşmemiştir.

Türk kağanın hükümdarlık belgeleri; Otağ (hakimiyet altına alınan bölgelere kurulan hakan çadırı), Örgün (altın taht), tuğ ( kurt başlı sancak), davul, kotuz ( börke takılan hükümdarlık sembolü) ve yay dır. Kağanların Çin kaynaklarında “ Börü ” (kurt) olarak ifade edilen özel muhafız birliği ile “atasagun” (hekim) ve “kam ” lardan müteşekkil bir nevi saray teşkilatı vardır. Bir çok seyyah, bu muhafız birlikleri ve karargahların görkemini kaydederken hayranlıklarını gizlememişlerdir.

KAYNAK:  Büyük Hun Devletinden Osmanlı Devletine Kadar Türk Devletlerinde Meclis. Nermin AKPINAR  (Yüksek Lisans Tezi).  Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana bilim Dalı. İstanbul 2009. s. 15-19

Eski Türklerde Savaş ve Meclis

Şüphesiz ki, Eski Türkler açısından askeri güç büyük önem taşımaktaydı. Esasen, dünyaya hakim olup düzen sağlamakla Tanrıya karşı sorumlu olduğuna inanan fetihçi bir toplumda, harp sanatının gelişmesi pek de şaşırtıcı değildir. Ayrıca, Çin ve İran gibi güçlü devletlerle, Orta Asya vahaları, ticaret için önem taşıyan kültür ve tarım merkezleri için devamlı bir hakimiyet mücadelesinin sürdürülmesi de, Eski Türklerin savaşçı bir karakter kazanmasında etkili bir faktördür.

Bozkır Türk devletinde hemen her Türk savaşa hazır durumda olduğundan ve askerliğe hususi meslek gözüyle bakılmadığından, Türk ordusu ile diğer bütün yerleşik ve orman kavimlerinin arasında şu üç büyük fark dikkat çeker:1.Türk ordusu “ücretli” değildi. Yani herkes gönüllü askerdi.2.Türk ordusu daimi idi. Kadın-çocuk demeden herkes her an savaşabilecek durumdaydı. Zaten bozkır hayatının gereği olarak avcılık, spor ve eğlenceli bir nevi antrenman niteliğindeydi.3. Türk askerleri temelde süvarilerden kuruluydu.Atlı kuvvetlerin yanı sıra yayalar sayıca azdı.İdarecilerin hepsi aynı zamanda kumandandı.

Tümen diye anılan en büyük birlik, on bin kişilikti. Tümenler binlere, yüzlere, onlara ayrılmış başlarına ayrı ayrı kumandanlar tayin edilmişti. Bu onlu teşkilatlanma günümüze kadar gelmiştir. Onbaşısından en üst seviyedeki subayına kadar orduyu belli bir kumanda zincirine bağlamak ülkeyi milli birlik havasına sokuyordu. Türk tarihinde bilinen  bu 10’lu teşkilatlanma ilk olarak M.Ö. Asya Hun İmparatoru Mo tun devrinde tespit edilmektedir.(M.Ö. 209-174)

Gerçekten de, güçlü bir ordu olmadan düşmanı tabii kılmak, Bilge Kağan’ın ifadesiyle dizliye diz çöktürüp başlıya baş eğdirmek ” mümkün değildir. şu bir gerçektir ki, Türkler askeri bilgi, muharebe usulleri ve disiplinleri sayesinde Eski ve Orta Çağ ile Yeni Çağın başlarında gücü daima ellerinde tutmuşlardır. Bu arada asıl önemli olan ise Eski Türklerde devlet yapılanmasının orduda hakim olan ilkelerle şekillenmesidir. Bu günkü manada sivil görevlerde çalışanlar aynı zamanda belirli miktarda askere de kumanda eden kişilerdir ve ordudaki “onlu sistem” bu alanda da uygulanmaktadır.     Dolayısıyla  merkezdeki   en  önemli   kurum  olan  ordu,   idari yönetimde de ağırlığını hissettirmekte ve bunun tabii bir sonucu olarak, geleneksel askeri disiplin merkezi teşkilatta da görülmektedir.

Türklerin savaşlardaki başarıları; insan unsurunun yanı sıra stratejideki kabiliyetlerine, disiplinlerine, silahlarının üstünlüğüne, geri hizmetlerindeki mükemmelliğe ve en önemlisi de atın ustaca kullanılarak, değerlendirilmesine bağlanabilir. Bu günkü bilgilere göre; sanayi devrimine kadar, askeri gücün asıl kaynağı olan bu hayvanı ilk defa savaş aracı olarak kullanan ve bu sayede okçu süvari ordularını teşkil eden Türklerdir. Yine süvarilik için gerekli olan dar pantolon, deri kuşak ve potin de Türkler tarafından icat edilmiş, uzun kılıçta süvariliğin icabı olarak ilk defa Türkler tarafından kullanılmıştır. Çinliler ve Avrupalılar atı bir savaş aracı olarak kullanmayı Türklerden öğrenmişlerdir.

Türk orduları taarruz esasına göre düzenlenmekte ve eğitilmekteydi. Türklerin savaşında, düşman cephesinde şaşkınlık yaratan baskın esastı. Türk savaş usulünün iki önemli özelliği vardı. Sahte ricat ve pusu. Süvari birlikleri kaçıyor gibi geri çekilirler, çekilirken ok atmaya devam eder, düşmanı üzerine çekerlerdi. Arazinin istenilen yerine kadar ilerleyen düşman burada pusu kuranlar tarafından çembere

alınarak yok edilirdi. Türklerin başarıyla kullandığı bu usule Türk yurdunun adından dolayı “Turan Taktiği” denilmiştir. Yeni ülkelerin ele geçirilmeleri ise keşif seferleri ve yıpratma savaşları sayesinde oluyordu.

Türkler savaş başında veya savaş esnasında yeni bir taktik uygulamak istediğinde ve karar değiştirmek amacıyla kurultay düzenliyorlardı. Savaş kurultayı at üzerinde yapılması diğer kurultaylara nazaran bu kurultaya has bir özelliktir. Dinamik ve hareketli bir savaş taktiği uygulayan Türklerin, zaman zaman bir ayara gelip taktik değiştirmeleri çok sık görülür. Savaş öncesi yiğitlerin toplanması da, bir çeşit savaş kengeşi ve meşveret kurultayı gibidir.Bu kurultay da sayım yapılarak devletin insan gücü hesaplanır ve hayvan sayısı da tespit edilirdi. Kaşgarl Mahmud eski bir Türk atasözünü verirken, alplar kamug tirkeşür, yani alpların hepsi bir araya geliyorlar, çünkü düşmanın postacısı gelmiştir. Tirkeş sözü de, eski Türkçede bir toplantı ve kurultay gibidir. Dede Korkut’ta ise bunun yerine “yığıldı” sözü kullanılıyordu. Kuzey Türk mitolojisinde savaş öncesi toy ve kurultaylarından da sık sık söz edilir. Toya yığılan alplar sözü, tıpkı Dede Korkut’ta olduğu gibi, Altay masallarından da görülür. Ayrıca bu masallarda, kırk yiğitler gibi, toya gelen kırk kişiden de bahsedilir. Aslında devlet kurmamış veya büyük devlet hayatı yaşamamış olan bu Türklere, bu gibi inanışlar herhalde miras yoluyla geliyordu. Büyük alplar, güreş ve yarıştan önce de, bir toy verirlerdi. Bu kurultay başta Büyük Hun Hükümdarı Mo-tun , Avrupa Hun Hükümdarı Atilla olmak üzere pek çok Türk devletinde yapılıyordu. Mo-tun ile oğullarının devletinde savaş kurultayı, sonbaharda ve  eylül   ayında  yapılırdı.   Çünkü  bu   mevsimde   atlar  güçlenmiş  ve   savaşın güçlüklerine karşı hazırlanmış olurlardı.

KAYNAK:  Büyük Hun Devletinden Osmanlı Devletine Kadar Türk Devletlerinde Meclis. Nermin AKPINAR  (Yüksek Lisans Tezi).  Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana bilim Dalı. İstanbul 2009. s. 20-22

Eski Türklerde Sosyal Hayat ve Meclis

Türkler de toylar sadece devlet meselelerini görüşmek üzere toplanmıyordu.Eski Türk toplumunda da gelenekleri ve adetleri sürdürmek için çeşitli toylar yapılırdı.Mesela ölülerin arkasından düzenlenen toylar, daha özel bir adla adlandırılırdı. Dede Korkut ise şöleni şöyle tarif eder: “Dirse Han dişi ehlinin sözüyle ulu toy eyledi. Hacet diledi. At’dan aygır, deve’den buğra, koyun’dan koç öldürdü. İç Oğuz, Dış Oğuz Beylerini üstüne yığınak etti. Aç görse doyurdu, çıplak görse donattı, borçluyu borcundan kurtardı. Tepe gibi et yığdırdı. Göl gibi kımız sağdırdı.” Bu tür toyları dilek ve hacet toyu olarak adlandırılabiliriz. Bunların dışında yemin, uğurlama, karşılama, yurda dönüş, zafer toyları yapılırdı. Nitekim bugünkü sünnet düğünlerinin karşılığı o zaman için "oğul toyu" iken; kız veya gelin toyunu da bugün düğün kelimesiyle karşılamaktayız. Yine Dede Korkut'ta, nişan toyuna  Küçük düğün,   evlenme toyuna da  Ulu düğün  denir.

Düğün,bayram ve şenliklerde düzenlenen toplantılarda bir çeşit toy olarak kabul edilebilir. Türklerde evlilik genellikle dıştan evlenme (exogamie)’nin esas olduğu ve zorlamaya değil, “velayet” (dost, yardımcı)’e dayanan, baba hukukunun geçerli bulunduğu Türk ailesinde, evlenen oğullar hisselerini alıp, yeni aile kurmak üzere yola çıkarlar. Baba evi ise en küçük oğula kalır. Türkler arasında yaygın olan, “ataerkil” aile tipinde, aile reisinin velayeti vardır. Ataerkil aile tamamı ile hür ve eşit bir ailedir. Türklerde babanın sonsuz bir velâyet hakkı   görülmektedir .

Eski Türklerde anneye “ög” derlerdi. Eskiden beri Türk toplumunda babadan sonra aileyi anne temsil eder. Bunun için ananın yeri, babanın diğer akrabalarından ileri olur. Babanın mirası anneye geçer. Çocukların vasisi de odur. Türk tarihinde, kadınların hükümdar naibi olabilmeleri veya devlet içinde büyük bir söz sahibi olmaları da bundan ileri gelir. Anne “el kızı”dır; fakat evlendikten sonra, kocasının soyuna yazılmıştır. Kızın babası bile, gelin olma sırasında, kızı üzerindeki “velayet” hakkını yani babalık hakkını, damada verir. Dul kalan veya kocasına kızan bir kadın, baba evine gidemez. Koca da kadını evden kovamaz veya boşayamaz. Aksi durumda ise; kalın müessesesi yüzünden zarara uğrayacak olan her iki aile de buna karşı çıkar.Böylece evlilik, sağlam bir temele oturtulup adeta sigorta edilmiş oluyordu.

T ürkler için evlilik kurumunun ne kadar önemli olduğunun burada bir kez daha anlamaktayız.Bu nedenle geçmişten bugüne yapılan düğünler geleneklere uygun olarak hiçbir masraftan kaçmayarak oldukça ihtişamlı yapılmaktadır. Bu nedenle toyların en büyüğü olarak düğün toyunu gösterebiliriz. Bu toylarda kopuzunu çalan ozandan başka, zurnacılar ve nakkareciler çalardı.Özellikle ozanların bu toylarda önemli rolleri vardı. Bize bir düğün toyunu canlı bir surette tasvir eden “Deli Ozan Hikayesi gayet karakteristiktir. Dügün-dernek sözü de, yine ilk önce Dede Korkut’ta karşımıza çıkmaktadır: “1.Oğuz illerinde dernek var imiş..2. Segrek... bir gün derneğe uğradı., kondılar, yemek içmek etdiler.Segrek… mest oldu.” Buna bakarak Oğuzlarda dernek, bir yemek içmek meclisi olduğunu söyleyebiliriz. Gelin ve güveyin şerefine yapılan düğün toylarında ziyafet verilerek yoksullar doyurulmaktaydı. Ayrıca gelen misafirler yeni elbiseler giymesi bugünde devam eden bir adetti.

T oy ya da düğün bayrağı da bütün Türklerde görülen yaygın bir gelenektir. Düğün aşı ve açları doyurma anlayışı da bütün Türklerin ortaklaşa inançları arasındaydı. Toy ve düğün ateşi de Türk toylarının bir özelliğidir. Yarışlar, güreşler gibi tören şenlikleri, bütün Türk toylarında görülen eğlencelerdir. Hunlarınkine benzer bayram ve festivallere Göktürklerde de rastlanılmaktaydı. Göktürkler, her yıl belirli bir zamanda  ecdat mağarası nda atalarına kurban kesiyorlardı.

Tarihî kayıtlara göre, Türklerin Hunlardan beri bayram ve festival türünden birçok tören ve faaliyetleri vardı. Meselâ, Hun Türkleri beşinci ayda, yani ilkbaharda "Lung-cınğ" adı verilen yerde topluca büyük bir bayram yapmaktaydılar. Bu bayramda hem inançla ilgili âdetler yerine getirilmekte, hem de türlü müsabakalar düzenlenmekteydi. Dinî âdet olarak evrenin yaratıcısı "Gök Tanrı" ve kutsal sayılan yer için at kurban edilmekteydi.

Bundan sonra bayramın müsabaka ve eğlence kısmına geçiliyordu. Bu kısımda Türklerin en çok sevdikleri bir spor türü olan at yarışları yapılıyordu. At yarışları sekizinci ayda, yani sonbaharda bir kere daha tekrarlanmaktaydı. Yarış kulvarı olarak da bir ormanın etrafı veya yere çakılmış ve işaret vazifesi gören ağaç dalları ile belirlenmiş bir mekân seçilmekteydi.Türk toplumunda kadın erkekler ile eşit haklara sahip olduğundan kadınlarda bu oyunlara iştirak ederdi.

Eski Türklerde aynı şekilde bayram kutlamalarına da, beşinci ayın ikinci yarısında "Gök Tanrı" ve kutsal yer ve su" için kurban kesmekle başlıyorlardı. Kurbandan sonra da topluca eğlenceye geçilmekteydi. Özellikle kızlar, ayak topu (tepük=futbol) oynamaktaydı. Herkes kımız içmekteydi. Bundan sonra da şarkılar söylenmekteydi. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu toylarda da ziyafet verip yoksul doyurmak adettendi.

Dede Korkut’ta ve Oğuz Kağan destanında ad seçme toyundan bahsedilmektedir. Oğuz Kağan destanında şöyle geçmektedir:

“Büyük toy yapılırdı, eski Türk adetince,

Böyle ad seçilirdi, çocuğun kudretince

Kara- Han atlar kesti, Oğuz ad bulsun diye

Çağırdı hep Türkleri, yurdu şen olsun diye

Oğuz-Han birden bire, adım Oğuz’dur dedi,

Beklemedi kimseyi adını kendi verdi.”

B urada bahsedildiği gibi eski Türkler’de ad seçmek için büyük toy yapılırdı. Ancak Oğuz ismini kendi seçti. Dede Korkut’ta ise “ Bayındır Han’ın ak meydanında bu oğlan ceng etmiştir. Bir boğa öldürmüş senin oğlunun adı Boğaç Han olsun. Adını ben verdim, yaşını Tanrı versin.” Sözleriyle Boğaç Han’ın yine adını kendisi kazandığını görmekteyiz.

Bu toyların dışında bir de yağma amacıyla yapılan toylar bulunmaktadır. Oğuzlar’da yağma toyunun ne şekilde olduğunu bize Dede Korkut kitabı söylüyor. “Üç Ok, Boz Ok , yığınak olsa, Kazan evini yağmalatırdı. Ama Taş (Dış) Oğuz  beraber bulunmadı. Yalnız İç Oğuz yağmaladı.

Se ncer Divitçioğlu eserinde şu sonuçlara yer vermiştir: 1.Yağma beyler tarafından yapılır.2. Belli zaman aralarıyla tekrarlanır.3.Yağmalattıran, yağmadan sonra malı ve mülkünden geriye hiçbir şey kalmayacağını bilir.4.Yağmada her şey yok edilir, tahrip eder.5.Yağmaya çağırılmamak beyler için hakaret kabul edilir ve savaş nedenidir. 6. Savaşa genellikle yağmayla biter. Dede Korkut ta bahsedilen Kazan’ın hikayesi bu duruma örnek olarak gösterilebilir.

KAYNAK:  Büyük Hun Devletinden Osmanlı Devletine Kadar Türk Devletlerinde Meclis. Nermin AKPINAR  (Yüksek Lisans Tezi).  Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana bilim Dalı. İstanbul 2009. s. 23-27

Gotlar Vizigotlar ve Ostrogotlar

Bizans'ın batı komşuları olan Gotlar, Cermen asıllı bir halktır. Anavatanları Güney İskandinavya olarak bilinir. Fakat Gotlar yerleşik bir toplum olmadıkları için 2. yüzyıl'da doğuya hareket ederek Karadeniz'in kuzeyinde Dinyester ve Don Nehir­leri arasına geldiler. 238 yılından itibaren Gotlar Roma'nın Tuna eyaletini, Balkan­ları ve Anadolu'nun sahil şehirlerini yağmalamaya başladılar. 273 yılında Roma imparatorluğu Tuna Nehrinin Orta ve Aşağı bölümünün kuzeyinde kalan toprakları Gotlara bıraktı. Bu tarihten sonra 4. yüzyıl boyunca Gotların Vizigot ve Ostrogot olarak ikiye ayrıldıklarını ve batı yönüne hareket ettiğini görüyoruz. Batı Gotları olarak adlandırılan Vizigotlar ağırlıklı olarak Got soyundan gelmekle birlikte Bal­kanlardaki halklarla karışmış çok etnik yapılı bir halktır. Ostrogotlar ise Don Neh­rinin aşağı bölümünde oturan ve Doğu Gotları olarak adlandırılan Gotları kapsar.

Vizigotlar, 4. yüzyılın sonunda Bizans'a karşı saldırı ve yağmalarda bulunarak 378 yılında İstanbul surlarının önünde görüldüler. Aynı yıl gerçekleşen Edirne sa­vaşında Bizans imparatoru Valens, Vizigotlar tarafından öldürülür. Bizans antlaşma yaparak onları Tuna eyaletine yerleştirdi. Bundan sonra Bizans ordusunda Got asıllı askerler ve generaller görülmeye başlandı. Bu yüzyılda Ulfilas adlı bir Got İn­cil'i Yunanca'dan Gotça'ya çevirir. Bunun sonucu olarak Gotlar arasında Ortodoks­luğun Arius mezhebi yayılır. Ancak İstanbul'un ileri gelenlerinin ve halkının Got-lar hakkındaki şikâyetleri tarihi kayıtlara yansımıştır. Muhtemelen bunun bir sonu­cu olarak 12 Temmuz 400 tarihinde İstanbul'da Got askerlerine toplu bir katliam uygulanır. Gotların Vizigot kolunu birleştirerek onların lideri olan Alarik, Tuna Nehrinin güneyinde kalan topraklarla birlikte Makedonya ve Trakya'yı yağmala­dıktan sonra İstanbul surlarına yaklaştı. Bunun üzerine Bizans Alarik'e ordu komu­tanı manasında magister militium unvanı vermiştir. Alarik geri çekilerek İtalya'ya yöneldi. 401 yılında Alarik, Vizigotları İtalya'ya sevketti. Fakat Vandal lider Stiliho onu İtalya'dan uzaklaştırdı. 408 yılında Stiliho'nun ölümü üzerine tekrar İlirya böl­gesinden İtalya'ya yönelen Alarik, 410 yılının Ağustos ayında Roma'yı işgal etti ve yağmaladı. Tarihçi Jordanes'in ifadesine göre aynı yıl ölen Alarik, güney İtalya'da bulunan Busento ırmağının altına hazinesiyle birlikte gömüldü. 5. yüzyılın başında Roma şehrinin yağmalanmasından sonra Batı Roma imparatorluğu toprakları üze­rinde Cermen krallıkları oluşmaya başladı. 412 yılından sonra Güney Galya'ya ge­çen Vizigotlar, 418 senesinde Tulus şehrinde kendi devletlerini kurdular. 416 yılın­da Vizigotlar, Güney İspanya'ya gittiler ve burada karşılaştıkları Vandal ve Alanla­rı yendiler. Batıda kurulan Vizigot ve Ostrogot krallıkları resmen tanınmasa da Bi­zans tarafından kabullenildi. 6. yüzyılda I. Iustinianos (527 - 565) döneminde İtal­ya ve İspanya'nın güney bölümü tekrar Bizans'ın hâkimiyetine geçince Gotlar İtal­ya'ya yönelen Lombardlara karşı Bizans'ın müttefiki haline geldiler ve zaman için­de eriyip kayboldular.

Karadeniz'in kuzeyinde Don Nehri civarında yaşayan Ostrogotlar 375 yılında bölgeye göç eden Hunların tazyiki ile Panonya bölgesine gelmişler ve burada 454 yılına kadar kalmışlardır. 5. yüzyılda liderleri Teodorik önderliğinde büyük bir Os­trogot birliği oluştururlar. Bu sırada İtalya'da imparator Romolus'a karşı isyan eden Cermen birliklerinin başına geçen general Odovakar devlet otoritesini hiçe sayar. Bizans imparatoru Zenon (474 - 475), Teodorik komutasındaki Ostrogotları, Odo-vakar'ı yok etmek üzere İtalya'ya sevkeder. Teodorik, 17 yıl süren bir mücadele­den sonra Odovakar'ı yener ve İtalya'ya hâkim olur. Bizans adına İtalya'nın idare­sini üstlenir. Teodorik halkını Roma ilkelerine uygun olarak İtalya'ya iskân eder ve Revena'yı kendisine başkent yapar. Arius mezhebine mensup olmasına rağmen Papa ile iyi ilişkiler kurar. İtalya'yı öldüğü 526 yılına kadar yönetir. I. Iustinianos'un meşhur generali Belisarios'un 535 yılında İtalya'yı tekrar Bizans'a bağlamak için açtığı savaşa karşı Ostrogotlar 20 yıl savaştı. Ancak 555 yılında Ostrogotlar, Bizans hâkimiyetini tanıdılar ve 568 yılında İtalya'nın Po vadisine giren Lombardların ara­sında erimişlerdir. (The Oxford Dictionary of Byzantium, 1991, s. 862).

Bizans Tarihinin Sosyal ve Kültürel Olaylara Göre Tasnifi

Bu tasnife göre Bizans imparatorluğu 5 döneme ayrılır. Bunlar geç Roma impara­torluğu dönemi, karanlık çağ dönemi, gelişme dönemi, Batılılaşma ve İznik impa­ratorluğu dönemi ile Boğazlar imparatorluğu dönemleridir.

Geç Roma imparatorluğu dönemi 4. yüzyıldan 7. yüzyılın ortasına kadar devam etmiştir. Bu dönem protobizans olarak da adlandırılır. Bu dönemin temel özelliği Roma dünyasına hakim olan antik şehir toplumunun korunması ve Akdeniz dev­leti özelliğinin sürdürülmesidir. Dönemin en önemli olayı 4. yüzyılda İstanbul'un inşası ve başkentin buraya taşınmasıdır. 5. yüzyılın son çeyreğinde Roma şehri Cermen kabileleri tarafından işgal edilir ve Batı Roma topraklarında Cermen asıllı devletler ortaya çıkar. Ostrogotlar İtalya'ya, Vizigotlar İspanya'ya, Vandallar'da Ku­zey Afrika'ya yerleşir. 6. yüzyılın ilk yarısında İustinianos bu topraklarda tekrar Bi­zans hâkimiyetini kurar. Ancak 6. yüzyılın sonunda imparatorluğun Batı bölgeleri yine Cermen asıllı Lombardların eline geçerken imparatorluğun kuzey savunma hattı Tuna Nehrini geçen Avarlar ve Slavlar tarafından aşılır.

7. yüzyılın ilk çeyreğinde Sasaniler, Mısır, Filistin ve Suriye'yi ele geçirirler. He-raklios, Sasanilerle giriştiği uzun savaşlarda bu toprakları geri alır. Fakat 7. yüzyı­lın ortasına gelindiğinde adı geçen bu yerlerin tamamı Müslümanlar tarafından ele geçirilir. Bu dönemin imparatorlarının büyük bir kısmı Balkan kökenlidir ve ikti­darları boyunca kendi hanedanlarının otoritesini kurmaya çalışmışlardır. Zaman zaman pagan inancına dönen imparatorlara rastlansa da Hıristiyanlık bu dönemde imparatorluğun resmi dini haline gelir. Ancak sapkın olarak nitelendirilen dini akımları engellemek için konsiller organize edilir. Ortodoksluğun genel ilkeleri be­lirlenir. 7. yüzyıla gelinceye kadar İskenderiye, Antakya ve Kartaca gibi büyük şe­hirler zenginliklerini sürdürürler. Teodosios ve İustinianos döneminde çıkarılan kanunlarla devletin hukuk yapısı kuvvetlendirilir. Yunanca Latincenin yerini alma­ya başlar. Ancak 7. yüzyılda Bizans imparatorluğunun Orta Doğu topraklarının kaybedilmesi Bizans ekonomisini olumsuz yönde etkiler.

Karanlık çağ olarak adlandırılan dönem ise Bizans tarihinin 7. yüzyılın ortasın­dan 800/850 yılları arasındaki dönemi kapsar. Bu dönemde Bizans'ı Suriye köken­li İsavrian ve Batı Anadolu kökenli Amorion hanedanı yönetmiştir. 7. ve 8. yüzyıl­larda Suriye'den İspanya'ya kadar Bizans'ın Akdeniz topraklarına Müslüman Arap akınları gerçekleşmiştir. Batı'da ise Bulgarlar, Balkanlar'da kendi devletlerini kur­muşlardır. Slavları izleyen Bulgarlar, Balkanlarda Slavlarla birlikte kalıcı olmuşlar­dır. Antik Roma kültürü bu dönemde Orta Çağ Bizans dünyasına dönüşmüştür.

Balkanlarda ve Anadolu'daki pek çok şehir küçülmeye, yok olmaya yüz tutmuş ve Kastron denilen kale şehirlere dönüşmüştür. Bu dönemin belki de karanlık çağ olarak anılmasının en önemli nedeni yaklaşık 120 yıl sürecek olan İkonoklazma iç savaşıdır. İkonaların put mu yoksa tanrıya ibadette araç mı tartışması Bizans'ta bin­lerce insanın ölmesine ve Bizans tarihinin erken dönemlerinde oluşturulmuş pek çok sanat eserinin yok edilmesine sebep olmuştur. Bu dönemde ziraate dayalı Bi­zans ekonomisini ayakta tutabilmek için köy halkına kolektif vergiler konulduğu gibi şâhısa bağlı kelle vergileri de yaygınlaştırılmıştır.

Gelişme dönemi, 800/850 ila 1000 yılları arasındaki dönemi kapsar. Bu döne­min yönetici ailesi Makedonya hanedanıdır. Dönemin en önemli özelliği Bizans merkezi yönetiminin kurulmasının başarılmasıdır. Bunun sonucu olarak ekonomi canlanmış, bürokrasi gelişmiştir. Müslüman Araplara karşı Güney Anadolu'da ve Doğu Anadolu'da toprak kazanımları sağlanır. Balkanlarda Bulgarlar kesin bir ye­nilgiye uğratılarak I. Bulgar devletine son verilir. Kültür alanında büyük bir ilerle­me görülür. Bizans'tan kalan yazma eserlerin pek çoğu bu döneme aittir. Bundan dolayı gelişme dönemi, ansiklopedi çağı olarak da adlandırılır. Merkezi otoritenin sağlanmasının bir sonucu olarak Bizans toplumunda ortak ideolojik düşünce ve kültürel birlik fikri hakim kılınmıştır.

Batılılaşma ve İznik imparatorluğu dönemi 1000 ila 1261 yılları arasını kapsar. Bu dönemde Bizans imparatorluğu, Komninos ve Laskaris hanedanlıkları tarafın­dan yönetilmiştir. 1204 yılındaki IV. Haçlı seferine kadar taşradaki eyaletlerde yer alan kasabaların sayısında bir artış gözlemlenir. Bunun sonucu olarak taşralar da yarı feodal asil sınıfı ortaya çıkmaya başlar. Komninoslar döneminde Bizans, feo­dal Avrupa toplumlarına benzemek için uğraşır. Ancak model aldıkları Latin Batı devletleri tarafından düzenlenen IV. Haçlı seferiyle başkentleri işgal edilir. Bi­zans'ın yaklaşık 9 asır boyunca İstanbul'da oluşturduğu hazinesi, sanat eserleri yağmalanır. Bizans bu işgalin sonucu olarak parçalanır. Trabzon, Epir ve İznik'te Bizans'ın devamı olduğunu iddia eden beylik düzeyinde devletler ortaya çıkar. Bunlardan 1204 - 1261 yılları arasında İznik'te varlığını sürdürenler, İstanbul'u 1261 yılında ele geçirerek Bizans'ı tekrar ihya ederler.

Boğazlar imparatorluğu dönemi 1261 - 1453 yılları arasını kapsar. Bizans'ın yö­netici ailesi bu dönemde Paleologos hanedanıdır. Boğazlar imparatorluğu diye anılmasının sebebi imparatorluğun bu dönemde İstanbul, Trakya, Selanik, Mo-ra'nın bir bölümü ve Ege Denizinde birkaç adayla sınırlı olmasıdır. 13. asırda Bi­zans, Latin imparatorluğunun tekrar kurulmaması ve rakibi Epir despotluğunun or­tadan kaldırılmasıyla uğraşmıştır. Bizans'ın dikkatini Batıya yönlendirmesi Batı Anadolu'da Osmanlıların da dahil olduğu Türk beyliklerinin ortaya çıkmasını ko­laylaştırmıştır. 14. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul'un Sırp devleti'nin eline geçme­si söz konusudur. Bizans bu tehlikeden Osmanlıdan aldığı yardımla kurtulabile­cektir. Bunun sonucu olarak 1371 yılından itibaren Bizans, Osmanlı devletinin vas-salı durumuna gelir. İstanbul'un Osmanlının eline geçmesini, Timur'un Yıldırım Bayezid'i 1402 yılında Ankara'da mağlup etmesi engeller. Slav, Latin ve Osmanlı dünyası arasında sıkışmış olan Bizans 1274 yılında Lyon konsilinde 1439 Ferrara -Floransa konsilinde Katolik Latin kilisesinin üstünlüğünü kabul ederek Batı'dan hiçbir zaman yeterince gelmeyen yardımı almayı umar. Osmanlı dünyası arasında bir ada gibi kalan İstanbul 1453 yılında Osmanlılar tarafından fethedilerek Bizans devleti sona erer (The Oxford Dictionary of Byzantium, 1991, s. 345 - 362).