12 Nisan 2016 Salı

Bizans Tarihinin Hanedanlara Göre Tasnifi

Yaklaşık bin yıldan fazla süren Bizans imparatorluğunun dönemleri, devleti yöne­ten hanedanlara göre, kronolojik dönemlere göre ya da sosyal, kültürel ve ekono­mik olaylara göre yapılan tasniflerle dönemlendirilmeye çalışılmıştır. Monarşik re­jimlerin ağırlıklı olduğu ve hanedanların devletleri yönettiği yeni ve yakınçağlar boyunca Bizans tarihini hanedanlara göre tasnif etme daha yaygın olarak görülen bir durumdur. Bizans tarihinde 90'ın üzerindeki imparator temel olarak 14 hane­dana mensup olarak kabul edilir.

Bu tasnife göre Bizans devletinin dönemlerini 306 - 363 Konstantinos, 364 - 457 Valens ve Teodosios, 457 - 518 Leon, 518 - 578 İustinianos, 610 - 711 Heraklios, 717 - 802 Suriyeli (İsavrian) Leon, 820 - 867 Amorion, 867 - 1056 Makedonya, 1057 - 1185 Dukas ve Komninos, 1185 - 1204 Angelos, 1204 - 1261 Laskaris ve son ola­rak 1261 - 1453 yılları arasında Paleologos hanedanları oluşturur.

Hanedan kurucuları olan Konstantinos günümüzde Sırbistan sınırları içinde ka­lan Niş şehrinde, Valens Hırvatistan'da, Teodosios İspanya'da, Leon Güney Trak­ya'da yaşayan Vessi kabilesine mensup biri olarak Arnavutluk'ta, İustinianos Üs-küp yakınlarındaki Tavresium'da, Heraklios Ermeni bir ailenin mensubu olarak Kapadokya'da, Suriyeli ya da İsavrian hanedanın kurucusu Leon Maraş'ta, Amori­on hanedanının kurucusu II. Mihail Afyon Emirdağ yakınlarındaki Amorion şehrin­de, Makedonya hanedanının kurucusu I.Vasil Ermeni kökenli bir ailenin çocuğu olarak Edirne'de doğmuştur. Dukas ve Komninos hanedanının ilk temsilcileri Paf-lagonya, Angeloslar Alaşehir, Laskarisler Selanik kökenliydiler ve Paleologoslar da geçmişlerini antik dünyaya kadar götürüyorlardı. Bizans'ı yöneten bütün bu hane­danlar aynı zamanda hem coğrafi olarak hem de etnik olarak Bizans imparatorlu­ğunun ne kadar geniş alanları kapladığını ve kozmopolit bir yapıya sahip olduğu­nu da gösteriyordu.

Osmanlı Tarihi Yazıcılığı

Osmanlı Devleti'nde tarihçiliğin özel bir yeri bulunmaktadır. Devlet, çağın şartları içinde kendini bu yolla ifade etme yolunu tutmuş ve bu işi kurumsallaştırarak sonraları vekayinüvislik denecek bir teşkilatlanma yoluna gitmiştir.

Divana bağlı bir mahiyet arz eden ve gün gün olayların kayda geçirilmesi işini icra eden vekayinüvisin kelime anlamını izah etmek gerekirse, bu kelimenin Arapça “vak’a”(olay) ve Farsça “nüvis”(yazar) kelimelerinin bir araya getirilmesiyle türetilmişbir sözcük olduğu görülecektir. XVIII. yüzyılda teşekkül edildiği düşünülen bu vazifenin kelime olarak metin içerisinde kullanıldığına dair XVII. yüzyıla ait örnekler vardır. Vekayinüvisliğin kökeni hakkında değişik bilgiler bulunmaktadır. Kimileri bu görevin I. Süleyman’dan itibaren devlet hizmeti haline gelen “Şahnamecilik”in değişik şekildeki devamı olduğunu iddia ederken, kimileri de II. Bayezid’in, İdris-i Bitlisîve Kemalpaşazade’yi Osmanlı tarihi telifine memur etmesi gibi padişahların tarih yazdırmak geleneğinden doğduğunu iddia ederler. Ancak belli bir maksat veya hassa hizmeti için vekayiname yazmak ile Divan-ı Hümâyûn’a bağlı devamlı bir devlet hizmeti olan vekayinüvisliği birbirinden ayırmak gereklidir. Bekir Kütükoğlu, belli bir maksat ile vekayiname yazanları“vakanüvis”, Divan-ıHümâyûn’a bağlı çalışanları ise “vekayinüvis”demek suretiyle bir sınıflamaya tabi tutmuştur.

Bu anlamıyla bizim çalışmamız, OsmanlıDevleti’nin bizzat padişahın emriyle yahut padişaha sunulmak gayesiyle eser kaleme alan vakanüvislerinin vekayinamesini incelemeye girmektedir.

Yukarıdaki tarih yazmanın amacıve şekline dair tasniften farklıolarak, bir başka sınıflamayı2da Şehabettin Tekindağda görmekteyiz. Anadolu’da Türkçe’nin, XIV. yüzyıldan itibaren hakim dil olmaya başlayıp Farsça ile Arapça’nın yerini aldığınıbelirten Şehabettin Tekindağ, Türk tarih yazıcılığını kendi dili ile yapılmasınoktasında bir ayrıma tabi tutar ve bu işin ilk önce Anadolu beyliklerinde ve bundan hareketle de özellikle Kütahya’ya hakim olan Germiyanoğullarısarayında, Süleyman Şah öncülüğünde, bütün Türk dünyasında bu tür Türkçe eserlerin doğuşuna sebep olacak şekilde bir pay sahibi olmakla gerçekleştiğini vurgular. Şair Ahmedîve Şeyhoğlu Mustafa gibi kimselerin bu sarayda eserler kaleme aldıklarınıya da himaye gördüklerini dile getirir. Germiyanoğullarıbeyliğinin bir düğün vasıtasıyla Osmanlılar’a bağlanmasıyla bu yazarların Osmanlıhizmetine girdiklerini, Ahmedî’nin Süleyman Şah adına hazırladığı“İskendername”sini Yıldırım Bayezid’e takdim ettiğini, sonralarıYıldırım Bayezid oğlu Süleyman Çelebi’ye ayrıca bir “Dasitan-ıTevârih-i Mülûk-i Âl-i Osman”ıda ilave etmek suretiyle ilk Osmanlıtarih yazıcılığının öncüsüolduğunu belirtir. Ayrıca Şükrullah’ın “Behcet-üt-Tevârih”adlıeserinde ve Ruhi’nin “Tevârih-i Âl-i Osman”adlı eserinde Ahmedî’nin bu Dasitan’ınıkaynak olarak kullandıklarınıifade eder.

kaynak:

16. YÜZYILDA OSMANLI DEVLETİ’NDE MEYDANA GELEN

MUHALİF NİTELİKLİHAREKETLERİN OSMANLI TARİH

YAZARLARI VE ESERLERİNE YANSIMASI

Sözlü Tarih Nedir?

Yazılı kültürün bilimsel olarak tek referans kabul edilmesinden bu yana çok zaman geçti. Sözlü anlatım “havaya karışıp kaybolan değersiz bilgiler yığını” olmaktan çoktan çıktı. Gerek bilimsel gerekse kültür-sanat alanında uçucu sözün değeri giderek artıyor. Tarih alanında sözlü anlatıma hak ettiği yeri tekrar açmaya çalışan araştırma yöntemi ise sözlü tarih oldu.

Sözlü tarih, özellikle 1960′lı yıllardan itibaren ortaya çıkan yaşayan bireylerin belleğe dayalı sözlü anlatılarını arşive dayalı tarih yazımının önemli bir bileşeni olarak konumlandıran bir araştırma yöntemidir. Daha çok devlet arşivleri ile yazılan tarihin araştırma alanına sıradan insanları, gündelik yaşamı ve öznelliği dahil etme dürtüsüyle şekillenmiş ve ses kaydetme teknolojilerinin gelişmesiyle de desteklenmiş disiplinlerarası bir çalışma alanı olagelmiştir.

Sözlü tarihin birincil amacı, bireylerin yaşamöyküsü anlatılarını ses ve/veya görüntü yoluyla kaydederek bir arşiv oluşturmaktır. Bu arşiv, sözlü tarihçinin ilgi alanına bağlı olarak belirli bir tarihi dönem veya konu üzerine hazırlanacak ürünün ana malzemesini oluşturur. Bir birey, aile, topluluk, mahalle veya yöre de sözlü tarihin konusu olabilir. Yakın zamana dek sözlü tarih arşivleri çoğunlukla ses kayıtlarından oluşmakta, bu kayıtlar yazılı metinler üretmek için kullanılmaktaydı. Bugün, yeni teknolojiler multimedya ürünleri yaratmaya olanak sağlarken, postmodernizm tartışmaları bağlamında kimlik, anlatı, bellek ve öznellik gibi konular gündeme gelmiş ve bu iki gelişme, sözlü tarihin 2000li yıllarda ivme kazanmasına neden olmuştur.

Türkiye ise sözlü tarih alanında çok az çalışma yapılmış, potansiyel olarak çok verimli bir ülkedir. Son günlerde hem popüler kültürde hem de akademide bireysel tanıklıklara artan ilgi, Türkiye’nin sancılı demokratikleşme süreci ve bu sürecin beraberinde getirdiği çokkültürlü geçmişimizle yüzleşme gereksinimi, bireyselleşme sürecinin öne çıktığı ‘80 sonrası dönemde, ekonomik krize ek olarak kimlik sorunu ve katılımcı demokrasi sorunları; sözlü tarih yöntemine yönelik ilgi ve gereksinimi de beraberinde getiriyor. Yöntem olarak sıradan insanların öznel bakış açılarına odaklanan sözlü tarih, Türkiye’nin kültürel kimliği ve demokratikleşme süreci üzerine yapılan tartışmalara hem akademik ortamda hem de sivil toplum alanında önemli katkılar sunmakta. Aile tarihleri, köy ve mahalle tarihleri sözlü tarih yöntemi ile incelenerek gündelik hayatın tarihi kayda geçirilmeye başlandı. Bu tür çalışmalar sadece bilimsel açıdan değil aynı zamanda gündelik yaşam politikalarının dönüşümü açısından da çok önemli bir boşluğu dolduracaktır.

Tarih Subjektif ve Edebidir

Tarihçi geçmişi kurgular.
Belgelere dayansa da, tarih yazımında tarihçinin imgelemi
etkili olur. Tarih bu anlamda gerçekçi değildir.
Tarihçinin anlatısal söylemi (narrative discourse) sözcüğün yerleşik anlamında bilimsel değildir, edebi esere daha yakındır.

HAYDEN White’ın 19. yüzyıl Avrupa’sındaki tarih bilincinin, tarihsel düşüncenin ve tarihsel imgelemin ‘derin yapı’sını incelediği Metatarih başlıklı eseri, gerçekte tarihin bilim olma iddiasına kuşkuyla yaklaşan, bu iddiayı sorgulayan ve bu niteliğinden dolayı yerleşik, akademik tarih anlayışına, geleneksel tarih okullarına kafa tutan bir çalışmadır. Metatarih, geleneksel anlayışa bağlı tarihçileri ne denli öfkelendirdi ise, yenilikçi okulca da o denli sevinçle karşılanmıştır. Yayınlanmasının hemen ardından Louis O. Mink, ‘derin düşünceli bütün tarihçilerin bu kitap çevresinde düşüncelerini gözden geçirmeleri gerektiği’ yazmıştı. Dominick LaCapra ise Metatarih’in, tarihçileri ‘dogmatizm uykusu’ndan uyandırdığı görüşündedir.

Geleneksel anlayışın savunucuları anlaşılır nedenle Metatarih’i sevmezler. Beri yandan, kitap yayınlandığı tarihten itibaren başka disiplinlerden büyük ilgi görmüştür. Daha da ilginci, yayınlandıktan sadece altı yıl sonra, 1979’da Wesleyen Üniversitesi’nde düzenlenen bir konferansın konusu olmuştur.

Tarih nasıl yazılır?
Bu çığır açıcı eser 1965’de History and Theory dergisinde yayımlanan ‘Tarihin Yükü’ başlıklı denemeden doğdu. Başka deyişle, Hayden White bu denemesindeki argümanlarını geliştirdi ve beş yüz küsur sayfalık hayli hacimli bir kitaba dönüştürdü. Tezlerini daha sonra yazdığı ve Tropics of Discourse (Söylem Dönenceleri), Content of Form (Biçimin İçeriği) adlı kitaplarında bir araya getirdiği denemelerinde hem geliştirdi ve derinleştirdi, hem de Montaigne gibi, entelektüel hasımlarını tartışmaya kışkırttı. 1990’ların sonu tarihli Figural Realism’de (Figüral Gerçekçilik’de) eleştirel, kışkırtıcı, tartışma yaratıcı olmayı sürdürdü. Kitaptaki denemelerinde filolog Erich Auerbach’ın edebiyatta gerçeğin temsili konusundaki tezlerini tarih yazımı açısından ele aldı. Bir başka deyişle, Auerbach’ın gerçekçilik kavramının sözel bir ayna yaratma çabasından daha fazlasını ifade ettiği tezinin, onun değişik edebi metinler arasındaki ilişkileri incelerken çıkış noktası olarak aldığı figüralist modelin bir ölçüde tarih yazımı için de geçerli olduğunu ileri sürdü.

Laboratuardaki tarih
White denemelerinde, insanın yarattığı dünyayı retorik aracılığıyla tanımaya, kültürü dil aracılığıyla anlamaya çalışan ilk modern düşünür olan Vico’ya çok şey borçlu olduğunu belirtir. Metatarih’in harcında Foucault’nun, Nortrop Frye’ın Eleştirinin Anatomisi’nde arketiplere dayanarak geliştirdiği tipolojinin ve arketip olay örgüsü teorisinin, Kenneth Burke’ün mitlerin açıklanmasında başvurduğu analiz metodunun, Karl Mannheim’ın ideoloji teorisinin de payı vardır.

Geleneksel tarih anlayışı tarih biliminin tarihsel belgelerin nesnel bir tarzda araştırılması ve bunlardan elde edilen bilgilerin anlatılmasından ibaret olduğunda ısrar eder. Tarih yazımında bir anlamda ampirist bir yaklaşımın mümkün olduğunu düşünür. Buna göre, tarihçinin tutumu laboratuarda gözlem yapan bilim adamınınkine yakındır. Tarihçi de bilimsel ve nesneldir.

Metatarih’deki argümanlar öncelikle bu soy bir bilimsellik ve nesnellik iddialarına karşı geliştiriliyor. White, tarihin kurgusal boyuta sahip bulunduğunu ve bu özelliğinden dolayı edebiyata yakın durduğunu belirtiyor, tarih yazımı ile edebiyat arasındaki mesafeyi kaldırıyor.

Edebiyatın işlevi
Bilim niteliği taşımayan alanlarda dil ve dilsel biçimler önem kazanır. White bu nedenle tarihi dilsel biçim temelinde kavrıyor ve açıklıyor. Saussure sonrası dilbilim anlayışını tarihe uyguluyor ve ‘linguistik dönemeç’ olarak adlandırılan eğilimi temsil ediyor. White’a göre tarih yazımı dil aracığıyla gerçekleştirilen bir semiyotik bir etkinlik.

Tarihsel olarak düşünmek dil ile düşünmek demektir. Tarihçi söz sanatlarına, dilsel protokollere başvurur. Bunlar tarihsel metne yapısını kazandırırlar. Tarihsel anlamı yaratan da, tarihçinin kullandığı dilsel biçimdir. Tarihçi tarihsel malzemeyi ayıklar, seçtiği tarihsel olayları dil aracılıyla anlatı olarak düzenler, sonuçta edebi bir metin ortaya çıkar. Şu halde White’ın önemli yazılarından denemelerinden birinin başlığıyla söylendiğinde, tarihsel metin, ‘yazınsal sanat eseri’dir (literary artifact).

White tarihyazımındaki ve tarih felsefesindeki poetik öğeleri, tarihsel söylemdeki yazınsal bileşkeleri, bir tipoloji geliştirerek açığa çıkarmaya çalışıyor. Dilsel protokollere dayanarak oluşturulan dört temel tarihsel bilinç kipi ortaya koyuyor: Eğretileme (metafor), kapsamlama (synecdoche), metonomi (düzdeğişmece) ve ironi. White’a göre tarihçi tarihsel bilgiyi edebi türlere özgü kipler kullanarak anlatı (narrative) olarak örgütler. Tarihsel belgeleri ayıklar, bu belgelerdeki olaylar arasında seçme yapar ve ‘dilsel protokol’lere başvurarak bir anlatı kurar, böylelikle tarihsel alanı dilsel protokol ile canlandırır. Şöyle söyleyelim: Tarihçi geçmişi kurgular. Belgelere dayansa da tarih yazımında tarihçinin imgelemi etkili olur. Tarih, ‘tarihsel imgelem’le yazılır. Tarih bu anlamda gerçekçi değildir. Tarihçinin anlatısal söylemi (narrative discourse) sözcüğün yerleşik anlamında bilimsel değildir, edebi esere daha yakındır. Eğer tarih bir anlatı ise bu anlatının içindeki olaylar gerçekçi olarak yansıtılmış, nesnel ve gerçekçi bir tarzda yazılmış olamazlar. Yazılan tarih, epistemolojik açıdan bir nesnel bilgi içermez. Bu nedenle de tarih bildiğimiz anlamda bir bilim dalı değildir.

White böylelikle, gerçek kavramının evrenselleştirmesini, akılmerkezci bir dünya görüşünün hakikatin bütününü temsil etme ya da hakikatin anahtarını elde bulundurma iddialarını sorguluyor ve epistemolojik kuşkuculuğu kışkırtıyor. Aydınlanmacılar için akıl hakikatin tek ölçütüydü. Aydınlanma dönemi tarih felsefesinin temel niteliği ilerlemeye ve akla inanmasıydı. Bununla bağlantılı olarak, Aydınlanma döneminin temel tarihsel düşüncesi gerçekçiydi. Daha yerinde bir deyişle, gerçekçi bir dünya görüşü sunduğunu iddia ediyordu.

Kuşku ve yerginin yeri
Epistemolojik açıdan gerçekçilik iddiasında bulunmak şeyleri oldukları halleriyle ve bütünlük içinde kavradığını ileri sürmektir. Oysa tarih disiplininde farklı perspektifler hep olagelmiştir ve perspektiflerde birini tercih etmenin epistemolojik temeli yoktur. White, Aydınlanmanın sonlarında tarihsel düşünmenin bunalıma girdiği saptamasında bulunur.

Bunalımın nedeni geç Aydınlanma’nın tarihyazımına kötümserliğin gelmesidir. Bir başka anlatımla, akla ve ilerlemeye duyulan güven ve inançtan kaynaklanan iyimserlik, geç Aydınlanma’da kuşkuculuğa dönüşmüş, kuşku ise ironiyi (yergiyi) doğurmuştu. 19. yüzyıldaki, ‘tarihsel bilincin ilk evresi, Aydınlanmanın sonlarındaki tarihsel düşünmenin girdiği bir kriz bağlamında biçimlendi. Voltaire, Gibbon, Hume, Kant ve Robertson gibi düşünürler en sonunda tarihi özünde ironik terimlerle’ değerlendirdiler. İroni ‘düşüncede kuşkuculuğu ve etikte göreceliği’ dışa vuran bir dildir. İroni ile ilgili olarak söylenmesi gereken bir şey daha var:

İroni olumlu politik eylemlere kuşku ile bakar, olumlu politik eylemlerin olanaklılığına inanmaz.
Tarihi komedya
Yukarıda belirtilenin dışında bir başka kuşkucu eğilimden daha söz edilebilir: Rousseau’nun ve Herder’in Aydınlanmanın rasyonalizminden duydukları kuşku. Bu eğilimin olumlu bir yönü söz konusu. White’ın da belirttiği gibi, bu soy kuşkuculuk Aydınlanmacıların insanlıkta hor gördüğü, önemsemediği boyutlara yakınlık duymuş, empatinin tarihsel araştırmanın yöntemi olabileceğini düşünmüştür. Dikkat edilirse, Rousseau ve Herder’de ifadesini bulan haliyle kuşkuculuk ironiye romantik bir tepkidir aslında.

Bir başka tepki ise Aydınlanma rasyonalizmini gözden geçiren; fakat White’ın deyişiyle, kötümserliği dağıtmak isterken ‘tarihi komedya olarak sahneleyen’ Comte’un pozitivizmidir. Comte’un tepkisinde Rousseau’cu kuşkuculuğun insancıllığını okumak mümkün değildir. Pozitivizm, daha geniş bir düzeyde ele alındığında, fiziki bilimlerin yasalarını sosyal bilimlere taşımış, bilimsellik iddiası ve ısrarıyla sosyal bilimlere sığlık getirmiştir.

Bu iki tepki tarzının dışında, Nietzsche de kötümserliğin ve ironinin tarihsel düşüncede bunalım yarattığını kavrayanlardandı.

O alaycılığı ve kötümserliği tinsel dekadansın tezahürleri olarak gördü. Bu sorunu eğretileme kipini strateji olarak benimsemiş bir sanat anlayışıyla aşmaya çalıştı. Bir başka deyişle, kendinden önce Hegel’in yaptığı gibi, ironiyi dağıtmayı denedi, ama bunu Hegel’den farklı bir ruhla yaptı. Başaramadı ve romantik anlayışa geri döndü.

Tarihçi geçmişi kurgular. Belgelere dayansa da, tarih yazımında tarihçinin imgelemi etkili olur. Tarih bu anlamda gerçekçi değildir. Tarihçinin anlatısal söylemi (narrative discourse) sözcüğün yerleşik anlamında bilimsel değildir, edebi esere daha yakındır.

HAYDEN White’ın 19. yüzyıl Avrupa’sındaki tarih bilincinin, tarihsel düşüncenin ve tarihsel imgelemin ‘derin yapı’sını incelediği Metatarih başlıklı eseri, gerçekte tarihin bilim olma iddiasına kuşkuyla yaklaşan, bu iddiayı sorgulayan ve bu niteliğinden dolayı yerleşik, akademik tarih anlayışına, geleneksel tarih okullarına kafa tutan bir çalışmadır. Metatarih, geleneksel anlayışa bağlı tarihçileri ne denli öfkelendirdi ise, yenilikçi okulca da o denli sevinçle karşılanmıştır. Yayınlanmasının hemen ardından Louis O. Mink, ‘derin düşünceli bütün tarihçilerin bu kitap çevresinde düşüncelerini gözden geçirmeleri gerektiği’ yazmıştı. Dominick LaCapra ise Metatarih’in, tarihçileri ‘dogmatizm uykusu’ndan uyandırdığı görüşündedir.

Geleneksel anlayışın savunucuları anlaşılır nedenle Metatarih’i sevmezler. Beri yandan, kitap yayınlandığı tarihten itibaren başka disiplinlerden büyük ilgi görmüştür. Daha da ilginci, yayınlandıktan sadece altı yıl sonra, 1979’da Wesleyen Üniversitesi’nde düzenlenen bir konferansın konusu olmuştur.

Tarih nasıl yazılır?
Bu çığır açıcı eser 1965’de History and Theory dergisinde yayımlanan ‘Tarihin Yükü’ başlıklı denemeden doğdu. Başka deyişle, Hayden White bu denemesindeki argümanlarını geliştirdi ve beş yüz küsur sayfalık hayli hacimli bir kitaba dönüştürdü. Tezlerini daha sonra yazdığı ve Tropics of Discourse (Söylem Dönenceleri), Content of Form (Biçimin İçeriği) adlı kitaplarında bir araya getirdiği denemelerinde hem geliştirdi ve derinleştirdi, hem de Montaigne gibi, entelektüel hasımlarını tartışmaya kışkırttı. 1990’ların sonu tarihli Figural Realism’de (Figüral Gerçekçilik’de) eleştirel, kışkırtıcı, tartışma yaratıcı olmayı sürdürdü. Kitaptaki denemelerinde filolog Erich Auerbach’ın edebiyatta gerçeğin temsili konusundaki tezlerini tarih yazımı açısından ele aldı. Bir başka deyişle, Auerbach’ın gerçekçilik kavramının sözel bir ayna yaratma çabasından daha fazlasını ifade ettiği tezinin, onun değişik edebi metinler arasındaki ilişkileri incelerken çıkış noktası olarak aldığı figüralist modelin bir ölçüde tarih yazımı için de geçerli olduğunu ileri sürdü.

Laboratuardaki tarih
White denemelerinde, insanın yarattığı dünyayı retorik aracılığıyla tanımaya, kültürü dil aracılığıyla anlamaya çalışan ilk modern düşünür olan Vico’ya çok şey borçlu olduğunu belirtir. Metatarih’in harcında Foucault’nun, Nortrop Frye’ın Eleştirinin Anatomisi’nde arketiplere dayanarak geliştirdiği tipolojinin ve arketip olay örgüsü teorisinin, Kenneth Burke’ün mitlerin açıklanmasında başvurduğu analiz metodunun, Karl Mannheim’ın ideoloji teorisinin de payı vardır.

Geleneksel tarih anlayışı tarih biliminin tarihsel belgelerin nesnel bir tarzda araştırılması ve bunlardan elde edilen bilgilerin anlatılmasından ibaret olduğunda ısrar eder. Tarih yazımında bir anlamda ampirist bir yaklaşımın mümkün olduğunu düşünür. Buna göre, tarihçinin tutumu laboratuarda gözlem yapan bilim adamınınkine yakındır. Tarihçi de bilimsel ve nesneldir.

Metatarih’deki argümanlar öncelikle bu soy bir bilimsellik ve nesnellik iddialarına karşı geliştiriliyor. White, tarihin kurgusal boyuta sahip bulunduğunu ve bu özelliğinden dolayı edebiyata yakın durduğunu belirtiyor, tarih yazımı ile edebiyat arasındaki mesafeyi kaldırıyor.

Edebiyatın işlevi
Bilim niteliği taşımayan alanlarda dil ve dilsel biçimler önem kazanır. White bu nedenle tarihi dilsel biçim temelinde kavrıyor ve açıklıyor. Saussure sonrası dilbilim anlayışını tarihe uyguluyor ve ‘linguistik dönemeç’ olarak adlandırılan eğilimi temsil ediyor. White’a göre tarih yazımı dil aracığıyla gerçekleştirilen bir semiyotik bir etkinlik.

Tarihsel olarak düşünmek dil ile düşünmek demektir. Tarihçi söz sanatlarına, dilsel protokollere başvurur. Bunlar tarihsel metne yapısını kazandırırlar. Tarihsel anlamı yaratan da, tarihçinin kullandığı dilsel biçimdir. Tarihçi tarihsel malzemeyi ayıklar, seçtiği tarihsel olayları dil aracılıyla anlatı olarak düzenler, sonuçta edebi bir metin ortaya çıkar. Şu halde White’ın önemli yazılarından denemelerinden birinin başlığıyla söylendiğinde, tarihsel metin, ‘yazınsal sanat eseri’dir (literary artifact).
White tarihyazımındaki ve tarih felsefesindeki poetik öğeleri, tarihsel söylemdeki yazınsal bileşkeleri, bir tipoloji geliştirerek açığa çıkarmaya çalışıyor. Dilsel protokollere dayanarak oluşturulan dört temel tarihsel bilinç kipi ortaya koyuyor: Eğretileme (metafor), kapsamlama (synecdoche), metonomi (düzdeğişmece) ve ironi. White’a göre tarihçi tarihsel bilgiyi edebi türlere özgü kipler kullanarak anlatı (narrative) olarak örgütler. Tarihsel belgeleri ayıklar, bu belgelerdeki olaylar arasında seçme yapar ve ‘dilsel protokol’lere başvurarak bir anlatı kurar, böylelikle tarihsel alanı dilsel protokol ile canlandırır. Şöyle söyleyelim: Tarihçi geçmişi kurgular. Belgelere dayansa da tarih yazımında tarihçinin imgelemi etkili olur. Tarih, ‘tarihsel imgelem’le yazılır. Tarih bu anlamda gerçekçi değildir. Tarihçinin anlatısal söylemi (narrative discourse) sözcüğün yerleşik anlamında bilimsel değildir, edebi esere daha yakındır. Eğer tarih bir anlatı ise bu anlatının içindeki olaylar gerçekçi olarak yansıtılmış, nesnel ve gerçekçi bir tarzda yazılmış olamazlar. Yazılan tarih, epistemolojik açıdan bir nesnel bilgi içermez. Bu nedenle de tarih bildiğimiz anlamda bir bilim dalı değildir.

White böylelikle, gerçek kavramının evrenselleştirmesini, akılmerkezci bir dünya görüşünün hakikatin bütününü temsil etme ya da hakikatin anahtarını elde bulundurma iddialarını sorguluyor ve epistemolojik kuşkuculuğu kışkırtıyor. Aydınlanmacılar için akıl hakikatin tek ölçütüydü. Aydınlanma dönemi tarih felsefesinin temel niteliği ilerlemeye ve akla inanmasıydı. Bununla bağlantılı olarak, Aydınlanma döneminin temel tarihsel düşüncesi gerçekçiydi. Daha yerinde bir deyişle, gerçekçi bir dünya görüşü sunduğunu iddia ediyordu.

Kuşku ve yerginin yeri
Epistemolojik açıdan gerçekçilik iddiasında bulunmak şeyleri oldukları halleriyle ve bütünlük içinde kavradığını ileri sürmektir. Oysa tarih disiplininde farklı perspektifler hep olagelmiştir ve perspektiflerde birini tercih etmenin epistemolojik temeli yoktur. White, Aydınlanmanın sonlarında tarihsel düşünmenin bunalıma girdiği saptamasında bulunur.

Bunalımın nedeni geç Aydınlanma’nın tarihyazımına kötümserliğin gelmesidir. Bir başka anlatımla, akla ve ilerlemeye duyulan güven ve inançtan kaynaklanan iyimserlik, geç Aydınlanma’da kuşkuculuğa dönüşmüş, kuşku ise ironiyi (yergiyi) doğurmuştu. 19. yüzyıldaki, ‘tarihsel bilincin ilk evresi, Aydınlanmanın sonlarındaki tarihsel düşünmenin girdiği bir kriz bağlamında biçimlendi. Voltaire, Gibbon, Hume, Kant ve Robertson gibi düşünürler en sonunda tarihi özünde ironik terimlerle’ değerlendirdiler. İroni ‘düşüncede kuşkuculuğu ve etikte göreceliği’ dışa vuran bir dildir. İroni ile ilgili olarak söylenmesi gereken bir şey daha var:
İroni olumlu politik eylemlere kuşku ile bakar, olumlu politik eylemlerin olanaklılığına inanmaz.
Tarihi komedya
Yukarıda belirtilenin dışında bir başka kuşkucu eğilimden daha söz edilebilir: Rousseau’nun ve Herder’in Aydınlanmanın rasyonalizminden duydukları kuşku. Bu eğilimin olumlu bir yönü söz konusu. White’ın da belirttiği gibi, bu soy kuşkuculuk Aydınlanmacıların insanlıkta hor gördüğü, önemsemediği boyutlara yakınlık duymuş, empatinin tarihsel araştırmanın yöntemi olabileceğini düşünmüştür. Dikkat edilirse, Rousseau ve Herder’de ifadesini bulan haliyle kuşkuculuk ironiye romantik bir tepkidir aslında.

Bir başka tepki ise Aydınlanma rasyonalizmini gözden geçiren; fakat White’ın deyişiyle, kötümserliği dağıtmak isterken ‘tarihi komedya olarak sahneleyen’ Comte’un pozitivizmidir. Comte’un tepkisinde Rousseau’cu kuşkuculuğun insancıllığını okumak mümkün değildir. Pozitivizm, daha geniş bir düzeyde ele alındığında, fiziki bilimlerin yasalarını sosyal bilimlere taşımış, bilimsellik iddiası ve ısrarıyla sosyal bilimlere sığlık getirmiştir.

Bu iki tepki tarzının dışında, Nietzsche de kötümserliğin ve ironinin tarihsel düşüncede bunalım yarattığını kavrayanlardandı.
O alaycılığı ve kötümserliği tinsel dekadansın tezahürleri olarak gördü. Bu sorunu eğretileme kipini strateji olarak benimsemiş bir sanat anlayışıyla aşmaya çalıştı. Bir başka deyişle, kendinden önce Hegel’in yaptığı gibi, ironiyi dağıtmayı denedi, ama bunu Hegel’den farklı bir ruhla yaptı. Başaramadı ve romantik anlayışa geri döndü.

Osmanlı Devleti Döneminde Ankara

1354 yılında Orhan Gazi zamanında Süley­man Paşa tarafından Ankara Ahilerden savaşsız bir şekilde alınarak Osmanlı Devleti’ne bağlan­mıştır.

1402 yılında Anadolu’yu istila eden Timurlenk, Yıldırım Sultan Beyazıd’ı Çubuk Ovası’ndaki Ankara Savaşı’nda yendi. Daha sonra Beyazıd’ın ölümü ve Tİmurlenk’in çekilmesi üzerine bir süre karışıklıklar yaşandı. Bu duruma 141 [ yıhnda Çelebi Mehmet Ankara’yı alarak son verdi. Bundan sonra Ankara Osmanlılar için hem askeri açıdan hem de sofçuluk, kunduracılık. debbağlık ve bağcılık gibi ticari açıdan Önemli oldu. 16.yüzyılda Kanuni devrinde eyalet sistemi kurulurken bir süre Anadolu eyaletinin merkezi oldu. Daha sonra eyalet merkezi Kütahya’ya nak­ledilince 1413′de sancak merkezi haline geldi. Bu arada şehrin nüfusu ve mahalle sayısı arttı. 1555 yılında Demschwam kent krokisini çizdi.

1558 yılında Şehzade Beyazıt isyanı ve 17.yüzyılın başında çıkan Celali isyanları kente büyük zarar verdi. 1623′ de Abaza Mehmet Paşa, 1651′ de Abaza Hasan Paşa ve 1652′ de İbiş Paşa’nın saldırısına uğrayan kentimiz huzuru Köprülüler devrinde buldu. Daha sonraları da 1832-1833 yıllan arasında Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın ordulan kente egemen oldular.

1836′ da II. Mahmut döneminde tekrar eyalet merkezi oldu. 1848-1850 ve 1855-1859 yıllan arasında Bozok eyalet olunca Ankara Sancağı buraya bağlanmış, nihayet 1860′dan sonra yeniden eyalet merkezi olmuştur.

19.yüzyılın ortalarından İtibaren Güney Af­rika ve Kaliforniya’da tiftik keçisi yetiştirilmesi ve dokumacılıkta makineleşmenin başlaması sof ticaretine darbe vurmuştur.

1815 yılında büyük bir veba salgım ve 1847 yılında ise büyük bir kıtlık baş göstermiştir.

1839′da ilk defa Prusyalı subay Freih Von Wincke kentin detaylı bir planını hazırlamış ve 1869′da ilk matbaa açılmıştır. 1892′de demiryol­ları kente ulaşmış ve 1917 yılında çıkan büyük yangın bir çok mahallenin yanmasına neden ol­muştur.

Kentte arka arkaya oluşan bu olumsuzluklar 27 Aralık 1919 yılında Mustafa Kemal’in An­kara’ya gelmesiyle noktalanmıştır. Kurtuluş Savaşı sürecinde 23 Nisan 1920′de Büyük Millet Meclisi açıldı. 13 Ekim 1923′ de Ankara başkent ilan edildi ve 29 Ekim 1923′de de Türkiye Cum­huriyeti kuruldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında An­kara bozkırın ortasında çorak, balcımsız, sıtmalı bir kasaba görünüşlü kentti. Yaklaşık nüfusu 30. 000 dolaylanndaydı. Ankara aradan geçen 80 yıl sonrasında hızla gelişerek modem ve çağdaş bir kent olmuştur.

Haluk SARGIN’IN Antik Ankara İsimli Kitabından Alıntı

KAYNAK: http://www.ankara.bel.tr/AbbSayfalari/Ankara_Tarih_Kultur_Dizisi/ankaranin_kisa_tarihi.

11 Nisan 2016 Pazartesi

Kopuz ve bağlamanın Türk müzik tarihi içindeki yerleri

ANADOLU’DA BAĞLAMA
1. Anadolu’da Kopuz Kavramı
Kopuz Asya Türklerinden sonra en çok Anadolu ve Rumeli’de benimsenmiştir.
Kopuzun yapısında zaman içinde meydana gelen değişim ve gelişimler onun bu topraklarda yayılışının eskiliğini ortaya koymaktadır. Kopuzun Anadolu’ya gelişi ve yayılışı ile ilgili olarak Gazimihal şunları ifade etmektedir:

“Ud tipli ve tanbur tipli mızrap sazları Ortaçağın orta Asya uygarlığında ve ilk İslamiyet çağında Horasan’dan Anadolu’ya doğru tek asırdan çıkarak çeşitlenmişler demektir. Ülke uzlaşmaları onun haritasını Türkiye imparatorluğunun inginliği haline getirdi”

Dede Korkut hikayelerinde kolcakopuz olarak bahsedilen çalgıdaki ”kolca” sıfatının uzunca kollu anlamında ve boyunun bağlama veya cura çapında olduğunu belirten Gazimihal ”tambura tipli sazlarımızın atası kolcakopuz olduğu Ortaçağ ve Orta Asya hesabına da her şeyden anlaşılıyor” tespitini yapmaktadır.

Kopuz ve dolayısıyla bağlama geleneğinin Anadolu musiki tarihindeki eskiliği ve yaygınlığı konusunda Sadi yaver Ataman da şunları söylemektedir:

“Türk soylu çalgılarının Oğuz boylarından Anadolu’ya yayılmasıyla başlayan aşağı yukarı bir yıllık geçmişi olduğu söylenir… Yüzyıllar boyunca halk topluluklarının şen ya da hazin duygularını ezgiler halinde ortaya koyan halk ozanı ve Aşıklar halk musikisi topluluklarında efe ve yaren demeklerinde düğünlerde gelişen çalgı kültürünün Asya’dan Anadolu’ya Rumeli’ye hatta Avrupa’nın bazı bölgelerine kadar yayılan en soylu çalgılardan biri bağlamadır. Kopuzun tarihi dolayısıyla eski saz ozanlığı Karahan ve Oğuzhan destan ve hikayelerinin ırlanması (belli bir ezgi ile anlatılması) gereğine bağlı kalmış sonraları bir takım değişikliklere uğrayarak bu kuruluş aşıklık adım almıştır”.

Ozan sözcüğünün Oğuzların halk şair musikişinaslarına verilen isim olduğunu belirten Fuat Köprülü bu konuda şunları ifade etmektedir:

“Ozanlar Oğuz cemiyeti arasında hususi bir zümre teşkil ederler el ellerinde kopuzu ile eski Oğuz destanları Dede Korkut hikayeleri söylerler yeni hadiseler hakkında yeni yeni şiirler tanzim ederler (…..) 15. Asırdan sonra bu ozan kelimesi yerine Azeri ve Anadolu sahalarında Aşık Türkmen sahasında da baksı kelimesi yer almıştır. (…) Türk dünyasında bahşı ile ozan ülke ülke aynı işi paylaşmış görünüyorlar. Fakat bahşı çoğu ayin adamı kaldığı halde ozan gezgin ve ferdi sanatçı olmuştur. Aşığın yaşayış bakımından atasıdır”.

Kopuz 13. yüzyılın ikinci yansı ile l4. yüzyılın başlarında yaşamış olan ünlü halk ozanı Yunus Emre’nin şiirlerinde de görülmektedir. Bu ünlü ozanımız aşağıda verilen bir şiirinde o dönemlerde kopuza duyulan sevgi ve bağlılığın yanısıra kopuzun yapısından da bahsetmektedir:

”Ey kobuz ile çeşte.
Aslın nedir bu işde?
Eydüraslımdır ağaç
Koyun kirişi bir kaç …

Ağaç deri derildi
Kiriş ile bir oldı
Işk denüzine daldı
Beane yok bu işde…

Yunus imdi Sübhanı
Vasfeylegil gönülde
Ayru değül :ariften
Bu kobuz ile şeşte”.

Yukarıdaki dizelerden anlaşıldığı üzere o tarihlerde Anadolu kopuzunun göğsü hala deriden ve telleri bağırsaktandır. Yunus gibi şiirlerinde kopuza yer veren çok sayıdaki aşıklardan biri de Kaygusuz Abdal’dır. Aşağıdaki dörtlük onun bir şiirindendir:

”Otuz kopuz kırk çeşte elli ıklığı rebab
Hub çalınsın odada iki telli saz ile

Bunca sözü söyledik bize bili kalır yok
Kaygusuza nazar eyle bir güler yüz ile”.

Kopuz ve kopuz türevi çalgılara divan şairleri de şiirlerinde çokça yer vermektedir. Fuat Köprülü bu konuda şu tespitleri yapmıştır:

”Murad ll. Devri şairlerinden Germiyanlı Şeyhi Hüsrev-ü şirin’inde Hüsrev ile Şirin’in bir saz alemini tasvir ederken Kopuzun öyle burarlar kulağın ki çatlaturdu ağlarken damağın beytiyle XV. Asır başlarında onun bilinmekte olduğunu anlatıyor. Kopuzun XV. ve XVI. Asırlarda Osmanlı Memleketlerinin hemen her tarafında yayıldığını şairlerin eserlerinden kolaylıkla anlıyoruz. Mesela Fatih devrinde meşhur Deli Lütfi’nin Aşkın kopuzunu yine çalayınmı ne dersin? Alemlere avaze salayınmı ne dersin matla’ı pek meşhurdur… Şairlerimiz arasında kopuza en büyük meftunluk gösteren işret-Name sahibi Revani’dir. Daima olsa musahib nola dildare kopuz. Her ne telden ki çalarsa uyar ol yare kopuz matla’lı gazeliyle bu meftunluğunu gösteren Revani işret-Name’sinde; Kopuz gibi kani bir hub-avaz. Ki sazın cümlesinden ola mümtaz beyitiyle bu takdiri adeta iftirata vardırır”.

Kopuz ve kopuz türevi çalgılardan Evliya Çelebi de bahsetmektedir. Çelebi’nin yapıları hakkında çeşitli bilgiler de verdiğİ bu çalgılardan bir kaçı şunlardır: ”Çarta Ravza Şeştar Şeşhane Kopuz çöğür çeşde karadüzen yelteme tanbure barbut ufalak”.

Kopuz terimi gerek çalgı anlamıyla gerekse diğer anlamlarıyla Anadolu’nun çeşitli yörelerinde bu gün hala yaşamaktadır. Bunlardan bir kaç örnek vermeyi yararlı bulmaktayız.

”Kopuz ve kubuz -genel olarak çalgı (Alucra Uşak)

Kubur -İçel bölgesi köylerinde tek telli bir kopuz çeşididir revaçtan

düşmüş olmalıdır.
Kövür -Gaziantep ve yöresinde kullanılıp 8 veya 10 yahut 12 telli sazdır.
Kobuz : köylüce el mızıkası (Karaçay-Tokat 1933 derlemelerinden)
Saz çalgı : bir kısım halkça (Alucra Giresun) saz manasında (Bolu)
Herkesçe bir nevi saz (Şibinkarahisar-Giresun)
Kubuz bir çeşit saz (çalgı) (Konya Isparta)” .

”Kopuz: Akordeonun küçüğü bir çeşit çalgı
Kopuz : 1. Boğazı dar yer

2. Düz alanlarda görülmeyen oyunlar çukurlar

3. Deniz kıyısındaki girinti körfez”.

Kütahya’da “gubuz-atmak” sözü mübalağa edenlere mecazi manada söylenir”.

“1- Kağızıman havalisinde saza hala kopuz diyorlar

Sivas Tokat ve Yozgat taraflarında zuval değneğine yani eski döğüş

değneğine ucu topuzlu olduğu için kopuz diyorlar. Teşbihtir.
2. Yine oralarda çakmaklı ve kabza kısmı topuzlu tabancaya da teşbihten

kalma bir hatıra halinde kobuz deniliyor.Erzurum yolunda Bayburttan üç saatlik

mesafede (o ilçeye bağlı) Kopuz köyü Urfa’nın Sürüç ilçesinde kopuz

Gümüşhane’nin Torul ilçesinde kopus Diyarbakır’m Silvan ilçesinde kopusu adlı

köyler Bayazıt’ın Eleşkirt ilçesinde kopuz süfla ve kopuz ülya adlı iki ayrı köy

vardır… Şebinkarahisar yöresinin yüzük oyunu manilerinden olarak oyunun

dokuzuncu seferinde şu sözlerle kopuz hala anılıyor;

Ormanda çoktur domuz
Oyunumuz oldu dokuz
Arkadaşlar çalın kopuz
Hey zalım nenni nenni de nenni

…İstanbul’da iki telli bazen çiftetelli oyun adıyla anlamda eş olarak da kullanılmıştı (Herhalde oyunda çaldığı için) İstanbul’da Bakırköy’e bağlı bir kentin adı hala ikitelli köyüdür …Tokat’ın Reşadiye kazasından bir köyde bir bağlama çeşidinin ora yerlisince adı kopuz olduğu irice gövdesine nispetle sapının kısalığı merkezde duyulmuştu “.

”Eflani (Zonguldak) yöresinde rastladığım altı telli gövdesi yayvan bir çalgının adı koyus’du”.(SYA)

Ethem Ruhi Üngör 1978′de Ankara’da verdiği ”Türk Musikisinde Çalgılar” adlı konferans metninde Anadolu sazlarını sıralarken kaybolan çalgılar içinde Tokat menşeili ”kılkopuz”dan söz etmektedir.

Kopuz sözcüğünün Anadolu’da kullanımına Savaş Ekinci’nin Kültür Bakanlığınca yayımlanan kitabında da rastlanılmaktadır. ”Ramazan Güngör ve Üç telli Kopuzu” adını taşıyan bu kitapta kopuz teriminin bağlama yerine kullanıldığı görülmektedir. Kopuzun bu tarzda söylenişini Ramazan Güngör’den duyduğunu belirten Ekici kanımızca bu söylenişin doğruluğunu kontrol etmemiş çalışmasına aktarmakla kalmayıp kitabına da bu adı vermiştir. Altı yıl kadar Teke bölgesinde ve başta Ramazan Güngör olmak üzere bu yörenin önemli sanatçıları üzerinde yaptığımız çalışmalarda kopuz teriminin yörede bu şekilde kullanılmadığını epey bir süre önce unutulmuş olduğunu tespit ettik. Savaş Ekinci’nin böyle bir yanlışa düşmesinin sebebi kanımızca son zamanlarda Ramazan Güngör’ün araştırmacıların ilgi odaklarından biri olması ve kendi konumunu daha da orijinalleştirme isteğiyle kulaktan dolma öğrendiği kopuz sözcüğünü kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Zira böyle bir alışkanlığı olan Ramazan Güngör’ün hiç bilmediği bizden öğrendiği ve bu bölgede hiç rastlanılmayan ”şelpe” terimini de kullanmaya başladığını görmekteyiz. Ramazan Güngörden başka Teke bölgesinde kopuz ve şelpe terimlerini kullanan ikinci bir sanatçı yoktur.

Araştırmalar 13. yüzyıldan sonra kopuz adının yavaş yavaş kullanılmamaya hatta giderek unutulmaya başladığını göstermektedir. 16. yüzyılın ikinci yarısına ait bir şiirde Nev’i adeta bu durumun başlangıcını ifade etmektedir.

”Götürüp mihr-i felek bezm-i cihandan kopusu
Başladı çalmağa şeştar yine halk-ı alem” (MRG).

17. yüzyıldan itibaren kopuzun edebiyatımızda artık görülmediğini ifade etmesi bakımından aşağıdaki alıntıya yer verilmiştir.

“XVII asırdan sonra edebiyatımızda kopuza ve kopuzculara pek tesadüf edemiyoruz… Lehçetü’l Lügat müellifi Es’ad Efendi de bu ifadeyi kuvvetlendirerek kopuz’u ud ve berbat müteradifi olarak kaydediyor. Bu kayıtlardan kopuz’un XVIII. Asır esnasında da Garp Türkleri arasında hala tanındığını ve ma’mafih artık eski şöhretini muhafaza edemeyeceğini anlamaktayız” (MFK).

Kopuz gibi çağlan aşarak gelmiş köklü bir çalgının birdenbire tarih sahnesinden çekilmeye başlamasının nedenleri genişçe bir araştırma gerektirmektedir. Ancak eldeki varolan bilgiler bu nedenlerin en önemlilerinden birinin kopuz hakkında başlayan bilgisizce karalama anlayışı olduğu yolundadır. O kadar ki bu karalamalardan sonra yakın zamanımıza kadar süregelen ve saz çalmanın günah olduğu fikrini doğuracak kadar ileriye giden bir kötülüğün tohumlan atılmıştır. Gazimihal bu konuda şu yorumu yapmaktadır:

“Divanlarda kopuzun anılışı hiçe düştüğü o arada yobaz kalemlerin sazı istihfaf örnekleri tek tük yazıya geçebilmiş göründüğü bir çağda okur-yazar olmayanların cahilce kötüleme cereyanının kulaktan kulağa şehir halkı arasında daha yıkıcı bir rol oynayacağı pek tabii idi. Neticede kopuzun hayatiyet ve hatta adı bilhassa Anadolu’da bu baskının açıkça sillesini yedi”

Çalgı çalmanın özellikle de saz çalıp türkü söylemenin günah olduğu inancı azalmış olsa da günümüzde de hala sürmektedir. Öyle ki bu anlayış günlük dile ve atasözlerine de yansımıştır. Anadolu’da çoğu yerde ”en kötü meslek çalgıcılıktır onu da öğren unut” ”kırkında saza başlayan kıyamette çalar” ya da ‘’saz çalıp türkü söyleyen cennete giremez” gibi deyim ve sözlere ne yazık ki bu gün bile rastlanılmaktadır. Hatta kimi zaman halk sazları kendi yurdunda yasaklamalarla da karşı karşıya kalmıştır. Bu konuda Halil Bedii Yönetken’in derleme için gittiği Kütahya’da yaptığı tespit ilginçtir. Bu nedenle çalışmamızda bu tespite yer verilmiştir:

“1938′de Kütahya’ya vardığımız zaman bir müddetten beri şehir içinde bağlama ve davul-zurnanın yasak edilmiş olduğunu öğrendik halkın sazını menetmek dilini konuşmasını menetmekten farksızdı derhal o gün bizimle beraber trenden inmiş olan yeni valiyi ziyaret ederek bu memnuiyetin kaldırılmasını rica ettik ricamız yerine getirildi bütün halk bundan son derece memnun oldu düğün bayram ettiler ve bu bizim işimizi kolaylaştırdı.”

Bu örnekte olduğu gibi yerel yöneticilerin halk sazlarını yasak etmelerine Anadolu’da defalarca rastlanılmıştır. Bu nedenle klarnetin Anadolu’da bir çok yere zurnanın yasak edilmesi üzerine girdiği görüşü vardır.

Kültüre yüzyıllar boyu darbe vurmuş olan bu anlayışın oluşmasının ardından kopuz şüphesiz Gazimihal’inde belirttiği gibi Anadolu’da da sille yemiş ve belki de ‘’saz” veya ”bağlama” terimleri bu yüzden tercih edilmiştir. Ancak çalgı ve yöre adı olarak kullanılmasının yanında günlük dilde çeşitli anlamlarına da rastlanılan kopuz terimi Anadolu’da günümüze kadar hep varolmuş ve yaşamıştır.

2. Anadolu’da Bağlama ve Saz Terimine Geçiş

Anadolu’da kopuzdan sonra tambura tipli çalgıların genel adı olarak kullanılan terimler ‘’saz” ve ”bağlama”dır.

Aslen Farsça olan ve Farsça’dan Türkçe’ye geçen ‘’saz” terimi halk sanatçılarının şiirlerini söylerken çaldıkları telli çalgının genel adıdır. Bu nedenledir ki aşıkların şiirlerini sazla birlikte söylemelerinden dolayı son çağ edebiyat tarihçileri aşıklara ‘’saz şairi” yarattıkları edebiyata da ”aşık edebiyatı” adını vermişlerdir. Saz teriminin anlamları konusunda çeşitli kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır:

“Saz: musikinin her türlü aletine saz deniliyor

-Genel alet anlamında ve yaşamak için ihtiyaç duyulan şeyler anlamında da (gıda-eşya)

Yol tarik gidiş yöntem mevki topluluk ahenk göç kuvvet”

Saz – çeng ud tambur gıyçek rubab gibi benzer bir musiki aleti.

Özel bir çalgı genel anlamda saz.

Sahten (yapmak) fiilinden emir şekli.

Saz – yap demektir. Yapan manasına gelir (cilve-saz-cilve yapan)”.
“Saz-(Fars.) (Saz) a. bağlama

Sazandar. – (Fars. Sazende’den bozma) a. zakir

Sazcı. – a. zakir
Sazende. – Fars; (Sazende) a. zakir”

”Saz (I) Çayır
Saz (II) Kavrulmuş un içinde sirke soğan ve et konularak pişirilen yemek
Saz (III) Hamut Çemberi (arabalarda).
Sazak (IV) [Sazaklık Sazlık Sazmak (I) ]
1. Bataklık sazlık
2. Pınarların derelerin ayağındaki otluk yerler.
Sazlanmak [Sazıldanmak] kendi kendine yavaş sesle şarkı söylemek;
Sazıldanarak yürüyen farkına varmadan yol açılır”.

Görüldüğü üzere çalgı adı olması dışında çeşitli anlamlara da gelen saz terimine günlük dilde özellikle atasözlerinde ve deyimlerde sıkça rastlanılmaktadır. Anlayana sivrisinek saz anlamayana davul zurna az aşık sazla maşuk nazla müteselli olur saza saz söze sözle mukabele etmeli bunlardan birkaç örnektir. Saz altında dolaşmak” ise omuzunda saz ile diyar diyar gezmek anlamında aşıkların kullandığı bir deyimdir. Saz terimi halk şiirinde de çokça geçmektedir.

Ben gidersem sazım sen kal dünyada
Gizli sırlarımı aşikar etme (Aşık Veysel’den)

Şu sazıma bir düzen ver
Teller de muradın alsın (Aşık Ali İzzet’ten)

Şahinim var bazlarım var
Tel alışkın sazlarım var (Karacaoğlan’dan)

Gazimihal Türkçe’deki ‘’saz” ile Farsça’daki ‘’saz” terimlerini çeşitli yönleriyle karşılaştırmakta ve bu terimin bizdeki farklı anlamları ve kullanımı konusunda şu yorumu yapmaktadır:

”1. Anlaşıldı ki Farsça imaleli saz ve saht cihaz demektir. Nitekim o dilde geçerlikteki sazende nispetinin ana anlamı da yapıcı imal edici demektir. Çalıcı anlamından da sazende ve çoğunlukla Arapça’dan mutrib sözünü kullanırlar (İran’da).

2. Halbuki Türkçe uzatımsız saz sözü sazlık yerlerdeki bazı uzun saplı bitkilerin sürekli rüzgar altında yerli yerinde çıkardıkları vızıltı ve sızıltılardan mülhem bir onomatopedir. Farsça’nın yukarıda gördüğümüz saz kelimesi pek eskiden batı Türkçe’sine girmiş ve Türkçe saz yansıtmasının etkisinde kalarak gerçekten de onun gibi uzatımsız bir hal almıştır. Sazendeyi uzatmalı fakat Farsça saz’ı kısa söyleriz. İranlı saza da saz der. Sonra bu Farsça’dan alınma saz ve sazende kelimelerini köylümüz hiç kullanmazlar. Telif ve divan yazarlarıyla şehirli musikicilerimiz kullana gelmişlerdir. Ferhenklere göre saz kelimesinin dokuz anlamı vardır bunlardan birincisi alet ve özellikle musiki aleti demektir. Öbür sekizi Türkçe ye hemen hiç geçmemiştir. Neden yalnız alet anlamı dilimize geçebilmiştir? Bunu yine Türkçe saz onomatopesti yüzünden görmek hiç de yanlış olmayacaktır. Saz vızıltısını bilen Türk Farsça sazı ona benzeterek benimsemiş olmalıdır. Halbuki tekrar ediyoruz Farsça saz asılda alet Türkçe saz asılda kaba hasır otu demektir… Farsça saz Anadolu’nun Türkçe metinlerinde bidayetten itibaren yer almıştır. Payitaht dilinde ince saz ve kaba saz ikiliği kullanıldıysa da köylüler incesazı benimsememiş davul zurna takımına da hiç bir zaman kabasaz dememişlerdir. Payitahtla ele alınan batı aletlerine de saz denilir oldu fakat sazende ince saz çalışlarına denilmekte devam etti. İç illerde saz tanbura ve kopuz çeşitlerinin adı oldu. İşte bu saz adı Türkçe olmalıdır… Kanaatimizin özeti şimdi daha kesinlikle şudur: Türkçe saz bir onomatopedir. Madeni tellerin sazlık vızıltısı gibi sızlanmalarından kinayedir. Madeni tellerin tatbikinden önce kopuz çeşitlerinin sesi daha kalın ve tok düşmek gerekirdi”.

Anadolu’da tanbura tipli kopuz türevi çalgılara madeni tellerin takılmasından önceki dönemlerde saz denildiğine dair bir bilginin olmayışı bu terimin yaklaşık 17. yüzyıldan sonra bu çalgılar için kullanılmaya başlandığını göstermektedir. Anadolu şiirlerinde türkülerinde yürek sızısı ile saz sızlamasının özdeşleşerek hep yan yana düşmesi aşıkların saz sanatçılarının sazı özellikle sızlatarak çalmaları da Gazimihal’in tespitlerini doğrular niteliktedir.

”Bağlama” terimi ‘’saz”dan sonra bu çalgıda ikinci derecede kullanılan bir diğer addır. Bunun yanında Anadolu’da çok çeşitli anlamlarda kullanılan bağlama terimi hakkında bazı kaynaklarda şu bilgiler bulunmaktadır:

”Bağlama saz şairlerinin şiirlerini okurken çaldıkları küçük saz sapına perde bağlanması dolayısıyla bu çalgıya bağlama denmiş olacağı ağırlıktadır.

Bağlama kitap yazma telif etme karşılığında kullanılan terim.”(CÖ)

”Bağlama; potin yemeni
Bağlama; Kağnıda iki oku mazı üzerine tespit eden ve enine konulan ağaç
Bağlama; [bağlak (IV)] 1 Yemeni renkli basmadan yapılan baş örtüsü
Bağlama; ip kendir.
Bağlama düzeni; bağlama denilen sazın akortlarından biri.
Bağlamalık (II) Bağlama yapmaya elverişli bağlamalık ağaç”.

Bağlama terimine saz da olduğu gibi Anadolu şiirlerinde türkülerinde deyişlerinde sıkça rastlanılmaktadır. Aşık Kul Yusuf ile Dadaloğlu atışmasından bir bölümde Kul Yusuf’un dizeleri şöyledir;

“Ağ’lar bu çocuğun bana kastı ne
Bağlamasın kıvrakç’almış destine
Yedi kat yer yedi kat gök (neyin) üstüne
Buna da bir çare bul sarı çocuk.”

Bağlamam perde perde
Düşürdün beni derde (Giresun Türküsü)

Elindedir bağlama
Karagözlüm ağlama (Denizli Türküsü)

Alıverin bağlamamı oymadan
Gidiyorum ben sılama doymadan (Kırşehir Türküsü).

”Bağlama” teriminin nereden geldiği ve hafızalara yerleştiği günümüzde kesin olarak aydınlatılamamış bir husustur. Bu konuda çeşitli görüşler bulunmakla beraber bunlardan sapına perde bağlanması dolayısıyla bu çalgıya bağlama denmiş olabileceği ağırlık kazanmaktadır. Bir başka dikkat çekici görüş de göğsü deri olar bu çalgının göğsünün ağaçla kapanması bağlanması sonucu bu adı almış olabileceği doğrultusundadır. Ancak her iki görüş de bazı soruları beraberinde getirmektedir. Yaklaşık 17. yüzyıldan sonra kullanılmaya başlanan bağlama sözcüğü eğer sapa perde bağlanmasıyla ilgili ise sazlarda perde fikrine yakın bir zamanda geçilmiştir ki bu da akla yakın değildir. Ayrıca bu doğrultuda sapına perde bağlanan diğer sazların adının neden bağlama olmadığı akla gelmektedir. Bu kullanımın sadece Anadolu halkı arasında geliştiğini düşünmek (Anadolu’da bu gün hala gelenekten yetişen eski ustalar ”perde”den ziyade ”bağ” terimini kullanmaktadırlar) konuyu çözüyor gibi görünse de yine de bu husus yeterince aydınlatılabilmiş değildir. Bu konuda Gazimihal’in tespit ve yorumları şunlardır.

“Bizde bağlama (Osmanlı Mısırında Tanbur Bağlama) vadesi kesinlikle kestirilemeyen bir dönemeçten sonra orta boy saplı mızrap sazının sıfatı olmuştu. Evliya Çelebi’de bu ad henüz yoktur. Şu halde XVII. yüzyıl sonlarında eski bir adın halk dilinde yerini bağlama tuttuğuna inanmamız gerekiyor. Terk edilmiş ad kopuzun kendisi olmak gerekmektedir. Bağlama nispeti sazın kendisinden önce perdelere mi yoksa gerili deriye sonunda tercih edilen tahta göğüs kapağına mı verilmişti istifhamı keza şimdilik çözülememiştir: Çünkü Anadolu’nun XIV. yüzyıl metinlerine doğru inildikçe bağlamak fiili kapsamlı anlamıyla kapıyı kapamakta kullanılmış görünüp buna göre göğüs kapağı bilhassa kastedilmiş olabilirdi (Kaplamaktan kaplama deyişimiz gibi). On sekizinci yüzyılda artık sazın kendisine bağlama denildiği biliniyor… 1942 ortalarında Bursa’da kaldığım günlerde şehir müzesi kitaplığının 1109 numarasında h.1175 (= 1762) tarihli bir el yazması görerek kitabın (Yıldırım Bayazıt Han mütevellisi Mehmet Ağa’nın Oğlu) kaydıyla birlikte metinden şu cümleleri iktibas etmiştim: Türk Darp usulünde bulunan ve lisansı etrake bağlama ve bulgarı tabir olunan sazı çalan… (?) kayabaşı türküleriyle zaruri ülfet… (s.53)… Bağlama ile Bulgari’yi aynı tutması aynı yıllarda Paris’te Delaborde’un Türk sazları Bağlama ve Tanbura’yı eşit göstermesiyle karşılaşmıştır. Bu ayniyetler kendi inancımızca da muhakaktı… Batı kaynağından aynı çağ Fransız musiki yazarı De Blainville’in Musiki Tarihinde de Türk Musikisi bahsinde bağlama geçer… Sazın perde bağlan anlamıyla bilhassa Arapların fazlasıyla kullandığı Farsça destan adını Anadolu’da hiç bir sazcı hiç bir çağda bilip kullanmamış perde yahut perde bağı bizde şehirlerde de kullanıla gelmiştir” .

Cumhuriyetten sonra sazın (bağlamanın) yavaş yavaş şehirlere taşınması ve başta TRT olmak üzere çeşitli kurumların bünyesinde oluşturulan topluluklarda Anadolu halk müziğinin icra edilmeye başlanması sonucunda gelişen ihtiyaçla saz boyları standartlaştırılmış ve grup teşkil edecek şekilde bir bağlama ailesi oluşturma yönüne gidilmiştir. Büyüklü küçüklü yaklaşık beş ya da altı yapıda toplanan bu ailede alt açık teli 440 frekanslı ”La” sesine akort edilen ve dörtlüsü olan ”Re” sesi karar alınarak çalınan tekne boyu 45-46 cm. tel boyu (üst ve orta eşik arası) 95-96 cm. civarında olan yapıya bağlama denilmiştir. Ailenin diğer üyeleri meydan Sazı divan sazı gibi saz eki ile söylenirken bu boy için yalnızca bağlama denmiştir (eski sanatçılar hala gerçek bağlamanın bu olduğu görüşündedirler). Ondan daha küçük olan alt teli bağlamanın dörtlüsü olan ”Re” sesine akort edilen ve bu ses karar alınarak çalınan yaklaşık 38-40 cm. tekne boyundaki yapıya ”tanbura” ya da ”tambura” ismi kullanılmaya başlanmıştır. Böylece bağlamanın ve tanburanın bir oktav tizi olan ”bağlama curası” ve ”tanbura curası”nın eklenmesiyle bağlama ailesi oluşmuştur. Daha sonraları saz sanatçılarının akortlarında karar sesi ortalama olarak kadınlar için ”Do” erkekler için ise ”Fa” sesinin yerleşmeye başlaması nedeniyle saz boylarının büyütülmesi ihtiyacı doğmuştur. Tambura biraz büyütülerek yaklaşık 41-?42 cm. divan sazı ise 51-52 cm. tekne boyunda bir yapıya kavuşmuştur. Boyları daha fazla büyümeye elverişli olmaması nedeniyle (çalış zorluğu bakımından) ”meydan sazı” ve ”bağlama” (dolayısıyla bağlama curası) zamanla kullanılmamaya başlanmış böylelikle radyolarda genel ad olarak ‘’saz” ve özelde ise ”divan tambura ve cura” terimleri öne çıkmıştır.

3. Kopuzda (Bağlamada) Meydana Gelen Değişimler

Kopuz ve onun devamı olan bağlama en önemli değişim ve gelişimini Anadolu’da sağlamıştır. Asya Türk kültürünün köklü bir uzantısı olarak Anadolu’ya getirilen kopuz çeşitli medeniyetlerin beşiği olan Anadolu topraklarının zengin kültürü içinde yoğrularak zamanla çok gelişmiş bir yapıya ulaşmıştır. Fiziksel özellikleri tınısı ve çalış teknikleri ile özgün bir karakteri olan ve sürekli gelişerek büyüyerek gelen bu sazın ufkunu ve oluşabilecek yeni gelişmelerini kestirebilmek bu gün bile güçtür. Kopuzda geçmişte meydana gelen köklü değişikliklerden en önemlisi aaaal tele geçiştir. Zira aaaal tel bu çalgıya tınlayış ve kullanım ( el ile ve mızrapla) bakımından at kılı bağırsak ve ipek tel gibi birbirine yakın mat tınılardaki dayanıksız maddelerin çok ötesinde farklılıklar getirmiş adeta çığır oluşturmuştur.

Madeni tellerin halk sazlarına ilk kez nerede ve ne zaman takıldığı konusu müzik tarihimizin henüz çözülmemiş konularından biridir. Gazİmihal Groves Müzik Kamusu’nun String (tel) maddesindeki aaaal tellerin eskiden doğuda bilinmediği ve ilk olarak Miladi 1350 yılında Avrupa’da keşfedilerek klavikord ve harpsikordun icadı üzerine bu aletlerde kullanılıp yayıldığı görüşüne karşılık olarak 13. yüzyılda Urmiyyeli Safiyfiddİn Abdülmümİn’in icat ettiği ”nüzhe” adlı yatağan türü 103 kirişli bir çalgıyı örnek göstermektedir. Gazimihal bu çalgının kirişlerinden bazılarının pirinçten olduğunu belirterek ”Madeni tellerin sazlara benimsetiliş başlangıcı Şarkta Avrupa’dan biraz daha eskidir Horasan ötesi Asya kaynağına çıkmaktadır” demektedir. Tarihçi Von Hammer kendi Osmanlı Tarihi ciltlerinde madeni saz telini Türklerin İstanbul’a soktuğunu İfade etmektedir.

Madeni tellerin bağlamada ilk kez ne zaman kullanıldığı konusunda ise kopuz olarak bilindiği yaklaşık 14. yüzyıl Osmanlı Devleti döneminde Anadolu’da madeni tel takıldığı ve buradan Asya’ya yayıldığı yolunda araştırmacılar arasında ortak bir görüş vardır. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamemde yer verdiği tel tanburun Kütahya’da icad edildiği bilgisi üzerine araştırmacı Sadık Uzunoğlu şu yorumu yapmaktadır. ”Halen kullanılmayan bu saz adından da anlaşılacağı üzere tellidir ve ilk madeni telli bağlama bundan doğmuş olmalıdır. Yani madeni tel ilk olarak Kütahya’da saza tatbik edilmiş diyebiliriz. Ancak ihtimaller üzerine kurulu olan bu görüşü kanıtlayacak başkaca bir bilgi bulunmamaktadır.

Düşüncemize göre aaaal telin kolay ve uzun tınlayış özelliği sonucu doğmuş olan ve yalnızca Güneybatı Anadolu Yörük kültüründe görülen ”parmak vurma” tekniğine Asya’da rastlanılmaması da aaaal tele Anadolu’da geçildiğinin bir başka kanıtı olabilir.

Fiziksel yapısı ve ses rengi daha önceki malzemelerden çok farklı olan madeni tel kopuzda muhtemelen önceleri-kirişlerle birlikte ve az sayıda kullanılmıştır. Zira asırlar boyu süregelen bir ses zevkinin içine oldukça farklı yeni bir tınının girebilmesi hatta bu yeni tınının bütünüyle eski anlayışın yerini alması kanımızca çok uzun bir süreçte gerçekleşmiş olmalıdır. Madeni tellerin zor bulunuşu ve yeni gelişmeleri kolayca kabullenmeyen gelenekçi anlayış da bu sürecin uzamasının sebepleri arasında düşünülebilir. Tel konusunda bir çok eski yeni ve yabancı kaynağı inceleyerek kopuz tipli eski sazların takriben 14. yüzyılda Anadolu’da aaaal tele geçtiği tespitini yapan Gazimihal 16. yüzyıldan bahisle:

“Tanbura tipli sazlarda mucitlik o çağlar için tel ve düzen yenilikleri yapmaktan ibaretti. Boy boy sazlarda çap ve cins bakımından en kaynaşık tel takımlarını denkleştirip benimsetmeye bakıyorlardı ki işin sonu bütün telleri madeni olan bağlama vasatında XVII. yüzyıl sonlarında karar kıldığı anlaşılıyor. Bu ad eski (orta boy) kopuzun tek ismi kalarak öbür eski sıfatlar ve hatta kopuz kelimesi kamilen tarihe karıştılar” demektedir.

Kopuza yeni bir tını getirmesinin ardından aaaal telin bu saza en köklü etkilerinden biri de ağaç göğüse geçilmesidir. aaaal tellerin zamanla kirişlerin yerini alması hatta çift çift takılması sonucu oluşan basınca dayanamaması ve ısıya karşı hassaslığı nedeniyle deri yerine ağaç göğüs kullanılmaya başlanmış olmalıdır. Gazimihal’in şu görüşü fikrimizi doğrular niteliktedir. ”Kopuzun pek eskiden kısa saplıları da Asya’da vardı. Göğsü deridendi teller madeni değildi. Tahta göğüs ve madeni teller bir gelişme halinde Anadolu’da kararlaşmış boylar da çeşitlenmiştir.”

Ağaç göğsün ilk kez hangi tarihte kullanılmaya başlandığı da bu gün bilinememektedir. Gazimihal’in kopuza tümüyle madeni tel takılışının 17. yüzyılın sonlarında başladığı tespiti doğru ise ağaç göğüs kullanımına da aynı yüzyılda geçildiği düşünülebilir.

Bağırsak veya ipek telden madeni tele geçmek kopuza (Bağlamaya) icrada köklü değişiklikler getirmiştir. Binlerce yıldır el ile çalınan bu sazda parmaklar yerine çeşitli maddelerden yapılan bir araç ile tellere vurarak ses çıkarma anlayışı gelişmiş buna bağlı olarak da el ile çalış tekniğinin terk edilmesi sürecine girilmiştir. Sazlarda bir araç kullanarak çalma fikrinin ilk kez ne zaman başladığı hususu günümüzde kesinlik kazanmamıştır. Ancak anlaşılan şudur ki bu uygulama madeni telin çalgılarda kullanılmaya başlanması sonrasında (yaklaşık 14. y.y.) yavaş yavaş gelişmiş yaklaşık 17 .yüzyılda tüm telleri madenİ ( çift çift takılı ) olan kopuz ve kopuz türevi çalgılar döneminde iyice yerleşmiştir. Araştırmacılar arasında bu oluşumun Osmanlı Sarayı ve çevresinde meydana geldiği ve buradan Asya’ya geçtiği görüşü vardır. Saray ve çevresindeki kalabalık fasıl heyetlerinde el ile çalındığı için sesi az çıkan sazların sesini duyurabilmesi ihtiyacı bu oluşumun temel nedeni olmalıdır. ”Mızrap” adı verilen bu araçların özellikle demir boynuz kemik tahta vb. sert maddelerden yapılması da görüşümüzü doğrular niteliktedir. Aslen Farsça olan ve içinde ”darp vurma” anlamını da taşıyan ”mızrap” (=mıdrap-d ve z içice) terimi de bu oluşum sonrası özellikle ”çalgı çalmada kullanılan araç” anlamıyla terminolojiye yerleşmiştir. Madeni tel öncesi kopuzda mızrap kullanıldığı yönünde elimizde bir bilgi yoktur. Zira bağırsak veya ipek gibi hassas maddelerin böylesi sert bir yapının darplarına dayanabilmesi güçtür. Bu nedenle kullanım ve tınlayış bakımından bağırsak veya ipek tel ile mızrabı yan yana düşünmek oldukça zordur.

Çalgıların icrasında kuş tüyünün mızrap olarak kullanıldığı hususunda bazı kaynaklarda minyatürlerde çeşitli bilgiler ve resimler bulunmaktadır .Ancak bu kullanımın İlk kez hangi yüzyılda görüldüğü konusu açık değildir. Kuş tüyü el ile çalıştan mızraplı çalışa geçişin ilk maddesi olabilir. Ya da sert aaaal tellere sert mızrapla vurularak güzel ses çıkarabilmenin zorluğu nedeni ile yumuşak mızrap arayışının bir sonucu kullanılmış olabilir. Fakat özellikle volümünün düşük olması istenilen tonu verememesi vb. nedenlerle sonraları terkedilmiştir. Yakın zamana kadar ud mızraplarında kartal kanadının ortadan ikiye bölünüp uygun hale getirilmek suretiyle kullanıldığı görülmüşse de bu kullanım da daha sonra kaybolmuştur.

Mızrap fikrinin sazlarda yerleşmesinin bir başka nedeni de aaaal telin çift çift takıldığında da sağlıklı olarak ünison akortlanabilme özelliğidir. Zira bağırsak veya ipek tel çift olarak uygulandığında akort yönünden sağlıksız sonuç vermekte bu nedenle sazlara tek tek takılmaktadır. Çift takılışta en iyi sonucu aaaal tel vermektedir. Böylece sazlarda tel sayısının artmasıyla mızrap kullanımı daha da yerleşmiştir.

Osmanlı Sarayı ve çevresinde meydana gelen bu oluşumun Anadolu halkına ve kültürüne ilk yansımasının bu çevreye yakın şehirlerle Osmanlı’nın uğrak yeri durumundaki belli merkezlere olduğu kanaatindeyiz. Bu kültürün Anadolu’daki uzantıları ve etkileri konusunda Adnan Ataman şunları ifade etmektedir.

“Anadolu’da genellikle sıra sohbet geceleri olur. Bunların içinde az çok müziğin mürekkebini yalamış sanat müziği ile iştigal edenler vardır. Bizim bölgemizde de sanat müziği kültürü çok var. Özellikle Kastamonu tarihinden gelen özellikle münevver müziğine saray müziğine yatkın kulaktadır. Yorgansız Hakkı Mümin Meydani filan bunun içinden yetişmiş kişilerdir.”

Divan kültürüne yatkın hatta edebiyatıyla sazlarıyla ve küçük çaplı fasıllarıyla bu kültürün çeşitli öğelerini içinde barındıran Anadolu’nun çeşitli yörelerinde mızrap gibi gösterişli bir yeni oluşumun süratle benimsenmiş olmasını yadsımamak gerekir. Bu geçişin ilk kez ne zaman olduğu bu gün için kesin olarak belli değilse de bir sazın mızrapla çalınabilmesinin sazın madeni telli oluşuyla doğru orantılı olması ve madeni tel bulabilmenin o devirler için zorluğu bu çığırın Anadolu’ya epeyce geç ulaştığı fikrini doğurmaktadır. Ancak her şeye rağmen mızrap kavramı ve terimi Anadolu’nun bir çok şehrinde zamanla en eski geleneklerden olan el ile çalışı terk ettirecek kadar benimsenmiş ve şehirlinin müziği artık mızrap öğesinin belirleyici güdümüne girmiştir. Muhtemelen bundan sonra el ile çalıştan kalma tartımların aktarılması farklı farklı mızrap vuruş şekillerinin keşfedilmesi ezgilerin ayrıştırılması ve çoğaltılması süreci başlamıştır. Özellikle daha sonraları demir boynuz kemik tahta gibi sert cisimler yerine kiraz ağacı kabuğu vb. daha yumuşak ve esnek bir maddenin kullanılmaya başlanması da müziği iyice mızrap öğesine kilitlemiştir. Artık ustalık çokça kullanılan ve kıvrakça atılan mızraptadır.

18. yüzyıl şairlerinden Kamil’in aşağıda verilen dizeleri mızrap kavramını ve o devirde saz çalma sanatına bakış açısını ortaya koymaktadır:

”Bunu ben bir kolay sanat sanırdım
Mızrabım kınldı bozuk çalarken”

18. yüzyılda yazılmış Fransız Delaborde’un Paris 1780 tarihli “Essai sur Lamusique” adlı kitabında yer alan “bağlama ” tanımında (ki bu bağlamanın yazılı kaynaklardaki bilinen en eski tanımıdır) mızrap kavramı geçmektedir. Dolaborde “bağlama veya tanbura hemen aynen sevuri (=çöğür) şeklindedir fakat ondan çok daha küçük olup sadece üç tellidir. Bunlardan ikisi çelik ve biri pirinç teldir. Sapta kiriş teller sanlıdır; seslerin daha keskin çıkması için tellere bir tüy ile dokunulur” demektedir.

Yaklaşık 17. yüzyılda geliştiği ve 18. yüzyılda tam anlamıyla yerleştiği düşünülen mızrap fikrinin Anadolu halk sanatçılarına ve çeşitli kültür çevrelerine geçişi çok sonraları olmuştur. Geleneğine sıkı sıkıya bağlı ve ondan ödün vermeyen Anadolu köylüsü bu yeni oluşumu çok geç ve yavaş yavaş kabullenebilmiştir. Örneğin Seyrani’nİn aşağıda verilen dizelerinde Anadolu’da 19. yüzyılda hala el ile çalma geleneğinin sürdürüldüğü anlaşılmaktadır:

“Kim çalarsa kara düzen bağlama
Kullanır parmağın mızrap yerine” .

Bunun gibi günümüzde Anadolu’da mızrap yerine kullanılan ve oldukça değişik söyleyişleri bulunan halk üretisi “aaaene” terimine yazılı metinlerde ve eserlerde rastlanılmaması bu terimin sonradan Türkçe’ye yerleştiği ve mızrap kavramının halk kültürüne çok geç girmiş olmasının bir başka kanıtıdır. “aaa” kökü üzerine kurulu “aaaene” gibi çeşitli Türkçe sözcükleri inceleyen Gazimihal’in “bunların şehir ve yazı dilimize girmeyişleri halk ağzında nispeten geç türeyip yer yer kalıplanışlarındandır. Yazılı metinlerde ve eserlerde olduğu gibi halk şiirinde de hemen hemen hiç rastlanılmayan ”aaaene”nin halk mantığına oturuşunu algılanışındaki duygusal anlayışı ve inançlarla olan bağlantısını Yetik Ozan’ın yakın zamanımızda söylediği ünlü ”Bağlama” şiirinde şu dizelerde bulmaktayız.

“Aslı saçlarını yönüne sermiş
Altı tel koparıp göğsüne germiş
Kerem yarasından bir kabuk vermiş
Sızlaya sızlaya vurası vardır”.

Mızrabın Alevi-Bektaşi topluluklarında kullanılmaya başlanması ise hemen hemen 20. yüzyılın ortalarından itibarendir. Kendi içinde kapalı bir yaşam sürdüren ve ibadete dayalı köklü bir müzik kültürü olan bu topluluklarda icracıların bir çoğu bu gün bile ısrarla el ile çalma geleneğini devam ettirmektedir. Mızrap kavramı ile tanışan ilk bir kaç kuşak ise önceleri tümüyle el ile çalmakta iken çeşitli etkiler sonucu mızrap kullanmaya başlamış ve zamanla el ile çalışı terk etmişlerdir. 20. yüzyılın ünlü halk aşığı Veysel’in de niceleri gibi aslında yalnızca el ile çaldığı ve mızraba sonradan geçtiği araştırmalarımız sırasında tespit edilen bilgiler arasındadır.

Alevi kültüründen yetişmiş Erzincanlı sanatçı Ali Ekber Çiçek 1959 yılında on iki yaşındayken katıldığı Yurttan Sesler’de Pir Sultan’dan bir deyişi yöresinin deyimi ile ”Şelpe” çalarak söylemiş ve Türkiye radyolarında el ile çalan ilk kişi olmuştur. Ancak anlaşılan odur ki daha sonraları tarzını ”bozuk düzen” akordunda kendine has kullandığı aaaeneler üzerine kurarak el ile çalma geleneğini ve bağlama düzenini ilk terk edenlerdendir (bu gün hala radyo sanatçıları ve bazı halk kesimleri arasında üstten sıyırarak atılan tarama aaaene ile deyiş icrası için; Ali Ekber düzeni veya Ali Ekber mızrabı denilmektedir). Atalarının dedelerinin yüzlerce yıldır hep ”şelpe” ile çalıp söylediğini aaaeneyi şehre geldikten sonra öğrendiğini belirten Ali Ekber Çiçek ”aaaeneler radyo kurulduktan sonra melodi anlaşılsın diye icat edildi aaaeneden sonra melodiler çoğaldı” demektedir. Bu konuda Suat Işıklı’nın görüşleri de şöyledir:

“aaaene dediğimiz mevzu sonradan çıktı. Eski ozanların hemen hepsi el ile vururdu. Aşık Veysel çok kere bizzat yanımda çalıp okumuştur. El ile çalardı. aaaene sazın şehirlere intikalinden sonra olmuştur. Saz asrileşti ilk otantik çalışla şimdiki arasında çok değişiklik oldu. Saz da değişti perde de değişti motif de değişti müzik de değişti. Bunun sebebi şehirleşmedir”

1967 yılında TRT’nin yurt çapında düzenlediği derleme gezilerinde Burdur başta olmak üzere Burdur ve civarında on günlük bir araştırma-derleme çalışması yapan Sarper Özsan’ın da bu konuda tespitleri şunlardır:

”O bölgede genellikle büyük boy saz çalınmıyordu. aaaene yok denecek kadar azdı. Yerel sanatçılar genellikle el ile çalıyordu. aaaene ile çalanlarda adeta el ile çalmayı taklit ediyordu. Yurttan seslerin aaaene tekniğinden farklı idi. Bana göre en orijinal en özgün olanı el ile çalış idi. Büyük hayranlıkla. bir konçerto dinler gibi hayret ve şaşkınlıkla izledim.”

Ali Rıza Yalgın Güneydoğu Anadolu Yörük Türkmenlerinin çağur bağlama ırızva ve bulgari gibi sazlarını anlatırken şu tespitleri yapmaktadır:

“Cenubi Anadolu’da şimdiye kadar adı geçen sazların çağur’dan madasında mızrap kullanılmaz. Hepsi de tıpkı KİTERA gibi şahadet Parmağı ile çalınır… Çukurova halk şairleri ve çalgıcıları iki türlüdür.

1. Şehirleşmiş halk şairleri. 2- Gôçebe ve kôylü halk şairleri. Bu iki nevi halk şairinden birincileri çaldıkları çalgı ve okudukları parçalara eski usul divanlarda yazılı adları sıralayarak o metoddan ayrılmayanlardır. Borlu Aşık Şeydai bu zümredendir. Halbuki saf kôylü ve göçebe halk şairleri tamamen hürdür. Bunlar yalnız. çalıp okuyacakları parçaların güftelerine bağlıdırlar. Seslerini güftelerdeki vakalara uydururlar. Aynı zamanda birinci çalgıcılar aaaEYEN dedikleri mızrabi kullandıkları halde kôylü ve gôçebeler mızrap kullanmazlar.”

Bu önemli bilgiler de bizim görüşümüzü doğrular niteliktedir.

Mızrap kavramının Anadolu halk kültürüne çok geç girdiğinin bir başka kanıtı da genellikle kiraz ağacından soyulan kabukların bir kaç gün yağda bekletilerek yumuşamasıyla elde edilen aaaene malzemesidir. Osmanlı Saray musikisinde bu maddenin mızrap olarak kullanıldığına dair hiç bir bilgi yoktur. Yalnızca halk sazı bağlamada kullanılması ve mızraba karşın aaaene terimi ile adlandırılması onun halk dehasının bir ürünü olması ile açıklanabilir. Eğer aaaene kavramı halk kültürüne genel anlamda hemen hemen Cumhuriyetten sonra değilde bir yüzyıl evvel yansımış ve kiraz kabuğu aaaene o zaman keşfedilmiş olsaydı kanımızca bu gün Türkiye’de kiraz ağacı kalmazdı. Nitekim dut ağacı için durum böyle olmuştur. “En iyi saz duttan ve oyma tekneden olur” anlayışı sonucu yaklaşık elli yıl içerisinde Anadolu’daki dut ağaçlarının büyük bölümü yok edilmiştir.

Bağlamada tellere vurularak ses çıkarmaya yarayan yardımcı aracın adı olan “aaaene” veya “mızrap” terimlerinin anlamları hakkında çeşitli kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır.

“aaaene -Tazene aaaane aaayine aaakere -3 kezkire

Genellikle kiraz ağacı kabuğundan yapılan mızrap”

“Tarzeden : saz çalmak

Tarzen : Saz çalan (Tar)

Tarzene : Enstrüman

Tazene -aaaene : saz çalmaya yarayan araç”.

“Mızrap : Mızrap -Mıdrap

Vurmaya mahsus alet kökü darp vurmak”

Umumiyetle aaaene nadiren tazene Burdur Eğridir gibi seyrek semtlerde aaayine nice güney köylerimizde aaaeyen halk saz mızrabı anlamıyla yalnız memleketimizde geçen bir kelimedir. Asrımız başlarında saz şairi Sümmani’nin bir mısrasında tellere düzene ile vurulduğu yazılıysa da bu bir istinsak sehvi olmalıdır. aaaenenin en eski Türkçe metinlerde izine düşülememekle beraber Çağatay lügatında yeri vardır. Asya Türkçesinde anlamdaş olarak çekü vardır. aaaene kelimemiz üzerinde Tarzene gibi herhangi bir yabancı kelimenin zamanla etkisine bile inanmıyorum. Bu tip kelimeler halk dilimizde çoktur: Serpene (mesned) kademe (hûday-ı nabit) Büdene (iğne) Bakana (kademe) Basana (mancınık manivela) Seymene (Seymenler toplantısı) Kesene (iltizam) Eryine (maden) Erzene (şahika) Eylene (etraf) vesaire… Türkçe’de çabuk anlamına aaa kök kelimesinin varlığına Kaşgarlı Mahmut’un verdiği aaamek (=kaçmak) fiilinde şahit oluyoruz… aaaenenin kökü üst fiildeki aaa’dir. Nitekim halk dilindeki aaaemcik (çarçabuk) aaagin (çok kaçan hayvan. kaçak) aaalemek (acele etmek) Tiziklemek (kaçmak koşmak) sôzlerini mesela argodan sayabilmek kolay değildir. aaaene de aynı fasileden olarak eşit kuvvette Türkçe’dir… Hiç bir imaleli hecesi bulunmayan Türkçe aaaene sözü bu söyleniş ve mızrap anlamıyla hiç bir ferhenkte bulunmayınca Antepli Asım onu tesadüfen adlandırılışı Farsça tazane ile bir tutmaya kalkıştı!…ferhenklerde Tar-zene diye bir bileşim yoktur. Ş. Sami merhum onun tasavvurunu daha da benimsemiş göründü: Tazene yahut Tarzene veya Taziyane tanbur ve laguta mızrabı zahme. Taziyane [fa.]: Tanbur ve emsali çalgıların tellerine dokunmıya mahsus kemik veya boynuz parçası [Galatı: Tazene] diyor. (K.T. 1901). Asım’m tesirinde kalmıştır. Ferhenklerde taziyanenin mızrab anlamına geldiğine dair hiç bir kayıt yoktur… İran’da uzun zamandır bizim fasıl musikisinde de olduğu gibi saz aaaenesine umumiyetle Arapça’dan mezrab deniliyor. Fakat bu vasıtanın baş Farsça adı zahme idi; pek nadiren de Nakhun veya Nakhuna derlerdi… Bizde Farsça zahme binde bir de olsa şair ve aşık diline lugat paralama kabilinden kullanılmıştır; köylü sazcı katiyen bilmez. aaaene adı ise kesinlikle Türkçedir zorlamayla Farsça’ya bağlanamaz ve bağlanamamıştır… Gümüşhane ilimizde aaaene-i Ülya ve aaaene-i süfla adlı iki köy bulunduğu halde yurtta tek zahme köyü dahi yoktur.”

Yukarıda verilen bilgilerden anlaşılmaktadır ki Anadolu ve Rumeli’de bağlamanın tellerine vurularak ses çıkarmaya yarayan araçlara ”mızrap” veya ”aaaene” denilmektedir. Arapça’dan gelen mızrap terimi bu aracın Osmanlı Sarayı ve çevresindeki ilk adı olup buradan önce Anadolu şehirlerine oradan da köylü halk müziğine girmiştir. Mızrap kavramı ve terimini kolay benimsemeyen halk sanatçıları özellikle kiraz kabuğundan yapılan malzemenin adı olarak mızraba karşılık aaaene terimini üretmiştir. Ancak bu gün her iki terim de kullanılmaktadır (mızrabın da kullanılması hususunda Yurttan Sesler Topluluğu yayınlarının Anadolu halkı üzerindeki etkisi büyüktür).

Mızraba geçişin ardından Anadolu sazında ve müziğinde meydana gelen değişimleri şu şekilde özetleyebiliriz:

a) Mızrap fikri ile sazların tel sayıları artmış bütün teller aaaal ve göğüs ağaçtan olmuştur (mızrapla çalınan sazlar içinde göğsü hala deri olan Azerbaycan Tar’ı gibi bir kaç örnek varsa da bu sazlar ısıya ve mızrabın sert darplarına dayanıksız göğüsleri nedeniyle icracılarına zorluklar yaşatmaktadır).

b) ”Mızraplı sazlar” diye bir sınıflandırma oluşmuş ve hala el ile çalındığı halde bir çok saz bu sınıflandırmanın içine dahil edilerek terminolojik bir yanlışlığa gidilmiştir.

c) Divan müziğinde kullanılmakta olan tüm telleri madeni olup çok sayıdaki perdesi ile her makama rahatlıkla eşlik edebilen kopuz türevi tanbur aaaal tel devrinin Osmanlı Sarayı ve çevresindeki en önemli mızraplı sazlarından biridir. Kanımızca bu çevreye yakın şehirlilerle bu kültürün Anadolu’daki uzantısı olan merkezlerde mızrap fikrinin benimsenmesinde belki de saz boyunun büyümesinde tanburun önemli etkisi olmuştur. Bir resimde Muzaffer Sarısözen’de dahil olmak üzere Yurttan Sesler saz sanatçılarının ilk mızrap kültürünü Tanburi Mesut Cemil’den aldıkları rahatlıkla görülmektedir.

Bağlama boylarının ilk büyüdüğü yerlere bakıldığında buraların Kastamonu Konya Kütahya gibi bazı yöreler olduğu görülür. Divan kültürüne yatkın bu yörelerde boyutlan büyümüş ve perdeleri çoğalmış saz tipinin Anadolu’nun gezgin halk sanatçıları tarafından Çankırı Ankara Kırşehir Kayseri ve daha bir çok yöreye taşındığı düşünülebilir. Nitekim Anadolu’nun bir çok yerinde İtalyan kemanın halk tarzı kullanan sanatçılar örneğinde olduğu gibi bağlamayı da klasik tarzda çalma eğilimi vardır. Bu da şehirlinin mızraba geçildikten sonra özellikle tanbur ve ud gibi klasik sazların etkisiyle içine düştüğü durum olup sonraları bağlama icrasında meydana gelen çeşitli yoz akımların başlangıcının en önemli etkenlerinden biridir.

d) Mızrap fikrinden sonra önceleri değişik vuruş şekilleri doğmaya başlamış (tarama çırpma düz silkme ezme kazıma fırıldak okşama vb. terimler bu vuruş şekillerinin Anadolu’dan yakın zaman önce derlenmiş adlarıdır) daha sonra melodiler ayrışmış ve aaaeneye bağlı ezgiler çoğalmıştır. Bunun sonucunda da aaaene kökenli olup çeşitli tartımlar üzerine kurulu aaaene kalıplan meydana gelmiştir. Bu kalıpların bazı yöreler için karakteristik özellikle taşımağa başlaması ile de adına bütünüyle ”tavır” denilen yapılar oluşmuştur.. ”Konya tavrı Kayseri tavrı Yozgat tavrı” vb. gibi Bir aaaene kalıbına halk arasında tümüyle tavır denilişi özellikle de bir aaaene biçimine örneğin ”Yozgat aaaenesi;” denilişi halk arasında genellikle rastlanılan bir ifade değildir. Bu çoğu şehir kökenli ve müziği buralarda öğrenmiş olan radyo sanatçılarının içine düştüğü veya araştırmacıların yanlış yönlendirmeleri sonucu yaşadıkları bir durumdur. Derlemeler sonucu kazanılan her yeni bilgiyi radyolarda etüd ederek öğrenen bu sanatçıların ülkenin genelindeki tüm halk müziği verilerini icra etmek durumunda olmaları sonucu ayırt edebilme ihtiyacıyla geliştirdikleri bir terminoloji olsa gerektir. Örneğin; öğrenirken çok zorlandıklarını belirttikleri Yozgat yöresi ”Sürmeli” türkülerindeki ”tril” aaaenesi için genellikle; ”Yozgat tavrı” ya da ”Sürmeli mızrabı” demektedirler. Oysa bu aaaene kalıbı Yozgat tavrını tümüyle ifade etmekten uzak olduğu gibi yurdun birçok yerinde ve birçok ezgisinde de vardır. Bunun gibi ilk başlarda bilmedikleri için düz çaldıkları ve sonra Konya saz ekibinden görerek öğrendikleri aaaene kalıbına da; ”Konya tavrı” ya da ”Konya aaaenesi” demekte ve istisnasız her Konya türküsünde ezgisinde bu aaaeneyi uygulamaktadırlar. Öğrenirken oldukça zorlandıklarını belirttikleri bu aaaene kalıbı onlar için hep çok önemli olmakta hatta sazın orta ve üst telinden ”Re bekar Sol bekar” sesi çıkmasına neden olan bu aaaeneyi içinde ”Re bemol Sol bemol” olan Konya türkülerinde bile hiç düşünmeden kullanmaktadırlar. Bu durum daha birçok aaaene kalıbı için geçerlidir. Kökenleri ve yörelerindeki geçerlilikleri sağlıklı araştırılmayan özellikle de Yurttan Sesler gibi geniş bir yapının içine taşınan bu unsurların nasıl sonuç vereceğinin iyice düşünülmeden uygulanması tartımların hissedildiği melodinin kalabalık içindeki süre çatışmaları sonucu hemen hemen yok olduğu bir sound oluşturmuştur. İlk Türk Müziği Konservatuarını kuranların öncelikle radyo kökenli sanatçılar olması da bunun gibi birçok yanlışın kurumsallaşmasını ve kuşaklar boyu devam etmesini sağlamıştır.

e) Mahmut Ragıp Gazimihal Bela Bartok Ali Rıza Yalgın ve Sarper Özsan’ın dışında araştırmacıların el ile çalma hakkında bir bilgi vermemelerinin açıklaması zordur (ki bunlardan Gazimihal’in dışındakiler sadece gözlemden ibarettir). Örneğin Muzaffer Sarısözen gibi TRT repertuarının büyük bölümünü derlemiş çok sayıda halk sanatçısı ile yan yana gelmiş birinin böyle bir konuya kayıtsız kalmış olması anlaşılabilir değildir. Pertek’te (Tunceli) buldukları iki sesli bir türküyü derin bir heyecan duyarak süslü bir dille sunan Sarısözen’in Ramazan Güngör’ü daha 1950′lerde tanımasına rağmen üç sesli armonisiyle ve orijinal ezgi yapısıyla bu türkünün çok ötesinde değeri olan ve ilerideki büyük atılımlara temel olabilecek başta Teke bölgesi Yörükleri el ile çalış tekniği olmak üzere Anadolu’nun bir çok yerindeki bu unsurları görmezlikten gelmesi ve bu konuda tek satır yazmamasının önemli bir açıklaması olması gerekir. Kanımızca bunun nedenİ; radyoların ve şehirli müzik adamlarının ”mızrap” kavramına adeta kilitlenmeleri ve el İle çalışın bu sisteme tümüyle ters gelecek olmasındandır. Ancak ne yazık ki radyo icralarında müziğin genellikle aaaene kalıpları çerçevesinde düşünülmesi Yurttan Sesleri titizlikle takip eden Anadolu halk sanatçılarının genelinde el ile çalışın tümüyle terk edilip mızraba geçilmesi yönünde ters bir etki yapmıştır.

f) Mızrap sonrası elin geniş tınlayan doğal sesi yerine aaaenenin direkt çıkan keskin ve dar tınısına geçilmiş elde edilen ses de aaaene malzemesinin cinsİ sertlik derecesi ve kullanıcının becerisiyle doğru orantılı duruma gelmiştir.

g) Mızrap sonrası ilk icracılar uzun zaman el İle çalıştan kalan alışkanlıkla bütün tellere vurarak çalmışlardır (bu gün hala eski sanatçılar bağlamanın bütün tellere vurularak çalınması gereğini düşünmektedirler. Bilmeden hissedilen bu alışkanlık da el ile çalma geleneğinden kalmadır). Daha sonraları tellerin ve ezgilerin ayrışmaya başladığı döneme geçilmiştir. Bayram Aracı Tamburacı Osman Pehlivan Zekeriya Bozdağ sonraları Ahmet Gazi Ayhan ve Nida Tüfekçi gibi ustalar değişik mızraplar kullanıp ezgileri estetik bir havaya büründürerek sunmuşlar ve sevilmesini sağlamışlardır. Bu ustalardan sonra köklü bir müzik geleneğinin içinden gelen Kırşehirli halk sanatçısı Neşet Ertaş bu konuda adeta bir çığır açmıştır. Kendisinden evvelki ve zamanındaki ustaların birikimlerini de özümseyen bu sanatçı varolanların üzerine geliştirdiği aaaene tekniği ile yepyeni bir anlayış yaratmıştır. aaaeneyi el ile çalmadaki gibi yoğun bir şekilde bütün tellere vurarak kullanmanın yanında az aaaene ile çok sayıda ses çıkarma ve melodilerin ayrıştırılması konusunda önemli örnekler vermiştir. aaaeneyi çok yönlü kullanıp bir türkü içinde değişik tonlar elde edebilen Ertaş’tan sonra aaaene kavramı Anadolu’da daha çok sevilmiştir. Neşet Ertaş’tan sonraki dönemde kendi müzik kişiliğini ve aaaene tarzını geliştiren Arif Sağ aaaeneyi bütün tellere vurma anlayışından uzaklaştırmıştır. Arif Sağ’dan sonra aaaene özellikle melodiye yönelmiş ve yalın bir hal almıştır.