13 Nisan 2016 Çarşamba

İslam Devrinde Bingöl Tarihi

islam devrinde bingöl tarihiHz.Ömer zamanında Suriye ve Irak Arapların eline geçti. İslam Komandanlarından Halit İbn-i Velid; Arned (Diyarbakır), Maden ve Palu Kalelerini aldı. Bingöl’ün Azakpert Kalesini de aldı. Erzincan Bölgesine kadar uzandı.

Bundan sonra Anadolu’da yer yer karışıklıklar meydana geldi. Bu karışıklıklar devam ederken; 1040 yılında Oğuz Boyları birleşerek, Selçuklu Devletini kurdular. Kısa bir zaman içinde teşkilatlandılar. Kurtuluş’un Oğlu Süleyman Anadolu’yu Urartılardan kurtarmak için sefere çıkmaya karar verdi. Önce Antalya ve civarını aldı. Çubuy Bey de Komojen, Sopene, Hını Ziyad isimleri anılan bölgeleri ele geçirdi. Böylece Selçuklular Anadolu’yu ele geçirmek için çeşitli yollardan harekete geçtiler Anadolu’nun alınması işini Tuğrul Bey özerkliğine aldı. Uç koldan harekele geçti. Emir Dinar Malatya’dan dönünce Bingöl’ü aldı. Muş ve Sasona bölgesine gelince Bizans askerlerinin hücumuna uğradı. Çok kayıp verdi. Kış bastığı için Ilenesan’a döndü. Alparslan hükümdar olunca Malazgirt’i aldı. Daha sonra Muş, Bingöl, Silvan ve Diyarbakır’ı ele geçirdi. Selçuklular da taht kavgası ve iç huzursuzluklar başlayınca Moğollar Anadolu’ya saldırdı. Baycu Noyan , Erzurum’u kuşattı. Bingöl Moğolların eline geçti.

Ilk olarak Diyarbakır’ı kendilerine yurt edinen Ak koyunlular Bingöl ve Erzurum’u aldılar. 1394 yılında Erzincan üzerine yürüdüler. Kadı Burhanettin ile anlaşarak Erzincan’ı da aldılar. Uzun Hasan, Trabzon Lum İmparatorunun kızı Despina ile evlenince Bingöl’ün Genç kazasında Despina için bir saray yaptırdı. Uzun Hasan’ınFatih Sultan Mehmet ile arası açılınca Oluk beli denilen yerde savaş yapılmıştır. 1473 yılında yapılan savaşta Uzun Hasan yenildi. Bu suretle bölge, Osmanlıların eline geçti

Ak koyunlular devrinde Muş, Kiğı, Solhan, Pasinler eyalet merkezi iken Genç küçük memurlar tarafından idare ediliyordu. 1473 yılında Ak koyunlular idaresine son verilince; Iran Hükümdarı Şah İsmail doğuya saldırılara başladı. Bingöl Bölgesini ele geçirdi.

Yavuz Sultan Selim, İran’a sefer yapmaya karar verdi. İki ordu Çaldıranda karşılaştı. Çaldıran Savaşında Şah lsmail’i yendi. Doğu Anadolu’nun bütünlüğünü sağlama işini Vezir Bıyıklı Mehmet Paşa ile Tarihçi Idris Bitlisi’ye verdi.

KAYNAK: http://www.bingolkulturturizm.gov.tr/TR,56984/ilin-tarihcesi.html

Osmanlı Devleti Döneminde Bingöl

osmanlı devleti döneminde bingöl1514'de Yavuz Sultan Selim Bingöl'ün kuzeyini, Erzincan, Tercan ve Erzurum'u Osmanlıların hakimiyetine sokmuştu.
Çapakçur beylerinden Süleyman Bey, Osmanlıların egemenliğini kabul ederek, Çapakçur(Bingöl) Osmanlılara geçti.

"Çapakçur ve havalisi Süleyman Beye, diğer kaleler de Ahmet beye düşmüştü. Osmanlı himayesinde yaşayan bu kardeşler ilk zamanlarda iyi geçindilerse de sonraları araları açıldı. Ahmet Beyin teşebbüsü ile Bab-ı Ali Süleyman Beyi itirham etti ve hatta bir fermanla Süleyman Bey,Çapakçur'da idam edildi. Süleyman Beyin idamından sonra oğlu Maksut Bey Osmanlı hizmetine girerek ve Kanuni ile Nehçivan seferine çıkıp Arap çayı önünde büyük yararlıklar gösterdiğinden kanuni pederlerinden Mevrus Çapakçur kalesini Maksut Beye,ocaklık namıyla tefviz eyledi." (45)

Kanuni Sultan Süleyman Diyarbakır eyaletini teşkil ettiğinde Çapakçur'u Sancak olarak buraya bağlamış. Bingöl Osmanlılar için önemli bir yere sahipti. Çünkü Bingöl Osmanlıların İran'a karşı yürüttüğü mücadelelerde bir üs olarak kullanıldığı gibi ekonomik bakımdan da önem arz etmektedir.

"23 Mayıs 1554'te Kanuni Sultan Süleyman Bingöl yöresinde idi.Göynük suyu boyundaki Hokhzik denilen yerde yeniçeriler Sultanı büyük bir törenle karşıladılar.

Çapakçur 1578 Şirvan'a asker gönderdi. Safeviler'e karşı bu şehir ve kaleyi korudu.

"19.yüzyılın ikinci yarısında eyaletlerin kaldırılmasından sonra Çapakçur Bitlis Vilayetinin Genç sancağı içerisinde yer alan ve aynı adı taşıyan Kaza'nın merkezi oldu. V.Cuinet'e göre 19. Yüzyılların sonlarında Çapakçur 450 haneli 8 dükkanlı bir fırını olan meyve bahçeleri ve üzüm bağlarıyla çevrili küçük bir yerleşme yeri idi ve nüfusu da 1075 kadardı. Ayrıca burada Şayak adı verilen kaba bir dokuma üretiliyor ve çevredeki yerlere gönderiliyordu."(48)
Selçuklu Dönemi 1243 Selçukların Kösedağ savaşını kaybetmesiyle Anadolu'da Moğol istilası başlamış ve Bingöl Moğolların istilasına uğramıştır. "Doğudan gelen Moğol taarruzu karşısında Harzemlilerden Bereket, Sarıhan aşiretleri, Cebellibereket'e Solhan aşireti de aynı ismi taşıyan mıntıkaya gelmişlerdir.Rivayete göre ordusu dağılan Harzemşah civar köylerden birine saklandığı bir sırada hariç bir köylü şahı görmüş ve yanına yaklaşarak Ahlat'ta kardeşimi öldüren (Harzemşah) budur diye Onu kargısıyla öldürmüştür. Zazalar bundan sonra Şah'ın yattığı bu yeri türbe ittihaz eylemişler ve Solhan aşiretinin meskun olduğu köye de Harzemşah köyü denilmiştir."(26)

Doğu Anadolu Bölgesi'nin Yukarı Fırat bölümünde yer alan Bingöl ili, 38 27' ve 40°27'doğu boylamlarıyla, 41°20' ve 39°54' kuzey enlemleri arasında bulunmaktadır. Bingöl, doğuda Muş, kuzeyde Erzincan ve Erzurum, batıda Tunceli ve Elazığ, güneyde ise Diyarbakır ili ile komşudur.

Bingöl'ün ilçeler itibariyle yüzölçümü ve ilçe merkezlerinin deniz seviyesinden yükseklikleri Tablo-1'de görülmektedir.Bingöl'ün yüzölçümünün yüzde 22.82'si merkez ilçeye aittir. Merkez ilçeden sonra sırasıyla Genç, Karlıova ve Solhan gelmektedir. Rakımı en düşük ilçeler İl merkez ve Genç ilçe merkezidir.Rakımı en yüksek ilçe ise Karlıova'dır. İlimizde belli başlı yaylalar ise; Bingöl Yaylası, Şerafettin Yaylaları, Genç'te Çötele (Çotla) Yaylası, Karlıova'da Hırhal ve Çavreş Yaylası, Kiğı'da

Kiğı Yaylası ve Dağın Düzü Yaylaları, Adaklı'da Karer Yaylası'dır.Hayvancılık için de çok elverişli olan bu yaylalar, Beritan aşireti (Bertyan) ve çevre köyler için vazgeçilmez özelliklere sahiptir. Yine bu yaylalarda yapılan arıcılıktan elde edilen bal yurdun her tarafından aranır duruma gelmiştir.

Birinci Cihan Harbi başlayınca Osmanlı Devleti de harbe girdi.1915 yılında Ruslar taarruza geçerek Eleşkirt,Malazgirt ve Pasin’lere kadar ilerledi.

Bunun üzerine halk,Bingölleri aşarak Varto ve Karlıova’ya doğru göç etmeye başladı.Ermeniler Türk Ordusundan kaçarak Rus Ordusuna geçti.Ruslar 16 Şubat 1916’da Erzurum’a girdiler.Bunun üzerine,Karerli Küçük Ağanın önderliği ile;Karer Dağları Sığı Boğazı ve Eşek Meydanında (sonradan Şeref Meydanı),Milli Kuvvetler cephe almaya başladı.Çapakçur’a yetişen iki tümen askerimiz de bu Milli Kuvvetlere katıldı.Ruslar Mart ayı sonlarına doğru bu cephelere saldırmaya başladı.15 günlük bir çarpışma sonunda büyük kayıplar vererek Şerafettin ve Çafreş Dağlarına doğru kaçmaya başladılar.15 Mayıs 1916’da Ruslar Şeref Meydanından Erzincan’a kadar bütün cephelerde tekrar saldırıya geçtiler.Fakat bu sırada Çanakkale Zaferinden dönen Türk Ordusu Rus Cephesine yığınak yapmaya başlamıştı.Bu orduya Ahmet İzzet Paşa kumanda ediyordu.Çapakçurun Gazik (Kuruca) köyünde karargahını kurdu.2.Kolorduya kumanda eden Faik Paşa da Sancak Bucağının Simsor köyünde karargahını kurdu.Ordu birlikleri Karer Dağı ve Şeref Meydanında mevzilendiler. Ruslar 5 Haziran 1916 da bir çok cephede taarruza geçtiler.Fakat bu taarruzda da başarı gösteremediler. Bir çok ölü bırakarak geri çekilmeye başladılar.

8 Haziran 1916 da Ruslar Çapakçur Cephesine taarruza geçtiler. Muğla Müfrezeleri buna karşı koydular. 9 Haziranda iki piyade taburu ile takviye edilen Rus Süvarileri Oğnut Müfrezelerini Sığı istikametinde geri çekilmeye mecbur etti. 11 Haziranda Masla Deresine taarruza geçtiler. Buğlan Müfrezeleri Melekhan’a doğru uzanan sırtları tutmaya başladılar.

13 Haziranda Masalla (Balıklı Çay) deresi ve Sığı boğazındaki Oğnut Müfrezesine taarruz eden Ruslar, bir netice elde edemediler. 26 Haziranda 3. Kolordu Masalla deresinin batı kısmına geçti. Sazani kuzeybatısında bulunan Rusları, Masalla Dersinin doğusuna attı. Ruslar, Temmuz Ayının başlarında tekrar saldırıya geçtiler. Bu taarruzda Birliklerimizde bir gerileme görüldü. 9 Temmuzda buraya 7. Tümen’e ait bazı birlikler ile Milis kuvvetleri gönderildi. Ruslar 12 Temmuz 1916 da Muş cephesinden taarruza geçtiler. Çok kanlı bir çarpışmadan sonra Ruslar büyük kayıplarla geri çekilmeye başladılar.

13-14 Temmuz gecesi 66. Tümen’e mensup 261. Alayın yaptığı bir gece baskını ile 8.Tümenin cephesi yarıldı. Tümen, Şen Mevziine çekildi. Ruslar 8. Tümeni takip ederek taarruzlarına da deva ettiler. 8. Tümen Malam’da köyündeki mevzilerine çekildi. 25 Temmuz 1916 da Erzincan Rusların eline geçti.

27 Temmuz da hafif Rus Kuvvetleri Celigöl tepesi ve Oğnut İstikametinde taarruza geçmişlerse de geri püskürtüldü. 29 Temmuz da tekrar Celigöl tepesine taarruza geçtiler.

Fakat bin’e yakın Rus askeri öldürülerek bu taarruzda durduruldu. 1 Ağustos günü Ruslar çok üstün kuvvetlerle Celigöl tepesine yeni bir saldırıya geçtiler. Topçu ateşininde desteğini gören Rus kuvvetleri burada da tutunamayarak Arçük ve Karer dağı hattına çekilmeye mecbur oldular. 3 ve 6 Ağustos’ta taarruza geçen Türk Kuvvetleri karşısında Ruslar tutunamadılar. Nazerbeyof komutasındaki Rus kuvvetleri Bitlis’in güney mevzilerine çekildi. 6 Ağustos’ta Muş, Rus kuvvetlerinden temizlendi. Böylece Ruslar perişan bir halde Murat vadisinin kuzeyine atılmış oldular.

Yine 8 Ağustos günü 7.Tümen, Buğlan geldiğini, 53. Tümen Melikan yaylasını , 14. Tümen Celigöl Tepesini ve 1. Tümen’de Halifan – Çatak hattını Azakpert ve Termen Hatlarını elde etmişlerdi . Rus kuvvetleri 17 ve 19 Ağustos 1919 da yedi taburluk bir kuvvetle taarruza geçtilerse de yine başarı elde edemediler. 20 Ağustos 7. Tümen’in sol kanadında çok miktarda kuvvetlerle saldırdılar. 1. Kolordu Masalla deresindeki mevzilerine çekildi. 22 Ağustosta Ruslar elde ettikleri arazileri tahkim etmeye başladılar.23 Ağustos’ta Bitlis ve Muş’a taarruz ettiler. 28 Ağustos akşamı şiddetli çarpışmalar oldu. 29 Ağustos’ta karşı taarruza geçen 16.ve 3. Kolordu kuvvetleri düşmanı geri püskürttüler. Melikhan köyünün doğu ve kuzeybatısını ele geçirdiler.Kolordu Komutanı Faik Paşa 47. tümen’in gözetleme yerinde harekatı takip ederken şehit oldu. 2. Kolordu düşman taarruzunu kırarak karşı taarruza geçti, 31 Ağustos’ta Ordu Komutanı kıtalara istirahat verdiği sırada Ruslar bunu fırsat bilerek 16. Kolorduya taarruz etti ve bunları Masalla deresinin gerisine attı.9 Eylül’de Kara-Baba Tepesini elde etmek isteyen Ruslar taarruza geçti.Demlek,Tümük Ovasındaki mevzilerimizi elde ederek Karababa’nın kuzeyine geldiler.Fakat 34.Alayın taarruzu ile Ruslar tamamen geri çekilmeye mecbur edildi.
7 Aralık 1917’de Rusya’da çıkan ihtilal üzerine Erzincan’da Ruslarla mütareke imza edilerek Ruslar,doğu illerimizi terk ettiler.

KAYNAK: http://www.bingolkulturturizm.gov.tr/TR,56984/ilin-tarihcesi.html

Cumhuriyet Döneminde Bingöl

cumhuriyet döneminde bingölCumhuriyetin ilanından sonra 1926 yılında Elazığ 1929 yılında da Muş illerine bağlanan Bingöl, 1936 yılında Vilayet olmuştur.1945 yılında da İl Merkezi olan Çapakçur’un adı Bingöl olarak değiştirilmiştir.

İl sınırları içinde arazi oldukça engebeli ve yüksektir.Denizden ortalama yüksekliği 1250 metreyi aşar.Dağlar çok geniş bir alan kaplar.Bingöl dağlarının yapısında genellikle bazalt ve andezitler bulunur.Bu püskürük kütle tabandaki tortul tabakaları örtmüştür.

Dolayısıyla püskürük kütleler tortul kütlelerden daha gençtir.Kuzey-batı,güney-doğu yönünde uzanan Bingöl dağlarının kuzey yamaçları hafif eğimli olduğu halde,güney kesimleri oldukça diktir.Güney yamaçta sıcak su kaynaklarına rastlanması bu yamaç yüzeyinin fay çizgisi tarafından dikleştirildiği,dolayısıyla buradan bir çayın geçtiği açıkça anlaşılmaktadır.Türkiye’nin deprem zonları incelendiğinde ilimizin bulunduğu yerden kuzey-doğu güney-batı yönünde uzanan bariz fay hatlarının geçtiği görülür.Bölgede çeşitli istikametlere doğru uzanan fay çizgilerine rastlanır.Fay çizgilerinin,farklı yüzey seviyeleri meydana getirmeden tortul tabakaların altında gizlendiği yer yer satıha çıktığı bu yerlerden de sıcak su kaynaklarının çıktığı gözlenince belirsiz fay çizgilerinin bilgenin her yerinde olabileceği kanaati oluşmaktadır.

KAYNAK: http://www.bingolkulturturizm.gov.tr/TR,56984/ilin-tarihcesi.html

12 Nisan 2016 Salı

Türk Toplumunda Silahın Yeri Ve Önemi

Dünya milletleri arasında Türklerin, askerlik sanatının en önde gelen milletlerinden biri olduğu bugün tartışmasız olarak kabul edilmektedir. Tarihin seyri içerisinde Türklerle temas kurmuş milletlerin cok eski tarihlere ait yazdı belgelerinde Türklerin savaşçı bir kavim

olduklarından, askerliklerinden, silâhlarından ve silâh kullanmaktaki ustalıklarından bahseden birçok bölümler bulmak mümkündür.

Heredot Saka’lan ok ve yay ile savaşa akşmış bir millet diye tamtırken, Bizansb PROKOPIUS, Sabir’lerden “İnsan hafızasının hatırlayabildiği zamandan beri ne îranldardan, ne Romablardan hiç kimsenin düşünmediği makinalara sahiptiler. Öyle ki imparatorlukta mühendisler eksik olmamış ve her devirde surları dövmek için ma- kinalar yapdmıştır. Fakat şimdiye kadar bunlarınkine benzer bir buluş ne ortaya konmuş ne de onlar gibi kullanabilmiştir. Bu şüphesiz insan dehâsımn bir eseridir.” diye bahseder.

Ordu ve Millet kavramlarım köklü bir devlet geleneği içerisinde yoğurup, varbğmı dünyanın en eski uluslarından biri olarak sürdüren Türk toplumunun bayat felsefesinde, silahın başlangıçtan günümüze büyük bir önem taşıdığı bilinen bir gerçektir.

Türk toplumunda silâhın yeri toplum üzerindeki üç temel fonksiyonu ile belirlenebilir.

Toplumun yaşama ve gelişmesi için savunma veya taarruz aracı olması,
Yapısı, formu, üzerindeki süsleme, işaret, damga, sembol ve kitabesi ile kişinin rütbe, makam, ünvan, zenginliğini belirlemesi,
Kutsal bir güç - kuvvet sembolü olarak toplumun kültür hayatında yer alması.
Bu niteliklerden ilk ikisine ilkçağlardan itibaren hemen her toplumda rastlamak mümkündür. Eski Roma’da herkesin silahı aynı zamanda mensup olduğu siyasal sınıfı belirliyordu. Eski Hint, Iran ve Asurlularda piyade ve süvarilerin silâhları da aynı şekilde form yapı ve tür olarak ayrılmıştır33. Üçüncü niteliğine bazı toplumlarda rastlanabilir ise de, hiçbir toplumda Türk toplumunda olduğu kadar yaygın değildir. Gerek İslâmiyet öncesinde gerekse Islâmiyetle birlikte silâh bu niteliği ile cesareti, yiğitliği, savaşçılığı, egemenliği, belirlemiş, toplumda yer isimlerine, kişi isimlerine, atasözlerine, müzik, resim ve heykel sanatma, edebiyata konu olmuş, kısacası toplumun günlük hayatında her an karşılaşılan bir kültür varlığı; bayat görüşünde güç, kuvvet ve kudreti temsil eden kutsal bir sembol haline gelmiştir.

Savaş aracı ve kişisel değerleri belirleyici özelliklerinin olduğu kadar, silahın, kutsal bir sembol olarak Türk Kültür hayatındaki yeri de büyük bir önem taşır. Bu önemin belirlenmesi ise ancak, gerek

İslamiyet öncesi ve gerekse İslâmî dönemde resimleme, adlandırma ve tür olarak silah konusunun nerede ve nasıl işlenmiş olduğunu incelemekle mümkündür.

KAYNAK: Tarih Boyunca Türk Toplumunda Silah Kavramı Ve Osmanlı İmparatorluğunda Kullanılan Silahlar. T. Nejat ERALP. Atatürk Kültür Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu. Atatürk Kültür Merkezi Yayınları. Ankara 1993. s. 9-11

Bitlis’in İşgali ve Kurtuluşu

Osmanlı Devleti 1912 yılında başlayan Balkan Harbi’nden yenik çıkmıştı. Birçok toprak kaybının yanında çok sayıda asker ve malzeme kaybına uğramıştı. Balkan Harbi’nin yaraları sarılmadan Almanların oyunuyla I. Dünya Harbi’nin içine girilmiştir. Birçok cephede birden savaşmak zorunda kalan Türk milleti, çok canlara mal olmuş, çok acılar çekmiş olduğu bir Kafkas Cephesi yaşamıştır.

Savaşın ilânıyla beraber seferberlik emri Bitlis şehrinde halkın görebileceği yerlere sabah erkenden asılmıştır. Seferberlik yazısını okuyan halk, Bitlis askerlik şubesine giderek askere yazılmıştır. Bu kafileyi takiben Bitlis şehrinden birçok kafile Kafkas Cephesi’ne yollanıştır. 40.000 kişilik 10 uncu Kolordunun bir kısmını teşkil eden Bitlis uşaklarının ekseriyeti şehitlik mertebesine yükselmiştir. Bu şehitler, Sarıkamış Harekâtı sırasında Allah-u Ekber Dağlarında donarak, hayatlarının baharında göçmüşlerdir.

Rus Çarı Deli Petro’nun vasiyeti gereği yıllardan beri sıcak denizlere ulaşma hayalleri içinde yaşayan Çarlık Rusya orduları harekete geçmiş, Ermeni asıllı General Yudenich’in Başkomutanlığındaki Kafkas Ordusuna Anadolu’nun doğusunun işgali emri verilmiştir. Bu emir üzerine Kafkas Ordusuna bağlı 4 üncü Kafkas Kolordusu Doğu Anadolu’ya girmiştir. Kısa bir süre içerisinde Doğu Anadolu’nun birçok şehrini işgal eden Rus birlikleriyle ona öncülük eden gözü dönmüş Ermeni çapulcuları Bitlis sınırlarına dayanmıştır.

1915 yılının Temmuz ayının bir Ramazan gecesinde, Ruslar’ın Bitlis’i işgal etmek için Başhan mevkiine geldiği haberi alınmıştır. Bu haberi alan bütün Bitlis halkı, çocuklarının ellerinden tutarak göç için yollara düşmüştür. Ancak Bitlis’teki Türk askerinin ve milis kuvvetlerin dirayetli savunması sonucunda Ruslar Bitlis’e giremeyerek geri çekilmiştir. Ancak bu sevinç fazla sürmemiş, Şubat 1916 sonlarında Rus askeri ve Ermeni İntikam Tugayları tekrar Bitlis kapılarına dayanmıştır.3

Bitlis’i savunan kuvvetlerin toplamı 1400-2000 kişi arasındaydı. Bu birliğin 600 kişilik kısmı milis kuvvetlerden teşekkül etmişti. Piyade Yarbay Ali Çetinkaya komutasındaki Türk birliği, silah, cephane ve asker bakımından kendisinden çok fazla olan Rus ve Ermeni birlikleriyle savaşmak zorunda kalmıştır. Bütün direnmelere rağmen, 3 mart 1916 günü saat 05 de Bitlis işgal edilmiştir.4

İşgalden sonra özellikle Rus birliklerinin içerisinde bulunan ve Ermenileri felakete sürükleyenlerden birisi olan Antranik’in kurmuş olduğu “Ermeni İntikam Tugayları” şehir merkezine dağılarak, zamanında göç edememiş kimsesiz, yaşlı ve hastaları katletmeye başlamışlardır. Bu durumu Rus Generali Maslofski şöyle anlatmaktadır: Bitlis’in zaptından sonra 3 Mart öğle zamanı Antranik’in komutasındaki 1 inci Ermeni Taburu (İntikam Taburu) gece hücumundan evvel arkada bırakılmış olduğundan, boğaza girerken müsaade almadan şehre girmiş ve birçok Türk ailelerin toplanmış oldukları Amerikan Hastanesine koşmuşlar ve intikam kastiyle öldürmeye teşebbüs etmişlerdir.” 5

Bu işgalle beraber Bitlis, ikinci büyük göç olayını yaşamıştır. Göç edemeyip şehirde kalanlar Ermeni kurbanı olurken, göç edenler ise çetin kış şartları altında açlık, sefalet ve çapulcuların kurbanı olmuştur. Göç eden halk, götüremediği 1000’den fazla çocuğunu köprü altlarında, kar kümelerinin yanında ölüme terk etmiştir. Bitlis Geçitleri’nin Rusların eline geçmesi Türk Genel Kurmayı’nı düşündürmeye yönelmiştir. bu geçitlerin düşman eline geçmesi; Diyarbakır, Adana, Halep, Bağdat yolunun düşmana açılması manasına geliyordu. Bitlis’in acil olarak geri alınmasına karar veren Türk Genel Kurmayı, Çanakkale savaşlarında büyük kahramanlıklar göstermiş ve o tarihlerde Edirne’de istirahattte bulunan 2 inci Ordunun, öncelikle 2 inci Orduya bağlı 16 ıncı Kolordunun acilen Bitlis cephesine gönderilmesine karar vermiştir. Bu Kolordunun komutanlığına Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal’i atamıştır. Albaylıktan Generalliğe yükseltilen Mustafa Kemal, 27 Mart tarihinde ilimizi ziyaret etmiş, gerekli talimatları verdikten sonra karargahını kurmuş olduğu Silvan’a geri dönmüştür. Temmuz ayı sonlarında taarruz için tekrar Bitlis’e gelmiştir.

Bitlis’te 16 ncı Kolordunun 5 inci Piyade Tümeni bulunuyordu. Bu Tümen 13, 14 ve 15 inci Piyade Alaylarından oluşmaktaydı. Yine bu Tümenin yanında sayılarının 2000 – 3000 arasında olduğu tahmin edilen Şeyh Muhammed Diyauddin (Hazret), Mutki Aşiret Reisi Hacı Musa Bey ve diğer milis birlikler bulunmaktaydı. 1 Ağustos 1916 tarihinde Mustafa Kemal tarafından taarruz emri verilmiş, 8 Ağustos 1916 tarihinde Bitlis sabah 05’de istiklaline kavuşmuştur.1

5 ay 5 dün düşman işgalinde kalan Bitlis, savaş sonrası harabeye dönmüştür. Savaşın ağır faturası halen günümüzde çekilmektedir. Savaşla beraber başlayan göç hareketleri, bütün hızıyla günümüzde de sürmektedir. Bitlis’in kurtuluşu, Türk’ün makus talihinin yenildiği gündür. Bitlis, birinci dünya savaşıyla beraber Anadolu’da işgal edilen vilayetler içinde istiklaline kavuşan ilk şehirdir. Bu kurtuluş, milli mücadelenin ilk kıvılcımıdır.

ATATÜRK’ÜN ZİYARETİ

Gazi Mustafa Kemal, 7 Kasım 1916 tarihinde İlimizi üçüncü defa ziyaret etmiştir. Bu son gelişlerindeki gaye, 5 inci Tümen komutanlığındaki görev değişikliğinde bulunmak, 5 inci Tümenin arazi üzerindeki tertibatını, ihtiyaçlarını ve genel durumunu görmek, Van Harekat Müfrezesinin hareketini temin etmekti. 10 Kasım 1916 tarihinde Bitlis’e gelen Mustafa Kemal, 21 Kasım 1916 tarihinde Bitlis’ten ayrılmıştır. Bu süre içerisinde Milis Komutanlarla görüşmüş, Hastane, Askeri Birlikler, bazı türbe ve camileri gezmiştir.

15 Kasım 1916 tarihinde Rahva Ovasında bulunan Yarbay Ali Çetinkaya komutasındaki Türk Birliğine bir tatbikat yaptırtmıştır. Bu tatbikatı izlemek için Başhan sırtlarına çıkmıştır. Bu sırtlardan Van Gölü’nü gördüğü vakit; “Burası çok güzel yerler. Burada bir Şark Üniversitesinin kurulması gereklidir” ifadesinde bulunmuştur.

Mustafa Kemal bu vasiyetini 1 Kasım 1936 ve 1 Kasım 1937 yılında TBMM’nin açılış konuşmasında da dile getirmiştir. Bu konuşmalarında:

“.... Bunun için memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde mütalaa ederek Garp bölgesi için İstanbul Üniversitesinde başlanmış olan ıslahat programını daha radikal bir tarzda tatbik ederek Cumhuriyete cidden modern bir üniversite kaz ırmak; merkez bölgesi için Ankara Üniversitesini az zam a kurmak lazımdır. Ve doğu bölgesi için Van Gölü sahillerinin en güzel bir yerinde her şubeden ilk okulları ile ve nihayet üniversitesiyle modern kültür şehri yaratmak yolunda şimdiden faaliyete geçilmelidir.

Bu hayırlı teşebbüsün doğu vilayetlerimizin gençlerine bahşedeceği feyiz, Cumhuriyet hükümeti için ne mutlu eser olacaktır.”

1 Kasım 1937 tarihindeki Meclis açılış konuşmasında da;

“Sevgili Arkadaşlarım;

Yüksel tahsil gençlerini istediğimiz ve muhtaç olduğumuz gibi şuurlu ve modern kültürlü olarak yetiştirmek için İstanbul Üniversitesinin tekamülü, Ankara Üniversitesinin tamamlanması ve Şark Üniversitesinin yapılan etütlerle tespit edilmiş olan esaslar dairesinde, Van Gölü civarında kurulması mesaisine hızla ve önemle devam edilmektedir.”1

Gazimizin bu vasiyeti gereği 1924 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bir heyet Bitlis’e gelerek Rahva Ovasının Göle yakın kısmında arazi tetkikinde bulunmuştur.

1953 yılında o zamanki Cumhuriyet hükümeti Gazi’mizin bu vasiyetini yerine getirmek için daha önceden tetkik edilen Rahva Ovasının göle yakın kısmına temel atma girişiminde bulunmuştur. İnşaat malzemeleri stoku yapılmış, temel atma sırasında Bitlis ve Van vilayetleri arasında çıkan kavga nedeniyle (Mustafa Kemal hayatı boyunca Van’a gitmemiş ve Van’ı görmemiştir) temel atılması geçici bir süre için durdurulmuştur.

Mustafa Kemal’in bu vasiyetinin yerine getirilmesi hem Gazi’mizi ve hem de Bitlis halkını mutlu kılacaktır.

Mondros Ateşkes Antlaşmasından sonra Anadolu’nun her köşesinde düşmana karşı ayaklanmalar ve örgütlenmeler başlamıştı. İçinde Bitlis’in de bulunduğu Doğu Anadolu toprakları üzerinde “bağımsız bir Ermeni devletinin kurulması” fikrinin ortaya atılmasıyla bu örgütlenmeler ilçelere varıncaya kadar devam etmiştir. Bitlis bölgesinde kadınlar ve erkekler arasında Müdafaa-i Vatan Cemiyeti’nin kurulması sağlanmıştır. 20 Şubat 1920 tarihli yazı bu konuyla ilgilidir.

Sivas’ta: Bitlis Vali-i Alisi Paşa Hazretlerine

Sivas’ta: Diyarı Bekir Vali-i Alisi Beyefendi Hazretlerine

Muhterem Paşa Hazretleri, Muhterem Beyefendi Hazretleri

Merkezi Sivas’ta olmak üzere kurduğumuz Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyetinin nizamnamesinden bir nüshasını zatınıza ve vilayetinize takdim ediyorum. Cemiyetimizin maksadı, zavallı memleketimizin haksız işgallerden, bazı yörelerde yapılan mezalim ve faciadan kurtulması için çalışmaktan ibaret olduğuna bakılarak vilayetiniz dahilinde de bir nizamname yazılarak müstakil şubelerin kurulmasına emir buyrulmasını istirham ile takdim ederim.

KAYNAK: http://www.bitlis.bel.tr/page.php?kat=53&altkat=0&konumid=1&id=236

Osmanlı Uç Beyliği

Osman Bey Söğüt civarındaki küçük Türkmen grubunun liderliğini babası Ertuğrul Bey’den 1281 yılında devralmıştı. Fakat bu sıralarda başkam olduğu grup tarih sahnesinde tanınmayacak kadar küçük ve önemsizdi. Ancak Osman Bey’in başkanlığında yirmi yıl yaşadıktan sonra bu küçük toplum çevresine yaptığı akmlan yoğunlaştırmış, iç bölgelerden gelen kişilerin de katılmasıyla BizanslI komutanlar elindeki kale ve kasabaları bile alabilecek kadar güçlenmişti.

İlk defa 1298 yılında Söğüt dışında Bilecik, Yarhisar, İnegöl kasabaları alındı. İki yıl sonra, 1300’de Yenişehir de Osman Bey’in topraklanna katıldı. Hele Osman Bey’in akıncıları Koyunhîsar’da üstlerine gönderilen bir Bizans birliğini de yenip savınca artık kendilerini bir beylik saymaya başladılar. Üstüste gelen bu başarılardan sonra iç bölgelerden, hattâ diğer beyliklerden gelen kişiler de Osman Bey’İn akınlarına katılmaya. “OsmanlI” olmaya başladılar. Böylece diğer beyliklerde olduğu gibi başkanın adıyla anılan bu küçük akıncı toplumu, 1300 yılında belli bir toprak parçasını yöneten bir uç beyliği haline dönüştü.

Bu erken dönemde Osman Bey’in halkının, kendilerine “Osmanlı” diyen toplumun yapısı hakkında bildiklerimiz pek az. Ancak ondördüncü yüzyılın sonunda, Osmanlı beyliği hatm sayılır bir devlet haline geldiğinde Osmanlılann tarihi yazılmaya başlandı. Hattâ bugün elimizdeki en erken Osmanlı tarihleri, genellikle onbeşinci yüzyılın ikinci yarısında, yani Osman Bey devrinden neredeyse iki yüzyıl sonra yazılmış eserlerdir. Fakat genel olarak Anadolu toplumu hakkında bildiklerimiz Osmanlı toplumu için de geçerli görünüyor.

KAYNAK: Türkiye Tarihi 2. Metin KUNT, Hüseyin G. YURDAYDIN, Ayla ÖDEKAN. Cem Yayınları. s. 21

Mete ve Islık Çalan Okları


Hun imparatoru, Tou-man oğlu Mete ilk eşinden, yani “Ulu Hatun”dan doğmuş büyük oğlu ve veliahdıdır. Tou-man, ikinci bir eş almış ve ondan da bir oğlu olmuştur. Fakat  Tou-man, birdenbire Mete’den veliahtlık hakkını almak ve yerine ikinci eşinden olan oğlunu geçirmek istemiştir. Bunu da açıkça değil, bir komplo ile dolaylı yoldan yapmakyı düşünmüştür. Tou-man’ın birdenbire karar değiştirerek Mete’nin yerine diğer oğlunu geçirmek istemesinin tek bir sebebi olabilirdi, o da ikinci eşinin oğlunu veliahd yapma konusunda Tou-man’ı etkilemesidir. Tou-man’ın fikirlerini değiştirmesinde büyük rol oynamıştır. Amacı kendi oğlunu tahta veliaht yapmaktı, ancak eski Türk devletlerinde taht veraset hukuku ancak hükümdarın ilk eşinden doğan çocuklara tahta çıkma hakkı tanıyordu. Eğer, hükümdarın ilk eşinden doğan oğulları çok küçük yaşta, hasta veya malûl iseler, hükümdarın diğer kardeşlerinden biri ancak o zaman tahta çıkabilirdi. Mete’nin böyle bir hastalığı bulunmadığı ve  yaşı da küçük olmadığı halde Tou-man ikinci eşinin etkisiyle küçük oğlunu veliaht yapabilmek için Mete’yi feda etmek istemiştir. Törenin, beylerin ve halkın baskısından çekindiği için bunu açıkça yapamamıştır. Bu yüzden Mete’yi Yüe-çilere rehin olarak göndermişdir, daha sonra rehin verdiği kavme saldırarak onu ortadan kaldırmak istemiş fakat muvaffak olamamıştır. Mete tam zamanında kaçarak ölümden kurtulmuştur. Bütün tarihçilerin üzerinde anlaştığı ortak bir görüşe göre zaten Mete, babasının niyetini ve amacını daha önce sezmiş ve onun tercihine karşı tedbir almayı ihmal etmemiştir.

Gafil avlanmamasına bakılırsa, devletin merkezinde Mete’nin lehine çalışan bazı beyler bulunmaktadır.  Mete, büyük bir ihtimalle babasının Yüe-çilere saldırı haberini daha önceden bu beylerden almış olmalıdır.  Mete’nin Yüe-çilerin elinden kaçıp kurtulmasından sonra, hem Tou-man hem de Mete, hiçbir şey olmamış gibi davranmışlardır. Hatta Tou-man, kurduğu komplonun izlerini silebilmek ve dikkatleri dağıtabilmek için oğlunun başarısına sevinmiş gibi yapıp, emrine bir tümen vererek onu ödüllendirmiştir. Touman’ın  böyle bir tavır takınmasının nedeni de büyük ihtimalle halkın ve beylerin tepkilerdir. Ayrıca toplumda hâkim olan en önemli güç olan töre de Tou-man’ı bu şekilde davranmaya yönlendirmiştir.

Artık Mete, herkesin gözünde gerçek bir kahramandır. Gösterdiği olağanüstü başarıyla sadece hayatını değil, devletin ve milletin itibarını da kurtarmıştır. Mete yeniden Hun tahtının veliahdı olmuştur. Babası Tou-man’ın Mete’ye karşı kurduğu bu komplo, baba ve oğul bu durumu belli etmek istemeselerde, Mete’nin babası ile arasındaki bağların kopmasına neden olmuştur. Hatta bu kopuş Mete’nin babası  ile iktidar mücadelesine girişmesine de neden olmuştur. Zamanı gelmeden babasının elinden tahtı almak artık Mete’nin tek isteği olmuştur. Nitekim Mete, bu olaydan hemen sonra babasının emrine verdiği tümeni, yine babasına karşı bir darbe için hazırlamaya başlamıştır. Mete’nin darbe için yaptığı hazırlık ve devlet darbesi Çin kaynaklarında şöyle geçer:

“Mete, (hedefe giderken) ıslık çıkaran bir ok imal etti. Atlı-okçu birliğinin eğitimi esnasında kendisi bu oku nereye atarsa, erlerinin de hep birlikte oklarını o tarafa atmaları gerektiğini emretti. Bizzat Mete, ıslık çıkaran okunu değerli atlarından birinin vücuduna attı ve bu anda maiyetinden okunu atmaya cesaret edemeyenleri idam ettirdi. Kısa bir süre sonra oku ile kendi eşini vurdu ve maiyetindekilerden de oklarını atmalarını istedi. Ancak maiyetindekilerden bazıları donup kaldılar ve oklarını atmaya cesaret edemediler. Bunlar da Mete tarafından idam edildi. Bir süre sonra Mete, av sırasında ıslık çıkaran oku ile babasının değerli atını vurdu ve maiyeti istisnasız hep birlikte aynı hedefe ok attı. Bu durum üzerine Mete, maiyetine emre itaat etmeyi öğrettiğini ve onlara tamamen güvenebileceğini anladı. Babası ile ava gittiği sırada ve Hun hükümdarı (Shan-yü veya Tan-hu) olan babasına ıslık çıkaran okunu attı. Bütün  maiyeti de aynı istikamete nişan aldı ve böylece Hun hükümdarı Tou-man öldürüldü. Bunun üzerine Mete, üvey annesini ve üvey kardeşini, kendisine itaat etmeyen bütün devlet büyüklerini bertaraf ederek kendisini Hun hükümdarı (Shan-yü) ilân etti”

Çinli kaynaklarından derlenen bu bilgiler, şüphesiz, gerçek tarihî bir olayın destanlaştırılmış bir ifadesidir. Mete’nin babasına karşı töreyi ve devleti korumak adına yaptığı bu hareket Hun halkı tarafından takdirle karşılanmış, hikâyesi dilden dile, nesilden nesle anlatılmış ve bazı olağanüstü unsurlar ve motiflerle süslenerek, hafızalarda uzun yıllar yaşayacak bir destan şekline dönüştürülmüştür.
Mete’nin uyguladığı eğitimin temelini “emre itaat, anında karar vermek ve gösterilen hedefi vurmak” gibi bugün de geçerli ilkeler ve kurallar oluşturmaktadır. Mete’nin bu eğitimden asıl maksadı, emrindekilere, savaşlarda tek başına görevini tam yapabilecek yeteneği ve alışkanlığı önceden kazandırmaktır. Mete,eğitime başlamadan önce gösterdiği hedefi vurmayanların da saf dışı edileceğini açıkça ilân etmiştir. Aksi durum zaten itaatsizlik ve disiplinsizlik anlamına gelecektir. Birliğini eğitirken Mete’nin takip ettiği amaç rakiplerine üstünlük sağlayabilmektir. Onun anlayışına göre, birlikleri arasında korkaklara, zayıf iradelilere,yetersizlere ve yeteneksizlere asla yer olmamalıdır. Mete, emrindeki birliği eğitirken sadece katı kurallar koymakla kalmamış, bu kuralları birer birer bizzat uygulamıştır. Seçilen ve gösterilen hedeflerin hep canlı ve değerli varlıklar olması konusun da, bazı görüş ayrılıkları vardır. Bazı tarihçilere göre bu varlıklar destanî nitelikte anlatıldığı için canlı olarak verilmiştir. Aslında canlı varlıklar değildirler, sadece bu varlıkları temsil eden birer semboldürler. Eğer gerçekten canlı varlıklar olsalar idi Mete’nin yapacakları önceden fark edilebilirdi.

Mete’nin harekete geçebilmesi için önünde bulunan en önemli mesele, güvendir. Çünkü Mete, emrindeki birliği yabancı soydan bir düşmana karşı değil, kendi babasına karşı hazırlamaktadır. Bundan dolayı bağlılığından emin olmak için tümenini türlü sınavlardan geçirmiş ve başarısız olanları birliğinin saflarından hemen ayırmıştır. Bundan da anlaşılıyor ki, Mete’nin bu hareketinin özünü, birlikte hareket ve nefsinden fedakârlık gibi iki temel unsur oluşturmaktadır. Böylece Mete, bütün enerjisini amacına adamış,inançlı, kararlı, sadık, hiçbir engel tanımayan demir iradeli ve disiplinli bir birlik meydana getirmiştir. Zira Mete’nin hareketlerine egemen olan düşünce daima üstün gelmektir. Mete, eğitim esnasında sadece emirler vermekle yetinmemiştir; verdiği emirleri daima ilk olarak bizzat kendisi uygulamıştır. O, bu davranışıyla kimsenin verdiği emir dışında kalmadığını, daha önemlisi kendisinin emrindekilerle eşit olduğunu göstermek istemiştir. İşte Türk komutanlarını tarihin her devrinde  başarılı kılan ve zafere götüren bu özelliktir. Bu özelliği ile Mete, kendisinden sonra gelen bütün Türk komutanların örnek olmuştur.

Kaynaklar:

Ahmetbeyoğlu Ali /Avrupa Hun İmparatorluğu, TTK, Ankara 2001.

Ahmetbeyoğlu Ali /Grek Seyyahı Priskos’a Göre (V.Asır) Avrupa Hunları, İstanbul 1995. Şükrü Akkaya /Eski Alman Destanlarında Hun İmparatoru Attila’nın Akisleri, Doktora Tezi, Ankara 1942.

Barfield Thomas /The Perilous Frontier: Nomadic Empires and China, Cambridge Mass., Blackwell, 1989.

Şerif Baştav / '' Atilla ve Hunları ''  Türkleri Ansiklopedisi, Cilt I, Anakara 2002, s. 853-886.