12 Nisan 2016 Salı

Mete ve Islık Çalan Okları


Hun imparatoru, Tou-man oğlu Mete ilk eşinden, yani “Ulu Hatun”dan doğmuş büyük oğlu ve veliahdıdır. Tou-man, ikinci bir eş almış ve ondan da bir oğlu olmuştur. Fakat  Tou-man, birdenbire Mete’den veliahtlık hakkını almak ve yerine ikinci eşinden olan oğlunu geçirmek istemiştir. Bunu da açıkça değil, bir komplo ile dolaylı yoldan yapmakyı düşünmüştür. Tou-man’ın birdenbire karar değiştirerek Mete’nin yerine diğer oğlunu geçirmek istemesinin tek bir sebebi olabilirdi, o da ikinci eşinin oğlunu veliahd yapma konusunda Tou-man’ı etkilemesidir. Tou-man’ın fikirlerini değiştirmesinde büyük rol oynamıştır. Amacı kendi oğlunu tahta veliaht yapmaktı, ancak eski Türk devletlerinde taht veraset hukuku ancak hükümdarın ilk eşinden doğan çocuklara tahta çıkma hakkı tanıyordu. Eğer, hükümdarın ilk eşinden doğan oğulları çok küçük yaşta, hasta veya malûl iseler, hükümdarın diğer kardeşlerinden biri ancak o zaman tahta çıkabilirdi. Mete’nin böyle bir hastalığı bulunmadığı ve  yaşı da küçük olmadığı halde Tou-man ikinci eşinin etkisiyle küçük oğlunu veliaht yapabilmek için Mete’yi feda etmek istemiştir. Törenin, beylerin ve halkın baskısından çekindiği için bunu açıkça yapamamıştır. Bu yüzden Mete’yi Yüe-çilere rehin olarak göndermişdir, daha sonra rehin verdiği kavme saldırarak onu ortadan kaldırmak istemiş fakat muvaffak olamamıştır. Mete tam zamanında kaçarak ölümden kurtulmuştur. Bütün tarihçilerin üzerinde anlaştığı ortak bir görüşe göre zaten Mete, babasının niyetini ve amacını daha önce sezmiş ve onun tercihine karşı tedbir almayı ihmal etmemiştir.

Gafil avlanmamasına bakılırsa, devletin merkezinde Mete’nin lehine çalışan bazı beyler bulunmaktadır.  Mete, büyük bir ihtimalle babasının Yüe-çilere saldırı haberini daha önceden bu beylerden almış olmalıdır.  Mete’nin Yüe-çilerin elinden kaçıp kurtulmasından sonra, hem Tou-man hem de Mete, hiçbir şey olmamış gibi davranmışlardır. Hatta Tou-man, kurduğu komplonun izlerini silebilmek ve dikkatleri dağıtabilmek için oğlunun başarısına sevinmiş gibi yapıp, emrine bir tümen vererek onu ödüllendirmiştir. Touman’ın  böyle bir tavır takınmasının nedeni de büyük ihtimalle halkın ve beylerin tepkilerdir. Ayrıca toplumda hâkim olan en önemli güç olan töre de Tou-man’ı bu şekilde davranmaya yönlendirmiştir.

Artık Mete, herkesin gözünde gerçek bir kahramandır. Gösterdiği olağanüstü başarıyla sadece hayatını değil, devletin ve milletin itibarını da kurtarmıştır. Mete yeniden Hun tahtının veliahdı olmuştur. Babası Tou-man’ın Mete’ye karşı kurduğu bu komplo, baba ve oğul bu durumu belli etmek istemeselerde, Mete’nin babası ile arasındaki bağların kopmasına neden olmuştur. Hatta bu kopuş Mete’nin babası  ile iktidar mücadelesine girişmesine de neden olmuştur. Zamanı gelmeden babasının elinden tahtı almak artık Mete’nin tek isteği olmuştur. Nitekim Mete, bu olaydan hemen sonra babasının emrine verdiği tümeni, yine babasına karşı bir darbe için hazırlamaya başlamıştır. Mete’nin darbe için yaptığı hazırlık ve devlet darbesi Çin kaynaklarında şöyle geçer:

“Mete, (hedefe giderken) ıslık çıkaran bir ok imal etti. Atlı-okçu birliğinin eğitimi esnasında kendisi bu oku nereye atarsa, erlerinin de hep birlikte oklarını o tarafa atmaları gerektiğini emretti. Bizzat Mete, ıslık çıkaran okunu değerli atlarından birinin vücuduna attı ve bu anda maiyetinden okunu atmaya cesaret edemeyenleri idam ettirdi. Kısa bir süre sonra oku ile kendi eşini vurdu ve maiyetindekilerden de oklarını atmalarını istedi. Ancak maiyetindekilerden bazıları donup kaldılar ve oklarını atmaya cesaret edemediler. Bunlar da Mete tarafından idam edildi. Bir süre sonra Mete, av sırasında ıslık çıkaran oku ile babasının değerli atını vurdu ve maiyeti istisnasız hep birlikte aynı hedefe ok attı. Bu durum üzerine Mete, maiyetine emre itaat etmeyi öğrettiğini ve onlara tamamen güvenebileceğini anladı. Babası ile ava gittiği sırada ve Hun hükümdarı (Shan-yü veya Tan-hu) olan babasına ıslık çıkaran okunu attı. Bütün  maiyeti de aynı istikamete nişan aldı ve böylece Hun hükümdarı Tou-man öldürüldü. Bunun üzerine Mete, üvey annesini ve üvey kardeşini, kendisine itaat etmeyen bütün devlet büyüklerini bertaraf ederek kendisini Hun hükümdarı (Shan-yü) ilân etti”

Çinli kaynaklarından derlenen bu bilgiler, şüphesiz, gerçek tarihî bir olayın destanlaştırılmış bir ifadesidir. Mete’nin babasına karşı töreyi ve devleti korumak adına yaptığı bu hareket Hun halkı tarafından takdirle karşılanmış, hikâyesi dilden dile, nesilden nesle anlatılmış ve bazı olağanüstü unsurlar ve motiflerle süslenerek, hafızalarda uzun yıllar yaşayacak bir destan şekline dönüştürülmüştür.
Mete’nin uyguladığı eğitimin temelini “emre itaat, anında karar vermek ve gösterilen hedefi vurmak” gibi bugün de geçerli ilkeler ve kurallar oluşturmaktadır. Mete’nin bu eğitimden asıl maksadı, emrindekilere, savaşlarda tek başına görevini tam yapabilecek yeteneği ve alışkanlığı önceden kazandırmaktır. Mete,eğitime başlamadan önce gösterdiği hedefi vurmayanların da saf dışı edileceğini açıkça ilân etmiştir. Aksi durum zaten itaatsizlik ve disiplinsizlik anlamına gelecektir. Birliğini eğitirken Mete’nin takip ettiği amaç rakiplerine üstünlük sağlayabilmektir. Onun anlayışına göre, birlikleri arasında korkaklara, zayıf iradelilere,yetersizlere ve yeteneksizlere asla yer olmamalıdır. Mete, emrindeki birliği eğitirken sadece katı kurallar koymakla kalmamış, bu kuralları birer birer bizzat uygulamıştır. Seçilen ve gösterilen hedeflerin hep canlı ve değerli varlıklar olması konusun da, bazı görüş ayrılıkları vardır. Bazı tarihçilere göre bu varlıklar destanî nitelikte anlatıldığı için canlı olarak verilmiştir. Aslında canlı varlıklar değildirler, sadece bu varlıkları temsil eden birer semboldürler. Eğer gerçekten canlı varlıklar olsalar idi Mete’nin yapacakları önceden fark edilebilirdi.

Mete’nin harekete geçebilmesi için önünde bulunan en önemli mesele, güvendir. Çünkü Mete, emrindeki birliği yabancı soydan bir düşmana karşı değil, kendi babasına karşı hazırlamaktadır. Bundan dolayı bağlılığından emin olmak için tümenini türlü sınavlardan geçirmiş ve başarısız olanları birliğinin saflarından hemen ayırmıştır. Bundan da anlaşılıyor ki, Mete’nin bu hareketinin özünü, birlikte hareket ve nefsinden fedakârlık gibi iki temel unsur oluşturmaktadır. Böylece Mete, bütün enerjisini amacına adamış,inançlı, kararlı, sadık, hiçbir engel tanımayan demir iradeli ve disiplinli bir birlik meydana getirmiştir. Zira Mete’nin hareketlerine egemen olan düşünce daima üstün gelmektir. Mete, eğitim esnasında sadece emirler vermekle yetinmemiştir; verdiği emirleri daima ilk olarak bizzat kendisi uygulamıştır. O, bu davranışıyla kimsenin verdiği emir dışında kalmadığını, daha önemlisi kendisinin emrindekilerle eşit olduğunu göstermek istemiştir. İşte Türk komutanlarını tarihin her devrinde  başarılı kılan ve zafere götüren bu özelliktir. Bu özelliği ile Mete, kendisinden sonra gelen bütün Türk komutanların örnek olmuştur.

Kaynaklar:

Ahmetbeyoğlu Ali /Avrupa Hun İmparatorluğu, TTK, Ankara 2001.

Ahmetbeyoğlu Ali /Grek Seyyahı Priskos’a Göre (V.Asır) Avrupa Hunları, İstanbul 1995. Şükrü Akkaya /Eski Alman Destanlarında Hun İmparatoru Attila’nın Akisleri, Doktora Tezi, Ankara 1942.

Barfield Thomas /The Perilous Frontier: Nomadic Empires and China, Cambridge Mass., Blackwell, 1989.

Şerif Baştav / '' Atilla ve Hunları ''  Türkleri Ansiklopedisi, Cilt I, Anakara 2002, s. 853-886.

Osmanlılar, Bizans ve Katalan Seferi

Osman Bey'in yönetiminde, onun etrafında kümelenmiş ve onun adıyla bilinen Osmanlı toplumu bir beylik haline dönüştüğünde, doğusu ve güneyi diğer gazi beylikleri ve uç toplumlarıyla çevriliydi. Kuzeyinde ve batısında ise Bizans toprakları uzanıyordu. 1300 yılının Bizans devleti, bir zamanların güçlü imparatorluğu olma niteliğini çoktan kaybetmişti. Uzun süre İran'ın Sasani İmparatorluğu ile çarpışan Bizans, yedinci yüzyılda İs­lamiyet'in parlayışında Suriye ve Mısır'ı kaybetmiş, fakat Arap ordularını güney ve doğu Anadolu'da durdurmayı başarmıştı. Hattâ onuncu yüzyıl sonunda Abbasi halifeliğinin güçsüzlüğünden faydalanıp sınırlarım Suri­ye'ye doğru genişletmeyi bile denemişti. Fakat Bizans onbirincİ yüzyıl so­nundan beri doğudan gelen Selçuklu akınları ve batıdan boşanan Haçlı seferleri karşısında gittikçe güçsüzleşmişti. Hele 1204'de Venedik önderli­ğinde bir Haçlı donanması Koııstantiniyye'yi ele geçirince, Bizans devle­tinin merkezi İznik'e taşınmış, ülkenin diğer yöreleri üzerindeki otoritesi de zayıflamıştı. Bizans 1261'de Haçlı kalıntılarını kovup Konstantiniyye' ye döndükten sonra devlete çeki düzen verilmiş, fakat bu da onüçüncü yüzyıl sonunda batı Anadolu sınır boylarına yüklenen Türkmen dalgala­rını durdurmağa yetmemişti.

Osman Bey'in karşısındaki Bizans, bu küçücük uç beyliğinden kat kat büyük olmakla beraber siyasal bileşimini kaybetmekte olan bir dev­letti. Söğüt'e yakın Bizans kasabaları her biri kendi başına buyruk tekfur­lar elindeydi. Osmanlı beyliğinin ilk dönemlerini anlatan tarihler, çeşitli tekfurlar ve uç beylikleri, uç toplumları arasında uyuşma-bozuşma, çar­pışma - barışma hikâyeleri ile doludur. Uç bölgesinde dostluk - düşmanlık sadece din ayırımı üzerine kurulmuş değildi. Bir Bizans tekfuru geçici bir süre için bir gazi beyi ile anlaşabiliyor, etrafındaki diğer tekfurlara ya da beylere karşı ortak hareket edebiliyordu. Siyasal birimlerin sınırları da ke­sinlikle çizilmiş değildi. Bazı yörelerde yaylalar Türkmenlerin, ovalar Hıris­tiyan ya da Müslüman köylülerin, kasabalar Bizanslı komutanların elin­deydi. Resmen değişik siyasal birimlere bağlı kişilerin ve grupların belirli zamanlarda aynı pazarda ya da panayırda alışveriş ederek, hatta bazen sürekli içice yaşadıkları bölgeler de oluşuyordu böylece.On dördüncü yüzyılın ilk   yıllarında kuzey-batı   Anadolu'nun siyasal

karmaşıklığına bir unsur daha katıldı. Bu yeni unsur 1303'de Bizans'ın çağrısı ile Müslüman gazilerle çarpışmak üzere Akdeniz'in öbür ucuna İspanya'dan kalkıp paralı asker olarak Bizans'a gelen sekiz bin kişilik bir Katalan ordusuydu. Güya Bizans devletinin emrinde olan Katalan asker­ler Bizans'taki diğer askeri güçlerin aczini görünce komutanları Roger de Flor'un peşinde kendi başlarına buyruk harekete başladılar. Konstantaniy-ye'de karışıklıklar çıkardıktan sonra nihayet güçlükle asıl amaçlarına dön­meğe razı oldular ve Müslüman uç toplumları ile çarpışmak üzere Mar­mara denizinin güney sahiline çıktılar. Sonraki dönemlerin Osmanlı tarih­lerinde bahsi geçmeyen bu ücretli asker güruhunun bu yıllarda Balıkesir yöresini elinde tutan Karesi beyliği güçleri ile çarpıştığı anlaşılıyor. Bir süre kuzey-batı Anadolu'da çeşitli uç toplumları ile Savaşan Katalan or­dusu kesin bir sonuç elde etmeden, yani uç beyliklerine ağır bir darbe in­dirmeden Bizans'a geri döndü. Anlaşılan komutan Roger de Flor Bizans emrinde savaşmak yerine uç bölgesinin siyasal kargaşası içinde kendine bir bağımsız devletçik koparmak sevdasına düşmüştü. De Flor'un faydasın­dan çok zararı olabileceğini farkeden Bizans yöneticileri ertesi yıl, 1304'de, Edirne'de kendisinin ortadan kaldırılmasını sağladılar. Fakat başsız kalan Katalanîar dağılmak yerine Bizans topraklarında etrafa ateş saçarak iler­leyip yıllar sonra yurtlarına dönene kadar Yunanistan'da Atina'ya kadar uzanıp bazı yöreleri ellerinde tuttular.

KAYNAK: Türkiye Tarihi 2. Metin KUNT, Hüseyin G. YURDAYDIN, Ayla ÖDEKAN. Cem Yayınları. s. 27-28

Osmanlı Kurumlarının Gelişmesi

Osman Bey'in, son yıllarında beylik mesuliyetinin büyük kısmını oğlu Orhan Bey'e bıraktığı izleniyor. Belki babasının bu açık tercihinden dolayı, fakat herhalde toplumun sözü geçer kişilerinin desteğini de kazanarak, Osman Bey'in ölümünde Orhan Bey onun yerini aldı. Orhan Bey'in bey­liğe geçişinde herhangi bir tartışma çıkmadığı, Ertuğrul soyunun diğer üyelerinin Orhan Bey'İ itirazsız destekledikleri anlaşılıyor. Bu noktaya işaret etmekten maksat aile beyliği töresine göre beyliğe geçmekte kesin bir kural olmadığını hatırlatmak. Hattâ diyebiliriz ki, diğer Avrupa-Asya stepleri halklarının da paylaştığı bu töreye göre, beyliğe geçişte kesin bir kural olmaması, özellikle korunan bir devlet anlayışının gereği idi. Beyliğin en büyük evlada ya da ailenin en yaşlı üyesine kalması gibi bir kural olmayınca, ülkenin çeşitli yörelerini yöneten beylik ailesi üyeleri kendi­lerini göstermek, âdil, akıllı ve cesur olduklarını halka, toplumun ileri ge­lenlerine ve savaşçılara kabul ettirmek zorundaydılar. Ancak bu şekilde ailenin hangi üyesinin beyliğe en yaraşır aday olduğu saptanabiliyordu. Ta­rihin çeşitli dönemlerinde görüldüğü gibi, bu devlet anlayışı taht kavga­larına, hattâ İç savaşlara yol açabiliyordu. Beylik adaylarının çekişmesi, hattâ çarpışması diğer Anadolu beyliklerinde kargaşalar doğurduğu gibi, Osmanlı devletinin sonraki gelişmesinde de Önemli bir siyasal gerçek ola­rak kendini gösterecek. Gene de bu iç Asya töresinin yüzyıllar boyunca sürdürülmesi, toplumun başınm belirlenmesinin, meselâ en büyük oğul ol­mak gibi, kör tesadüfe bırakılmayacak, hattâ geçici bir kargaşaya değecek kadar önemli olduğu görüşünün sonucudur.

Orhan Bey'in ilk siyasal girişimleri daha babasının zamanında hedef alman yönlerde ilerlemeyi sağladı. Uzun bir askerî baskı sonunda Bursa, 1326'da alındı. Bunu takip eden yularda Kocaeli yarımadasında impara­torun kumandasında bir Bizans ordusu mağlub edilip Marmara'nın güney ve doğu kıyıları, bölgenin Gemlik, İznik ve İzmit gibi en önemli şehirleri de dahil olarak, ele geçirildi. Böylece Orhan Bey, beylikte ilk on yılının sonunda civarındaki küçük uç toplumlarını ve Anadolu'da Bizans şehir­lerini tamamen kendisine katmış oluyordu. Batıda ise sınırlar önemli bir uç beyliği olan Karesi topraklarına kadar gelip dayanmıştı.

Osman Bey uç boyunda bey olduğu halde Anadolu'da egemen olan İlhanlı üstünlüğünü tanımak zorunda idi. Orhan Bey de ilk yıllarında Teb­riz'e bağımlı olduğu halde, artık İlhanlı gücünü daha az duyduğundan ba­basına göre daha serbest beylik sürebildi. Beyliğinin üçüncü yılında Orhan Bey kendi adına sikke kestirip siyasal egemenliğin en önemli simgelerinden birine sahip oldu. Bununla beraber Orhan Bey'in İlhanlı hakanım kendi­nin üstünde saydığını gösteren diğer sikkeleri olduğunu da belirtelim. An­cak İlhanlı devletinin 1335'de dağılmasıyla Osmanlı beyliği kesin bir ege­menlik kazanmış oldu.

Gene aynı sıralarda, yani 1330 civarında, artık epey gelişmiş ve ge­nişlemiş olan beyliğin iç düzenini Osman Bey döneminin basit kayıtlan Ötesinde kurallar ve kurumlarla pekiştirmek ve yeni bazı idarî ve askerî kurumlan yerleştirmek gereği duyuldu. Bu yeni toplumsal düzenlemenin en önemli unsuru bir savaşçı grubunun ortaya çıkmasıdır.

Osman Bey döneminde toplumun bütün üyeleri akın ya da savunma gerektiğinde savaşa koşuyorlardı, yani toplum tümüyle savaşçıydı. Tabii önde gelen komutanlar ve bey ailesi üyelerinin hayatlarını kazanma gere­ğinden söz edilemez. Gerçi Osman Bey'in, hattâ Orhan Bey'in koyun sü­rüleri olduğu biliniyor, yani Türkmen geleneği bu şekilde sürdürülüyordu anlaşılan. Fakat hiç olmazsa Orhan Bey'den itibaren bu sürülerin ve diğer mallann bey konağı gereklerini sağlamaktaki önemi fazla değildi. Beyler ve komutanlar çeşitli şehir ve kasabalann yönetimini üstlenmişlerdi; bu görevin karşılığında da hâkimi oldukları kentin vergi ve resimlerini top­lamak hakkına sahiptiler. Komutanlann geçimi bu vergilerle sağlanıyordu. Hattâ kentlerin vergi geliri komutanlara verildiği gibi, kırsal alandan top­lanan tanmsal vergilerin de köylerin asayişini ve düzenli yaşamını sağla­yan atlı savaşçılara, sipahilere, timar olarak verildiği tahmin edilebilir. Daha ileride aynntılan ile göreceğimiz gibi, bu şekilde vergi ve resim ge­lirlerinin komutan, subaşı ve sipahilere ayrılmasına "dirlik" diyordu Os­manlılar; yani savaşçıların geçimini, dirliğini sağlayacak gelir.

Fakat 1330 yılı civarında subaşı ya da timarlı olarak dirliği sağlanmış kişilerin sayısı çok azdı. Orhan Bey savaşa gittiğinde savaşçılarının büyük bir çoğunluğu hâlâ dirlik sahiplerinden değil, eli silah tutan ülke halkından oluşuyordu. Beylik küçük bir uç toplumu iken mesele yoktu, ama ülke genişleyip savaş daha uzun ve ağır, hattâ daha ciddî bir uğraş haline gel­diğinde, halkın işini-gücünü bırakıp savaşması da güçleşiyordu. Artık Os­manlı beyliğinin savaşlan, İster şehir kuşatmasında olsun, ister düzenli Bi­zans ordulan ile çarpışmakta olsun, sadece askerlikte uğraşan savaşçılar gerektiriyordu.

Bu durumda dirlik sahiplerine ek olarak ve rütbece onlann altında yeni askerî gruplar oluşturuldu. Bir kısmı yaya, bir kısmı "müsellem" de­nilen atlı savaşçılardı bunlar. Akına katılan halktan farklı olarak yaya ve

müsellem askerlere savaş zamanında bir ücret ödendiği gibi, diğer zaman­larda geçinmeleri için çiftlikler de veriliyordu. Sade halk ekip - biçtiğinde devlete, yani devletin temsilcisi olan tımarlı sipahiye ya da subaşıya pay vermekle yükümlü olduğu halde, yaya ve müsellem birlikleri vergilerden muaf olarak, dördü - beşi bir çiftlikte tarımla uğraşıp ürünleri ile geçine­biliyordu. Yaya ve müsellemler geçinmeleri için köylü hayatını tamamen tcrketmedikleri için daha tam anlamıyla bir ücretli Osmanlı ordusundan bahs edemiyoruz. Fakat dirlik sahiplerinin yanında böyle özel durumda askerî birliklerin ortaya çıkışı, düzenli bir ordunun başlangıcı sayılmalı.

Aynı sıralarda bütün askerî birliklerin komutanı olarak bir beylerbeyi rütbesinin de ortaya çıktığı görülüyor: beylerbeyi, yani bütün beylerin, ko­mutanların beyi. Daha sonraları Osmanlı devletinde birden fazla beyler­beyi olduğunu göreceğiz ki bunlar eyalet valileri olarak görev yapacaklar. Orhan Bey döneminde İse bir tek beylerbeyi vardı; belli bir yörenin valisi olarak değil, Osmanlı beyliğindeki bütün askerî kuvvetlerin başkomutanı olan bîr beylerbeyi. Tabii Gazi Orhan Bey asıl başkomutan sayılıyordu; fakat onun görevi askerî yönetimin üstünde, gelişen devletin ve toplumun genel yönetimini üstlenmekti.

Gerçi Osmanlı beyleri, daha sonraları padişahlar, yüzyıllarca ordula­rını hele önemli savaşlarda doğrudan doğruya yönetmeye devam ettiler. Fakat Orhan Bey çağında bir beylerbeylik makamına gerek görülmesi Or­han Bey'in artık sadece askerî işlerin ötesinde ve üstünde bir işlevi oldu­ğuna işaret ediyor. Böylece Orhan Bey, nitelik yönünden toplumdaki diğer beylerden, komutanlardan ayrılıyor ve önem kazanıyordu. Gene de göz-önünde bulundurmak gerekir ki Orhan Bey hâlâ sadece "bey" idi. Daha sonraki nesillerde oğlu Murat Gazi "hüdavendigâr" (hünkâr), torunu Yıl­dırım Beyazıt "sultan" diye bilinecek Osmanlı devletinde. Orhan Gazi ise daha unvan bakımından diğer komutan ve beylerden ayrı değildi. Osmanlı toplumunda bey'in sultanlaşması, padişahlaşması, siyasal gücü kesinlikle kendi elinde toplaması yüzyıl sürecek bir gelişme olarak çıkacak karşımıza. Orhan Bey'in kendi emrinde bir beylerbeyi yaratması ve bu gelişmenin ük adımı sayılmalı.

Beylerbeyi makamının ortaya çıkmasına .paralel diğer bir gelişmeye daha işaret edelim. Beylerbeyi nasıl askerî işlerde sorumluluğu yüklen-diyse, yönetimi bütünüyle çekip çevirecek bir vezir de tayin edildi. Osman Bey döneminde bütün toplum askerî gücü oluşturduğu gibi, siyasal ve as­kerî işlevleri birbirinden ayırmak da mümkün değildi. Orhan Bey çağında ise ordu toplumdan ayn geliştikçe askerlik ve yönetim de ayrı kurumlar haline dönüşmeye başladı. Bu ayırım gerçi yüzyıllar boyunca kesinliğe ka­vuşmadı Osmanlı devletinde; askerî meslekten gelenler üstünlüklerini ko­rudular. Hiç olmazsa onyedinci yüzyıla kadar devletin başı, bey ya da sul­tan, askerî kimliğini, komutanlığını sürdürdüğü gibi, vilayet yöneticileri de

askerî kişiler olarak kaldılar. Gene de Orhan Bey zamanında bir beyler­beyi ve bir vezir tayiniyle Osmanlı beyliğinin askerî düzeni ve yönetimi ayırarak geçmiş ve çağdaşı tslâm devletlerinin klasik yapısına ulaşmayı amaçladığı anlaşılıyor. Diğer İslâm devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı bey­liğinde de vezir bu dönemde sivil yönetimden yetişmiş kişiler arasından se­çiliyordu. ilk defa vezir olarak tayin edilen Alaeddin Paşa'nın kimliği ke­sinlikle bilinmiyor gerçi, fakat ondordüncü yüzyılın diğer Vezirleri med­resede okumuş, kadılık yapmış kişilerdi.

Osman Bey döneminin basit uç toplumundan Orhan Bey döneminin uç devletine geçişte gelişen ve büyüyen toplumun ve devletin diğer gerek­lerini karşılayabilmek için yeni tayin olunan vezirin yönetimde ilim ve ka­lem İşlerini çekip çevirebilecek, fıkıh ve şeriat bilir, beylik yazışmalarını yürütebilecek eli kalem tutar kişilerin Önemi de artıyordu. Yukarıda gör­düğümüz gibi Osman Bey çağında böyle kişiler İç bölgelerden gelip Os­manlı hizmetine giriyorlardı. Orhan Bey ise ulemânın ve kâtiplerin Os­manlı topraklarında da yetişebilmesini sağlamak amacıyla eğitim kurum­larının gelişmesine önayak oldu. İslâm toplumunda eğitim devletin sorum­luluğunda olmasa bile eğitim kurumları devlet yöneticilerinin, beylerin ve eşrafın kurduğu vakıflarla destekleniyordu. İznik alındıktan hemen sonra bu eski Bizans kültür ve bilim şehrinde ilk Osmanlı medresesi kuruldu. Bunu Bursa'da diğer bir medrese takip etti. iç bölgelerin yerleşik kültü­ründe yetişmiş âlimler bu yeni gelişen toplumun eğitim kurumlarında ho­calığa davet edildiler.

Bazı kiliselerin camiye çevrilmesi, yeni medrese ve imaret gibi top­lumsal dayanışma kurumlarının açılmasıyla, Osmanlı eline geçen şehirler zamanla toplumsal yapılan ve mimarileri ile de İslâmî bir görünüm al­maya başladılar. Osmanlı ülkesinde ulemânın, kalem erbabının artması, Islâmî kurumların gelişmesiyle uç boyunun akıncıları arasında da müca­delenin din uğruna, Müslüman egemenliğini yaymak, İslâm kültürünün ufuklannı genişletmek amacına dönük olduğu bilinci yerleşmeğe başladı. Türkçe "akıncı" teriminin İslâmî karşılığı Arapça "gazi" kelimesi idi. Gazi, yani gazaya koşan, katılan kişi. Osmanlı öncesi tslâm tarihi süre­since "gazi" lafı her savaşçıya değil, özellikle uç boylannı koruyanlara mahsus bir terim haline geldiği gibi İslâmî, dinî, bir mahiyet de kazanmaya başlamıştı. İşte 1330 yıllarında, Orhan Bey döneminde halk ağzındaki "akıncı" terimine karşı resmi yazı yazıtlarda "gazi" kelimesi kullanılır oldu. Bütün uç toplumu "gazi" olduğu gibi Orhan Bey de Arapça yazıt­larda "gaziler sultanı Gazi Orhan bin Osman" diye adlandı.

Osmanlı uç toplumunda islâmî bilincin artışını sadece akıncı yerine gazi gelimenin yaygınlaşmasından değil, toplumdaki Müslümanlar ara­sında kullanılan kişi adlarının değişmesinde de İzlemek mümkün. Osman Bey İslâm ümmetinin üçüncü halifesinin ismini taşıyordu, fakat hem ba

bası Ertuğrul Bey, hem halefi Orhan Bey islâmiyet öncesi Türk adları ile anılıyorlardı. Ertuğrul Bey'in kardeşleri Sungur Tekin, Gündoğdu, Dündar Alp; Osman Bey'in kardeşleri Savcı Bey ve Gündüz AJp'in isimleri de saf Türkçe idi. islâm öncesi Türkçe adların kullanılması Osman Bey döne­minde de sürdürüldü. Osman Bey'in oğullarından bazıları Alaeddin, Melik, Hamit gibi Arapça'dan alınma Islânıî İsimler taşırken, selefi Orhan ve diğer oğullan Pazarlı, Çoban, Savcı; yeğenleri Bayhoca, Aktimur, Aydoğ-du Türkçe adlandırılmışlardı. Orhan Bey neslinde ise islâm geleneğinden isimîer seçilir oldu. Osman Bey döneminden sonra Osmanlı sülâlesinde Savcı, Yahşi, Korkut, Orhan, Oğuz gibi öz Türkçe isimlere pek seyrek rastlanması, hiç olmazsa toplumun yönetici-bey tabakasında Islânıî ben­liğin Türk geleneğinin yerini almağa başladığının belirtisi sayılmalıdır.

Orhan Gazi’nin Hanımları Ve Çocukları

Nilüfer Hatun; Yarhisar Tekfurunun kızıdır. Asıl adı Holifira diye bilinir. Bizim çalışmamızda Lotus hanım ismi de kulla­nılmıştır. Ancak mühim olan; her iki ismin Nilüfer Hatun’a aid olmasıdır. Kitabımızda Yarhisar tekfuru ile yapılan sava­şın neticesinde Cenabı Hakkın bir ihsanı olarak Orhan Gâ~ zi’ye nâsib olan bu hanımın, kendi arzu ve isteği ile müslü-manlıkla şereflendiğinin nasıl cereyan ettiğini ifade etmiştik. Ancak sunuda hemen ifade edelim ki; meşhur seyyah İbni Batuta İznik’de görüştüğü Nilüfer Hatun’un adını, Bilun şek­linde, yanlış olarak yazmıştır.

Bursa’nın meşhur akarsuyu olan Nilüfer Çayı, bu hanımın, çay’ın üzerine kendi parasıyla yaptırdığı köprüyede sanki te­şekkür edercesine Nilüfer Suyu adı verilmiştir. Nilüfer Hatun; Rumeli Fâtihi Süleyman Paşayı ve Kosova galibi Sultan Mu-rad-ı Hüdavendigârı dünya’ya getirmiştir.

Her iki evlâdıda şehadet şerbetini içmiştir. Ne varki bu muhterem validenin de vefat târihi meşkûk kalmıştır. Kabri Bursa’da zevci Orhan Gâzi’nin türbesindedir. Orhan Gâzİ’nin diğer bir hanımı Asporça Hatun’durki, Bizans imparatoru 3. Andranikos’un kızıdır. Orhan Bey’in ikinci izdivacida yine Bi­zanslı bir hanımla vukubulmuştur. Asporça Hatun Orhan Gâ-zi’ye, İbrahim adı verilen bir şehzade dünya’ya getirdi. As­porça Hatun’un, müslüman olduğuna ve ne ad aldığına dâir bir kayıt bulunmamakla beraber, 1323 senesinde tanzim et­tirdiği vakfiyede yaptırdığı binalara ve eserlere oğlunu müte­velli tâyin ettiğini öğreniyoruz. Ayrıca İsporça Hatun Fatma adı verilen bir kız da dünyaya getirmiştir. Asporça Hatun’un ölüm târihi ve kabrinin yeri bilinmemektedir.

Teodora veya Maria adıyla anılan Orhan Gâzi’nin 3. hanı­mı da sanki bir siyasi evlilik dizisinin, üçüncü bölümünü teşkil etmektedir. Çünkü bu hanımda Bizans İmparatoru 6. John Kantakuzenus’un ve de sevgili karısı meşhur imparato-riçe İrene’nin kızıdır, Orhan Gazi kaimpederi Kantakuzenus’a imparatorluk ortağı olabilmesi için yardımcı olmuştur. Bu iz­divacın yâni Orhan Gazi ile Teodora’nin Silivri’de yapılan dü­ğünleri Bizans eşgüdüm imparatorluğunda, Osmanlının Ru­meli fetihleri tasavvurunda, kaleyi içten fetih anlayışı içinde de bakıJabilecek siyasi evliliktir.

Kantakuzenus gördüğü yardım üzerine Bizans imparator­luk idaresinde söz sahibi olmakla bu evliliğin bir meyvesini yerken az sonra Rumeliye çıkacak olan Orhan Gâzioğlu Sü­leyman Paşa bu akrabalıktan faydalanarak Gelibolu ve civa­rındaki üs bulma kolaylıklarında, pederinin akrabalık payını devletin lehine pek güzel kullandı.

Silivri’de yapılan düğün merasimi sonrasında Bursaya ge­tirilen gelin Teodora bu evlilikte Halil adı verilen bir şehzade dünyaya getirmiştir. Teodora veya Mana müslüman oldu mu? Ne ad aldı, hangi târihde öldü ve nereye defnolunduğu belli değildir.

Eftandise Hatun ise Mahmut Alp adlı bir müslümanm kızı­dır. Ancak hiç bir şekilde hakkında malumat olmayıp, yaşa­mış ve bu dünyadan bir garip gibi geçip gitmiştir, demekten başka elden bir şey gelmemektedir.

Orhan Gâzi’nin çocuklarına gelince, kız olarak bilinen sa­dece Hatice Hatun ve Fatma Hatun vardır. Fatma Hatun’un Asporça Hatun’un kızı olduğunu bilmemizle birlikte akıbeti hakkında da bir bilgi sahibi olmadığımızı tabiiki itiraf etmeli­yiz. Bunun sebebi; kadın meselesinin o dönemde, kadını bir hazinenin pek değerli bir mücevheri olarak görmesi ve onu, müthiş bir sevgi ve kıskançlıkla isminin duyulmasından dahi kıskanan bir anlayış olarak görmek lâzımdır ve buna saygı duymakda medeniyetin gereğidir diye düşünüyorum. Hiç kimseyi, hiç kimsenin hanımının adının, sanının hiçkimseyi alakadar etmediğini kabullenme, medeni insanın, medeniye­tin ilk basamağına ilk adımı atmış olduğunu var sayalım di­yorum.

Bunun aksine; kendini cemiyete tanıtmakta olan bir hanı­mında asla rahatsızlık vermeyeceğini kabullenmek gerekir diye düşünüyorum. Eğer 1700′Iü yıllarda vefat etmişlerin mezar taşlarını okuduğunuzda, zaman zaman rastlarsınız ki, meselâ: Evkafdan elHac İbrahim Tahtavi efendinin fülâne ha­nımı burada medfun olup, bir fâtihâi şerifenize müştaktır. El-fâtiha. Yazdığını okuyabilirsiniz. Buna karşılık babasını, ana­sını ve zevcinin adını makamını veya işini belirten, genç ya­şında vefat eden Pembe hanımın ruhuna elfâtiha, diye yazdı­ğını da görürsünüz. Orhan Gazinin kızı Hatice Hatun’a gelin-cede babasının, Bursa’daki türbesinde gömülü olduğunu. Toyhisarda da bir zaviye yaptırdığını, Savcı Bey’in oğlu Sü­leyman Bey’le evli olduğu sanılmaktadır ve Orhan Gazinin, hangi hanımından doğduğuna dâir bilgimizde yok.

Erkek çocukları ise; Gazi Süleyman Paşa ve 1. Murad dı­şında, İbrahim bey , Sultan Bey, Kasım Bey ve Halil Bey’dir ki, bunlardan Halil bey son vefat edendir. Vefatında 15 yaşın­daydı ve Ceneviz korsanlarınca kaçırıldığında, Orhan Gazi pek üzülmüştüde yüzbin duka altın ödenerek kurtarıldı ve dedesi Kantakuzenusa iade edilmiştir.

Orhan Gazinin sadrıazamı ise baba bir anne ayrı kardeşi, ve Orhan Gâzi’nin yaşça büyüğü Alaadin Paşa, 1323′de aldı­ğı sadareti 1339′da terk ettiğinde 16 yıllık bir ağır hizmet fa­kat yüce temelli bir devletin istikbâle ümidle bakmasını te­min eden bir bani, bir kurucu olarak düşünmek gerekir. Alaadin Paşa’dan vezaret Nizameddin Ahmed Paşaya geçmiş ve 1339′da başlayan görev on yıl devam etmiş 1349′da sona ermiştir. Bu tarihden sonra 3. sadrıazam olarak, Ankaralı Devlethan bin Hacı Paşa’yı görüyoruz ve bu zat da 11 sene hizmetle 1360?da tamamlandı vezaretdeki vazifesi.

Çalışma Arkadaşları İsmet İnönü (1884 - 1973)

Asker, devlet adamı ve Türkiye'nin ikinci Cumhurbaşkanı. Mustafa İsmet 1884 yılında İzmir'de doğdu. İlköğrenimini Sivas'ta bitirdi. 1882'de Sivas Askeri Rüştiyesi'ne girdi. 1895'te Rüştiye'yi tamamladı. Bir yıl Sivas'ta, Mülkiye İdadisi'nde okudu. 1897'de bu okulu bitiren Mustafa İsmet, Halıcıoğlu'nda (İstanbul) o zaman "Mühendishane-i Berrii Hümayun" denilen kara topçu okuluna girdi. 1903'te Harbiye'yi bitirdi. Yüksek askeri eğitime yatkın görüldüğünden, 1903'te Pangaltı'daki Harp Okulu'nda bulunan Erkânı Harbiye'ye (Kurmaylar Akademisi) alındı. Mustafa İsmet'in Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir, Fethi Okyar, Ali Fuat Cebesoy, Asım Gündüz vd. ile aynı çatı altında buluşup tanışması bu okulda başladı.

Mustafa İsmet Bey, kıta stajını tamamlamak üzere, Edirne'de merkezleşen İkinci Ordu'da görevlendirildi. Edirne'de 8. Topçu Alayı 3. Bölük komutanlığına atandı. İki yıl bu görevde kaldı (12 Eylül 1906). Bölük stajı bitince 2. Ordu kurmay heyetine alınarak (25 Eylül 1908), Edirne'de 2. Süvari Tümeni'ne verildi. 1907 yılı içinde, o sırada Selanik'te bulunan arkadaşı Fethi Bey'den dolaylı olarak aldığı bir mektupla, İttihat ve Terakki Partisi'ne girmiş, gizli teşkilatın başına geçmişti. Genç Türkler İhtilali patlayınca (24 Temmuz 1908) Edirne'de fiilen, orduya ve sivil idareye el koydu. Ertesi yıl 31 Mart 1909 irtica hareketi olarak bilinen İstanbul askerî ayaklanmasını bastırmak için Rumeli'den yürüyen Hareket Ordusu'na katıldı.

İnönü, hayatının en önemli başarılarından birini Yemen'de elde etti. Asi Yemen İmamı Yahya Hamidettin'le, hem de imamın elinde olan dağlık bölgede açık müzakereye girişti. İmparatorluğun tarihinde devletin topraklarında, fakat Türk olmayan bir halkla, ilk defa önemli bir anlaşma imzalandı, yüz yıllık Yemen isyanları kesildi. İsmet Bey'in oradaki görevi 26 Şubat 1910 ve 5 Mart 1912 tarihleri arasındadır.

5 Mart 1912'de İstanbul'a geldi ve Harbiye Nezareti'nde, çoğunlukla Harbiye nazırı ve Başkomutan vekili Enver Paşa'nın emrinde, 1915 yılına kadar görevde kaldı. 26 Nisan 1912'de binbaşı, 23 Kasım 1914'te kaymakam (yarbay) oldu. 30 Ocak 1916'da kıta hizmetini yapmak üzere 4. tümen komutanlığına atandı. Ondan sonraki askeri görevleri, Birinci Dünya Savaşı içinde ve hepsi de Doğu cephesiyle Suriye cephesinde geçti. 14 Mayıs 1917'de 20. ve 2 Temmuz 1917'de 3. Kolordu komutanlıklarına atandı. Ocak 1920'de Garp Cephesi komutanlığı görevini aldı. Kuruluş halindeki düzenli ordu ile cephede Yunan kuvvetlerine karşı savaşan İnönü (İnönü Savaşları), yine aynı cephede Çerkez Ethem'le mücadele etti.

Birinci İnönü Savaşı sonunda tuğgeneral olarak İzmir'e varışından birkaç gün sonra, 13 Eylül 1922'de tümgeneral, aynı yılın 30 ağustosunda da korgeneral oldu.

Mudanya Mütarekesi görüşmelerini yürütmek üzere Mustafa Kemal tarafından görevlendirildi (26 Ekim 1922). Daha sonra Lozan Konferansı'na gidecek heyete başkan olarak seçildi. Bu görevi bakan düzeyinde yerine getirmesi gerektiği için Dışişleri bakanlığına getirildi. Lozan'a giden İsmet Paşa, buradan başarılı bir diplomat olarak döndü. Lozan'dan dönüşünde başbakanlığa getirildi (29 Ekim 1923) ve kısa bir süre bu görevden ayrıldıktan sonra 3 Mart 1925'te tekrar hükümet başkanı olunca, bu görevi 1937'ye kadar sürdü.

Atatürk'ün ölümünden sonra yeni bir devlet başkanı seçiminde ilk akla gelen isimdi. Nitekim 11 Kasım 1938'de 348 üyenin hazır bulunduğu Millet Meclisi'nde yapılan seçimde İnönü'nün aldığı oy sayısı 348'di.

1950 seçimleri Türkiye'de 27 yıllık CHP iktidarına son verdiği vakit, 14 yıllık Başbakan ve 12 yıllık devlet başkanı İsmet Paşa sonucu kaçınılmaz sayıyordu. İsmet paşa, 1972'de partiden ayrıldıktan ve siyasî hayatını eski cumhurbaşkanı olarak yararlandığı Senato üyeliğine inhisar ettirdikten sonra, yalnız 1973 seçim kampanyası sırasında siyasi sahnede bir kez daha göründü.

İsmet Paşa, 25 Aralık 1973'te öldüğü vakit nereye gömüleceği konusu karara bağlandı ve Anıtkabir olarak belirlendi.

Çalışma Arkadaşları İzzettin Çalışlar (1882 - 1951)

Asker, Kurtuluş Savaşı komutanlarından ve siyaset adamı. 1882 yılında Yanya'da doğdu. İstanbul'da Milli Savunma Bakanlığı Personel Dairesi emrinde çalışmayı reddederek Mudanya'da Milli Mücadele kuvvetlerine katıldığında (1 Temmuz 1920) yarbaydı. O tarihe kadar Üsküp'ten Anafartalar'a uzanan çeşitli yerlerde görev yaptı. Çalışlar, Milli Mücadele'yi yürüten kuvvetlerden 23. Tümen komutanlığına atandı, 20. Kolordu'nun da komutan vekilliğiyle görevlendirildi. Kütahya-Eskişehir, Birinci ve İkinci İnönü ve Sakarya Meydan Savaşları'nda tümen ve grup komutanı olarak bulundu. 1921'de albaylığa, 1922'de generalliğe yükseldi. 1926'da korgeneral oldu. Bu sırada 1. Ordu'ya komuta ediyordu ve bir ara İzmir valiliği ile Askerği Mahkeme üyeliği de ek görev olarak kendisine verilmişti. Çalışlar, 1930'da orgeneralliğe yükseltildikten sonra ordu komutanı olarak 1939'a kadar görevini sürdürdü. Emekliye ayrıldıktan sonra Aydın (1939), Muğla (1940 ve 1943), Balıkesir (1943) milletvekili olarak Meclis'de bulundu. 1951 yılında İstanbul'da öldü.

Çalışma Arkadaşları Kazım Karabekir (1882 - 1948)

Asker, Milli Mücadele kahramanlarından ve siyaset adamı. 1882 yılında İstanbul'da doğdu. İlköğrenimini değişik yerlerde tamamladı. Ortaokul ve liseyi Fatih Askeri Rüştiyesi'nde ve Kuleli Askeri Lisesi'nde okudu. Karabekir, Harp Okulu'nda Mustafa Kemal ile tanıştı.1902'de Harp Okulu'nu, 1905'te Harp Akademisi'ni bitirdi.1909'da İstanbul'da patlak veren 31 Mart Olayı'nı bastırmak üzere buraya gönderilen Hareket Ordusu'nda Mustafa Kemal ile birlikte Kazım Karabekir'de vardı.

Birinci Dünya Savaşı başlarında yarbaylığa yükselen Karabekir, savaş yılları boyunca İran sınırında, Halep'te, Doğu Cephesi'nde, Çanakkale'de bulundu. 1917'de atandığı Diyarbakır'daki 2. Kolordu komutanlığından sonra, Erzincan yakınındaki Kafkas Kolordusu'nun başına getirildi ve bu görevi sırasında Emenileri püskürterek Erzincan ve Erzurum'u geri aldı. Sarıkamış'taki kolordu ile işbirliği yaparak Kars ve Gümrü kalelerinin alınmasında üstün başarı gösterdi. Bunun sonucu olarak da generalliğe yükseltildi.

Karabekir'in hayatındaki önemli dönüm noktalarından biri Doğu'daki görevine gidişiyle başlar. Asıl başlangıç tarihiyse Mustafa Kemal'in Samsun'a çıktıktan sonra, kendisiyle temasa geçmesidir. O günden başlayarak Karabekir'in sınıf arkadaşı Mustafa Kemal ile tam bir işbirliği yapacak ve bu beraberlik Kurtuluş Savaşı'nın sonuna kadar sürecektir.

Kazım Karabekir Doğu'da Milli Mücadele'yi sürdürürken Edirne milletvekili olarak birinci Büyük Millet Meclisi üyeleri arasına girdi ve böylelikle siyasi hayata atıldı. 1923 seçimlerinde de İstanbul'dan milletvekili seçildi. Aynı zamanda merkezi Ankara'da olan 1. Ordu'nun komutanlığı görevini aldı. 1.dönem milletvekilliği sırasında pek faal olamayan Karabekir, 1923'ten sonra Parlamento'da sayıları oldukça azalan Mustafa Kemal'in muhalifleri arasında yer aldı. Çok geçmeden de Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez Paşalarla birleşerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kurdu (1924) ve bu partinin genel başkanlığını üzerine aldı. Partinin ömrü uzun olmadı ve 1926'da Mustafa Kemal'e karşı yapılan suikast girişiminden sonra kapatıldı. Kazım Karabekir 1948 yılında Ankara'da öldü.