22 Nisan 2016 Cuma

Orta Asya Türk Tarihinin Çince Kaynakları

Hiçbir erkek çok fazla konuşmaktan hoşlanmaz. Ona her detayı en ince ayrıntısına kadar anlattığınızda ilişkinizin daha sağlam olacağını düşünmeyin. Sizi merak etmesine izin verin ve fazla detay vermeyin!

Sürekli iletişimde olmak
Telefonu elinden düşürmesine izin vermeden onu mesaj yağmuruna tutmak ya da dakika başı aramak, size daha fazla bağlanmasını sağlamaz. Aksine konuşacak bir konu kalmaz ve bu durumda da kavgalar fazlalaşır. Hem kendinizin hem de onun nefes almasına izin verin!

Her şeyini karıştırmak ve dedektiflik duygusu!
Ona ait özel eşyaları; bilgisayar, telefon, çanta, dolap, evindeki küçük kutu… Her şeye karışmayın ve onun açığını yakalamaya çalışmayın. Bu ilişkinizi çıkmaza sokacağı gibi sizi de obsesif bir kişiliğe sürükleyecektir. Bırakın sizin özeliniz size, onun ki ona kalsın!

Değiştirmek için çabalamak!
Artık öğrenemediniz mi? Bir insan 7’sinde ne ise 70’inde de o olur. Kimseyi değiştiremezsiniz. Hoşunuza gitmeyen davranışlarını değiştirmeyi denemek yerine onunla konuşun. Çünkü erkekler onu değiştirmeye çalışan kadınlardan ışık hızıyla soğurlar. Bunu asla yapmayın!

Kendini unutmak!
Tüm hayatınızı onun üzerine kurduğunuzda size daha bağlı olduğunu sanmayın! Aksine unutulmuş bir kişilik erkeğe silik bir insanı hatırlatır. Silik insanlarla da kimse beraber olmak istemez. Siz kendi kişiliğinizden ve siz olduğunuzu belirleyen özelliklerinizden asla bir başkası için vazgeçmeyin! Kendi hobileriniz, kurallarınız, arkadaşlarınız ve kararlarınız olduğunda size daha fazla saygı duyacağından şüpheniz olmasın.

Onun hayatını kısıtlamak!
Sevdiği şeyleri yapmasına karışmak, arkadaşlarıyla geçirdiği vakti kısıtlamak, onu kendinizden soğutmak için yapacağınız bir diğer hareket! Onunla meşgul olmak yerine kendisine plan yaptığında siz de kendi zevk aldığınız şeylere vakit ayırmayı deneyin. Böylece ikiniz de “özgür alanlar” yaratarak ilişkinin daha sağlam ve uzun sürmesini sağlayabilirsiniz.

21 Nisan 2016 Perşembe

Korfu Seferi

Venedik Cumhuriyet'nin Papa'nın da teşvıkile Osmanlı Devletiriyakarca davranması ve hıristiyan ittifakı dahil olması üzerine harekete geçildi. Osmanlı Donanması'na Kaptan-ı Derya Barboros Hayreddin Paşa kara ordusuna da ikinci vezir Lütfi Paşa kumanda ediyordu 17 Mayıs 1537'de İstanbul'dan yola çıkan Kanuni SultanSüleyman Han'ın bu seferinde hedef Adriyatik ve İtalya idi.13 Temmuz'da Avlonya'ya gelen padişah: Adriyatik'teki askerlere yardım edip,Venedikliler'in tahriki ile çıkan Delvine ve havalisindeki isyanları bastırttı. Osmanlı Donanması İtalya sahillerini abluka altına aldı. Haçlılar'ın büyük amirali ve Akdenizkıyısındaki Müslüman ahali ile denizcileri rahatsız eden Andrea Dora bütün aramalara rağmen Osmanlı Kaptan-ı Deryası Barboros Hayreddin Paşa'nın karşısına çıkmadı. Korfu Adası'nı kalesini kuşattıran Sultan Avlonya'da bulunuyordu. Sultan Süleyman Han, mevsim şartları yüzünden 6 Eylül 1537'de kuşatmayı kadırttı. 15 Eylül'de İstanbul'a hareket eden padişah, kara ve  deniz harekatının devamını emr etti. Kaptan-ı Derya Barboros Hayreddin Paşa, Venedikliler'e ait Şira, Patmos, Naksos adalarını
fethetti.

Tolstoy Müslüman olarak mı öldü?

Ancak yine de Allah bilir. Tolstoy, müslümanlığı övücü sözler söylemiş, hatta bu yolda bir kitapçık bile derlemiş,ama "müslümanım" dememiş.Öldüğü sırada yalnızdı, bu nedenle ne düşündüğü ve Kelime-i Şehadet'i söyleyip söylemediği sadece onunla Allah arasında kalan bir sırdır.Aşağıdaki yazı buna dairdir.. Ünlü Rus yazar Tolstoy’un, ölümünden bir yıl önce Hz. Muhammed’in (s.a.s.) hadislerini derlediği bir risalesi olduğu ortaya çıktı. Tolstoy’un bu eserinin, Rus halkında İslam’a ilgi uyandırmaması için komünizm döneminde gizlendiği belirtildi. “Muhammed her zaman Evangelizmin (Hristiyanların) üstüne çıkıyor. O insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir tutmuyor. Müslümanların Allah’tan başka ilahı yoktur ve Muhammed O’nun peygamberidir. Burada hiçbir muamma ve sır yoktur.” Bu sözler tanınmış Rus yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy’a ait. 1909 YILINDA NEŞREDİLDİ Tolstoy, bu risalesini 1909 yılında neşretti. Ancak kitap Rusları etkilememesi için devlet tarafından bilinçli bir politikayla gözlerden uzak tutuldu. Sovyetler’in yıkılması ile 1990 yılında eser Rusça olarak yeniden yayımlandı. Tolstoy’u bu kitabı yazmaya yönelten olay ise 1908 yılında Hindistanlı âlim Abdullah El Sühreverdi’nin “Hz. Muhammed’in Hadisleri” adlı kitabını okuması sonrasında gerçekleşti. Kitaptan oldukça etkilenen Tolstoy, seçtiği hadislerle hemen bir kitapçık oluşturdu. Tolstoy daha çok, Allah inancı, fakirlik, eşitlik, ölüm ve iyi insan olma gibi konuları içeren hadisleri toparladı. Tolstoy’un seçtiği hadislerden bazıları şöyle: “Hakikat insanlar için ne kadar acı olsa da, hakikati söyleyin.” “Hiç kimse öfkesini yutmaktan daha güzel bir içki içmemiştir.” “Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” “İşçinin hakkını alnının teri kurumadan veriniz.” NAKŞÎ DERVİŞLERİYLE GÖRÜŞMÜŞ “Hz Muhammed” risalesini Karakutu Yayınları için Türkçe’ye çeviren Arif ARSLAN Tolstoy’un yaşadığı dönemde Tataristan’da faaliyet gösteren Nakşî dervişleriyle görüştüğünü bu belgelerin Tatar Edebiyat Tarihi kitaplarında yer aldığını söyledi. Buna göre; Tatarlarda 1860 yıllarında çok ilginç bir sofi teşkilatı meydana gelir. Kurucusu Bahauddin Vaisov, Nakşibendî Tarikatına mensuptur. Bahauddin Vaisov, Tolstoy ile görüşmüş ve ona bu tarikatı anlatmıştır. Tolstoy’da onların fikirlerinin pek çoğuna katıldığını yazışmalarda ifade ediyor. Tolstoy bu yazışmalarda kendi çevirdiği hadislere de yer veriyor. Tolstoy’un Arap dilini bilmediği için İslam’ı Rus misyonerlerinden öğrendiği söyleniyor. MÜSLÜMAN GİBİ DEFNEDİLDİ İDDİASI “Hz Muhammed” kitabını Rusçadan Azericeye çeviren Prof. Dr. Telman Hurşidoğlu Aliyev ise kitapta bir Arapla evlenip İslam’ı kabul etmiş Valeriya Porohova isimli Rus bir kadının anılarına da yer veriyor. On bir yıl eşiyle Suudi Arabistan’da yaşayan Bayan Porohova, Kur’an-ı Kerim’i Rusça’ya tercüme etmiş. Porohova, ünlü yazar Tolstoy’un son zamanlarında İslam’ı kabul ettiğini ve bir Müslüman gibi toprağa verilmeyi vasiyet ettiğini iddia ediyor. Tolstoy’un İslami usullere göre defnedildiğini iddia eden Porohova, mezarının başında Hristiyanlığın sembolü olan Haç’ın da yer almadığını belirtiyor. Sovyet hükümetlerinin bu gerçeği uzun yıllar gizlemeye çalıştığını kaydeden Prof. Aliyev, Tolstoy’un Müslüman olduğunun öğrenilmesi halinde Rus halkında İslam’a yönelme akımının başlamasından korkulduğunu ileri sürüyor. Kitap, Rus Yelena Vekilova’nın Tolstoy ile oğulları üzerine yaptığı çarpıcı mektuplaşmaya da yer veriyor. Azeri kökenli General İbrahim Ağa ile evli olan Vekilova biri üniversitede, diğeri askeri okulda okuyan iki oğlunun babalarının dini İslam’a meylettiğini, Rus ve Hristiyan olarak kendisinin ne yapması gerektiğini soruyor ünlü Rus yazara. Tolstoy şu cevabı veriyor; “Muhammediliğe, Hristiyan dininden daha fazla önem vermelerine gelince, ben bütün kalbimle buna katılıyorum. Bunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da benim için Muhammedilik, Haça tapmaktan mukayese edilmeyecek kadar üstündür.” Tolstoy, mektubun devamında, “Eğer insan seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olan her Hristiyan ve her bir insan şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği, tek Allah’ı ve O’nun peygamberini kabul ederdi.” VEREMDEN ÖLDÜ 1828′de doğan Tolstoy, önce annesini, sonra babasını kaybetti. Dokuz yaşından itibaren halasının gözetiminde büyüdü. Asil ve zengin bir ailenin çocuğu olan Tolstoy, çocuk yaşında Fransızca ve Almanca öğrendi. 1844′te Kazan Üniversitesi’nde Doğu Dilleri üzerine eğitim görmeye başladığı hâlde, bohem yaşama olan düşkünlüğü ile bu eğitimi yarıda bıraktı. On dokuz yaşına geldiğinde ailesinden kalan servetin vârislerinden birisi olarak genç yaşında büyük bir servete kondu. 1851′de Kafkaslara askeri eğitim almaya gitti. İki yıl sonra Osmanlılara karşı savaşmak üzere cepheye katıldı. 1856′da ordudan ayrıldı. Çocukluk anılarını anlattığı “Çocukluk”u 1851′de henüz yirmi üç yaşındayken kaleme almaya başladı. Kafkas halklarının yaşamını ele aldığı “Hacı Murat”ve “Kazaklar” romanlarını 1852′de, Kırım Savaşı’nı anlattığı “Sivastopol Hikâyeleri”ni 1855′te yayımladı. Ardından Fransa, İngiltere ve Belçika’ya seyahatler düzenledi. 1862′de evlendi. Ertesi yıl en önemli eserlerinden “Savaş ve Barış”ı yazmaya başladı, altı yıl sonra 1869′da tamamladı. 1873′te bir diğer klasik eseri “Anna Karanina”yı kaleme almaya başladı ve üç yılda bitirebildi. Bir diğer güçlü eseri “Diriliş”i yirmi yıl sonra yazmaya başladı ve 1899′da tamamladı. Ara dönemde “Din Nedir”i, “Ölüm Manifestosu” ve “Üç Ölüm” gibi insan, yaratıcı ve ölümü ana tema olarak ele aldığı hikâye ve romanları yazdı. Tolstoy, seksen iki yaşında eşiyle yaşadığı geçimsizlik ve kavgalara kızarak çocukluğundan beri yaşadığı Yasnaya Polyana’daki evini terk etti. 20 Kasım 1910′da Odesa-İstanbul üzerinden Bulgaristan’a gitmeye çalışırken zatürreeye yakalandı ve Astapova’da metruk bir tren garında hayata veda etti. Vasiyeti sebebiyle Yasnaya Polyana’daki çiftliğinin sessiz ve gölgeli bir yerine gömüldü.

Doğu Rumeli Meselesi

Berlin Kongresi ile kurulan Bulgaristan Prensliği'nin güneyindeki topraklar (Doğu Rumeli) adı ile imtiyazlı bir eyalet haline getirilmişti. Bulgaristan Prensliği, Doğu Rumeli'de bir hükümet darbesi yaptırarak, buranın kendisine bağlandığını ilan etti (1885). Rakibi olan Sırbistan'ı da yenerek durumunu kuvvetlendirdi. Bu gelişme karşısında Osmanlı Devleti Bulgaristan'askeri müdehale yapmaktan kaçındı. II. Abdülhamid, Bulgaristan'ı savaşta yense bile büyük devletlerin ise karışmasıyla durumun değişmeyeceği görüşündeydi. Onun için meselenin görüşmeler yoluyla çözümünü tercih etti. Doğu Rumeli, yine Osmanlı Devleti'ne bağlı olacak, fakat başında Bulgaristan prensi bulunacaktı. Berlin Kongresi hükümlerini açıkça çiğnemesine rağmen, Bulgaristan, buradaki hakimiyetini gittikçe arttırdı. tam bağımsızlığını ilan ettiği 1908'de Doğu Rumeli'yi de sınırları içine kattı.

Nakkaşlık Geleneği

Nakkaşlık gelişkin bir Osmanlı geleneksel zanaatıdır. Bir halk zanaatı olmaktan ziyade, saray ve çevresinde icra edilmiştir. Nakkaşlar, esas olarak minyatür sanatında özelleşmişlerdi. Minyatürler ince işlenmiş küçük boyutlu resimlerdir.

Bu resimlerde kişiler ve nesneler iki boyutlu ve renkli olarak resmedilir. Bu resimler, nesneler ile canlıların boyutları ve bunların resim içine yerleştirilmeleri bakımından gerçekçi değildir. Nesnelerin ve canlıların tasvirleri belli bir modeli izlediği için, dönem hakkında önemli bilgiler içerirler. Türkçede minyatüre nakış veya tasvir adı verilir. Bu mesleği yapan kişilere ise nakkaş denilir. Osmanlı nakkaşları sadece minyatür yapmazlar, ayrıca tabak, kapak, asa, sandık gibi eşyaları da resimlerle işlerlerdi. Evliya Çelebi dört çeşit nakkaş tanımlamıştır.

Bunlardan ilki esnâf-ı nakkaşân-ı cihân’dı. Bunların bazılarının dükkânları vardı, bazıları ise evlerinde çalışırdı.  Bu nakkaşlar eserlerinde çeşitli konuları işlerlerdi. İkinci grup esnâf-ı nakkaşân-ı mussavirân’dı. Bu nakkaş grubu öncekilere göre daha az sayıdaydı. Bunlar Şehnâme gibi savaşları gösteren minyatürler yaparlardı. Üçüncü grup esnâf-ı falcıyan-ı musavver’di. Bu alanda çalışan sadece birkaç kişi bulunmaktaydı. Bu nakkaşlar padişahları, savaşları, peygamberleri, deniz savaşlarını, Yusuf ile Züleyha, leylâ ile Mecnûn, Ferhad ile Şirin, Varka-i Gül-i Şâh gibi destanları gösteren resimleri çizmekle yükümlüydü.

Bu nakkaşlara, resimleri müşterilerin önüne açıp talihine hangi resim gelirse onunla ilgili şiirler okudukları için falcıyan-ı musavver, yani tasvir falcıları denilirdi. Dördüncü grup esnâf-ı oymacıyân idi. Bu grup da az sayıda kişiden oluşmaktaydı. Oymalar yaparlar ve bunları hazırladıkları kitapların içinde saklarlardı. Nakkaşlar hakkında ilk bilgiler 16. yüzyıla aittir. Bu yüzyılın ünlü nakkaşları arasında Matrakçı Nasuh, Nigarî, Nakşî ve Şah Kulu yer alır. 18. yüzyılda minyatür sanatı en yüksek aşamasına erişmiştir. Bu yüzyılda çok önemli hattatlar yetişmiştir. Bunlar arasında Mustafa Çelebi, Selimiyeli Reşad, Süleyman Çelebi ve Levnî isim yapmıştır. Özellikle Levnî Osmanlı minyatür sanatında bir tepe noktasıdır. Levnî geleneksel nakış anlayışının dışına çıkarak kendine özgü bir üslup geliştirmiştir. 19. yüzyılda nakkaşlık Batı resim sanatının etkisi altında kalmış ve dönüşmüştür. Yenileşmeci Osmanlı padişahlarının nakkaşhâneyi ihmal etmeleri ve Batı resim sanatına önem vermeleriyle birlikte bu sanat da ölmüştür.
Doç.Dr. Suavi Aydın
http://turkiyekulturportali.gov.tr/Sayfalar/HalkBilim/ElSanatlariGelenegi/GelenekselMeslekler/Nakkaslik.aspx

Tonyukuk’un Anlamı ve Yazılışı

Tonyukuk = yanlış okunduğu kanısındayız.
t u yn k k = ot u yan ık ok = yanık ok ( fire arrow )
İddianın sahibi Turgay Kürüm’dür.
Erk Yurtsever de konu hakkında şöyle demiştir:
Tonyukuk=Toynukuk mes’elesine gelince, bu konu da da haklısınız. 1950 yılında Türk abaçasındaki ( f ) harfinin ny veyâ yn sesini verdiğini öğrenmiştik. Son zamanlarda yn sesi tamâmen unutuldu. Aslında o günlerde dahi şeklin ny sesi verdiğinde tereddütler vardı. Ama bu harf tonyukuk kelimesinde bir kere ny olarak okunmuştu. Belki de hiç kimse işin gerisini düşünmek ihtiyâcını duymadı.
Olgunluğu konusunda tartışmasız olan Orkun yazıtlarında içinde ( f ) harfi olan kelimelere bir göz atarsak bunların,
FOq = Koyn, koyun 1,
FTIQ = Kıtayn 2,
FGi| = Çıgayn, yoksul 3,
FY = Yayn-mak, yayın- , dağıt- 4,
TF = Aynıt-mak, korkut- 5,
GF = Aynıg, kötü 6,
GiF = Aynıg, kötü (Bilge Tonyukuk Yazıtı’nda) 6,
AFQZ = Azkıyna, azıcık 7,
AFKZ = Azkıyna, azıcık (Bilge Tonyukuk Yazıtı’nda) 7, ve
qqFOT = Tonyukuk 8,
dan ibâret 8 kelime olduğunu görürüz. Tonyukuk kelimesinin dışındaki kelimelerde y ile n harflerinin yerlerini değiştirelim ve bunları okumaya çalışalım: Kony, Kıtany, Çıgany, Yanymak, Anyıtmak, Anyıg, Azkınya … Telâffuzdaki müşkîlat âşikârdır. Kaldı ki Türkler zaman zaman ya da değişik coğrafyalarda koyun yerine koy, Kıtayn yerine Kıtay, çıgayn yerine çıgay kelimelerini kullanmışlardır.

Türkler Tanrı Dini’ne mensup oldukları çağlarda ölümden sonra ruhların yüksek dağların doruklarında toplandıklarına ve orada hayatlarını devâm ettirdiklerine inanırlardı. Bu inanış bugün de aynı dine mensûb Türk boylarında yaşamaktadır. Toyun, Türklerce işte bu dağ doruklarında yaşayan ruhların en ulularına verilen addır. Bu ad Türklerin Ulu Toyun destanında da geçmektedir (Ulu Toyun, Ay Toyun)… Ayrıca 797-868 yılları arasında yaşamış Toyun adlı bir Türk Budist vardır ki Budizm’in muhtelif okullarından Saja-san okulunun kurucusudur. Bütün bunlara karşılık Türklerde Tony ya da Tonuy gibi bir ada ya da kelimeye rastlamak mümkün değildir. Bizce Tonyukuk, Toyun adının ardına takılan ok ile Toyunok (Toyunuk) ve de Toyunuk’a takılan “kendisi, bizzat” anlamındaki “ok” kuvvetlendirme edatıyla yapılmış bir birleşik kelimedir, yânî “Toyun+ok+ok”tur. Tek kelime hâline gelen Toyunokok, Türkçe’de ikinci hecelerde “o” sesi bulunmadığına göre de TOYUNUKUK ya da TOYUNKUK olarak yazılmalı ve söylenmelidir. Türk abaçasındaki ( f ) harfi de yalnız sert “yn” sesi veren bir harf olarak kabûl edilmelidir.

Türk Okçuluğu ve Günümüz

Ata’nın ‘OK’unu batıda buldular

Büyük bir kalabalık meydanın ortasında toplanmış bir direğin üzerinde kabağa bakıyor. Sessizlik hakim koca meydana. Bir at kişnemesi ile bakışlar atı üzerinde gelen kemankeşe yöneliyor.
Kemankeş atını mahmuzluyor ve dörtnala direğe doğru ilerliyor. Kısa süre sonra üzerinde kabak bulunan direği teğet geçen kemankeş üzenginin üzerinde doğrulup arkasına dönüyor ve yayını çekiyor. Atın dört ayağının birden yerden kesildiği saliselik bir anda okunu fırlatıyor ve ok kabağa saplanıyor. Hayranlığın ve hayretin sesi duyuluyor izleyicilerden. Bir başka atlı ise havada sakin sakin uçan kuşu elinde yayını çekmiş izliyor. Bir süre kuşla aynı yönde hareket eden atı üzerinde ilerliyor. Oku fırlatıyor ve ok saplanmış kuş bir kenara düşerken uçuşan tüyleri yavaş yavaş yere iniyor.
Modern dünyada olimpik okçulukta en uzak atış hedefi 90 metredir. Osmanlı’da ise bu mesafe 295 metre idi. Menzil atışlarında ise 845 metreye kadar ulaşılmıştı. Şimdiki Okçuluk Federasyonu konumunda olan ‘atıcılar tekkesi’ne kayıtlı bir okçu olabilmek için 594 metrenin ötesine atış yapmak gerekiyordu. Teknik özellikleri ile dünyayı kendine hayran bırakan Osmanlı okçuluğu şimdilerde Türkiye’de müzelerdeki yay ve oklardan ibaret. Teknik olarak daha iyisi henüz yapılamayan geleneksel Osmanlı yaylarının üretimi günümüzde Kanada’da Amerika’da ve Macaristan’da yapılıyor. Osmanlı okçuluğu hakkında Türkçe kaynaklar yok denecek kadar azken Almanca ve İngilizcede çok sayıda kitap ve makale bulunuyor. Türkiye’de ise Atatürk’ün ölümünden sonra tamamen unutulan Osmanlı okçuluğu 3 yıl önce okçuluğa hobi olarak başlayan bir diş hekimi ve arkadaşlarının gayretleriyle gün yüzüne çıkıyor. Murat Özveri hem geleneksel atış teknikleriyle ok atıyor hem de tarihin tozlu sayfalarına gömülen geleneksel okçuluk hakkında bir dedektif gibi bilgi topluyor. Özveri’nin deyimiyle işin komik bizce trajik olan tarafı geleneksel okçuluğumuz hakkında yabancı ülkelerden bilgi topluyor olması. New York kütüphanesinden kitap araştırıyor Kanadalı Osmanlı kompozit yayları ustasından yay yapımı hakkında bilgi alıyor Macaristan’da Osmanlı okçuluğu müsabakaları düzenleyen okçularla tanışıyor.

Özveri yaptığı araştırmalar sırasında kendisi gibi geleneksel okçuluğa merak salmış insanlarla tanışmış. Kimi ile yabancı sitelerde Osmanlı okçuluğuna ilgi duyan tek Türk olduğu için… Kimi ile yayları incelemeye gittiği müzede; müze yetkililerine “Başka birisi de benim gibi Osmanlı okçuluğuna merak duyuyorsa telefon numaramı ona verin” diye bıraktığı telefon numarası vasıtasıyla irtibat kurmuş. Hepsinin ortak merakları onları dernek kurmaya yönlendirmiş.

Okun başını CHP yedi
Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla pehlivanlar ve atıcılar tekkesi de kapatılıyor. Atatürk 1937 yılında kemankeş ailelerinden bazılarına Türk okçuluğunu kurma görevini verir. Bu sayede okçuluk yeniden canlanıyor; ancak Atatürk’ün ölümünün ardından tepeden inme bir emirle bu spor tekrar unutulmaya terk ediliyor. Şimdiki modern okçuluğun temelleri ise 1950 yılında ordudan genç bir subayın Anglosakson kökenli okçuluğu kurmasıyla atılıyor. Türkiye’de halen dünyanın norm kabul ettiği Anglosakson kökenli modern okçuluk yapılıyor.

Bugün at üzerinde hedef vurulabilir mi?
Evet vurulabilir; eğer gerekli destek verilirse Murat Özveri ve ekibi hem kendilerini yetiştirip hem de arzu edenleri yetiştirerek bir efsane olan at üstünde hareketli hedefleri vurma ve 700-800 metrelere atışlar yapabilir. Tabii futbol sahalarının yeşil çimleri dışında kalan tribün önünde yapılan antrenmanlarla değil. Zira fotoğraf çekimi için antrenmanlarına gittiğimizde tanık olduğumuz bir olay bunu gözler önüne seriyor: “Sakın çimlere doğru atış yapmayın. Alimallah ok parçaları kalır sonra futbolcuların ayağına batar sakatlanırlar” diye azarlayan stat görevlileri ile muhatap oluyorlar. Kışın ise Türkiye’de ki bütün okçular gibi statların tribün altlarında kalan havasız ve soğuk alanlarında çalışıyorlar. Macaristan’da Amerika’da ve dünyanın başka birçok yerinde Osmanlı ya da Türk okçuluğu biliniyor ve ilgilileri tarafından yaşatılıyor. Ama Türkiye’de bunun için atış yapacak imkân yok. Bir zamanların Okmeydanı gibi bir alanın okçulara tahsis edilmesi durumunda menzil okçuluğu (en uzağa ok atma) kabak okçuluğu (direk üzerindeki kabağı at üstünde seyir halinde iken vurma) ve at üzerinde hareketli hedefleri vurma gösterilerinin yapılması mümkün olabilir. Folklorik bir unsurumuz olan geleneksel okçuluğumuzu yeniden canlandırmaya çalışan ekibe uygun bir alanın verilmesi hem antrenmanlarını kolaylaştırır hem de meraklılarının izlemesine imkân verir. Özveri Sadabat Şenlikleri’nde Osmanlı yayı ile atışlar yaptığını izleyenlerin bundan büyük aaaif aldığını anlatıyor.
‘Çile çekmek’ ve
‘kepaze olmak’
Halihazırda kullanmakta olduğumuz bir çok deyim Osmanlı okçuluk geleneğinden geliyor. “Çile çekmek” ve “Kepaze olmak” deyimleri bunlardan ikisi. Kemankeş olmak için Atıcılar Tekkesi’ne başvuranlara önce çekiş ağırlığı düşük olan yay veriliyordu. Bu yaya da kepaze deniyordu. “Kepaze olmak-etmek” deyimi buradan geliyor. Yine Osmanlı yaylarının kirişlerine çile deniliyordu. Okçuluğa yeni başlayan öğrencinin sıkıcı yay çekme talimlerinin bu safhasına da “çile çekme” deniyordu. Haftalarca aylarca kasların güçlenmesi için çile çekilirdi. Osmanlı’da okçuların dervişlik yönü de olduğu için tasavvufa “çile çekme”deyimi yer etmiş.

Teknoloji harikası Osmanlı yayı
Osmanlı yayları atış hızı ve uzaklığı ile bugünkü teknolojinin bile üstünde özelliklere sahipti. Osmanlı kompozit yayı boynuz sinir ve tutkalın birleşiminden oluşuyor. Bu ise yayın daha esnek daha güçlü ve daha kısa yapılmasını sağlıyor. Oku çok uzak mesafelere fırlatıyordu. Bir Osmanlı yayının yapımı 18 ay ile 3 yıl arasında sürüyor. Günümüzde ise Osmanlı yaylarını Kanadalı yay ustası Adam Karpowicz; Macaristan’da Csaba Grozer ve ABD’de Lucas Novotny yapıyor. Türkiye’de ise ziraat mühendisi Cem Dönmez Kanadalı ustası Karpowicz’den yay yapımını öğreniyor.
11.09.2005
GÜLİZAR BAK