21 Nisan 2016 Perşembe

Korfu Seferi

Venedik Cumhuriyet'nin Papa'nın da teşvıkile Osmanlı Devletiriyakarca davranması ve hıristiyan ittifakı dahil olması üzerine harekete geçildi. Osmanlı Donanması'na Kaptan-ı Derya Barboros Hayreddin Paşa kara ordusuna da ikinci vezir Lütfi Paşa kumanda ediyordu 17 Mayıs 1537'de İstanbul'dan yola çıkan Kanuni SultanSüleyman Han'ın bu seferinde hedef Adriyatik ve İtalya idi.13 Temmuz'da Avlonya'ya gelen padişah: Adriyatik'teki askerlere yardım edip,Venedikliler'in tahriki ile çıkan Delvine ve havalisindeki isyanları bastırttı. Osmanlı Donanması İtalya sahillerini abluka altına aldı. Haçlılar'ın büyük amirali ve Akdenizkıyısındaki Müslüman ahali ile denizcileri rahatsız eden Andrea Dora bütün aramalara rağmen Osmanlı Kaptan-ı Deryası Barboros Hayreddin Paşa'nın karşısına çıkmadı. Korfu Adası'nı kalesini kuşattıran Sultan Avlonya'da bulunuyordu. Sultan Süleyman Han, mevsim şartları yüzünden 6 Eylül 1537'de kuşatmayı kadırttı. 15 Eylül'de İstanbul'a hareket eden padişah, kara ve  deniz harekatının devamını emr etti. Kaptan-ı Derya Barboros Hayreddin Paşa, Venedikliler'e ait Şira, Patmos, Naksos adalarını
fethetti.

Tolstoy Müslüman olarak mı öldü?

Ancak yine de Allah bilir. Tolstoy, müslümanlığı övücü sözler söylemiş, hatta bu yolda bir kitapçık bile derlemiş,ama "müslümanım" dememiş.Öldüğü sırada yalnızdı, bu nedenle ne düşündüğü ve Kelime-i Şehadet'i söyleyip söylemediği sadece onunla Allah arasında kalan bir sırdır.Aşağıdaki yazı buna dairdir.. Ünlü Rus yazar Tolstoy’un, ölümünden bir yıl önce Hz. Muhammed’in (s.a.s.) hadislerini derlediği bir risalesi olduğu ortaya çıktı. Tolstoy’un bu eserinin, Rus halkında İslam’a ilgi uyandırmaması için komünizm döneminde gizlendiği belirtildi. “Muhammed her zaman Evangelizmin (Hristiyanların) üstüne çıkıyor. O insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir tutmuyor. Müslümanların Allah’tan başka ilahı yoktur ve Muhammed O’nun peygamberidir. Burada hiçbir muamma ve sır yoktur.” Bu sözler tanınmış Rus yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy’a ait. 1909 YILINDA NEŞREDİLDİ Tolstoy, bu risalesini 1909 yılında neşretti. Ancak kitap Rusları etkilememesi için devlet tarafından bilinçli bir politikayla gözlerden uzak tutuldu. Sovyetler’in yıkılması ile 1990 yılında eser Rusça olarak yeniden yayımlandı. Tolstoy’u bu kitabı yazmaya yönelten olay ise 1908 yılında Hindistanlı âlim Abdullah El Sühreverdi’nin “Hz. Muhammed’in Hadisleri” adlı kitabını okuması sonrasında gerçekleşti. Kitaptan oldukça etkilenen Tolstoy, seçtiği hadislerle hemen bir kitapçık oluşturdu. Tolstoy daha çok, Allah inancı, fakirlik, eşitlik, ölüm ve iyi insan olma gibi konuları içeren hadisleri toparladı. Tolstoy’un seçtiği hadislerden bazıları şöyle: “Hakikat insanlar için ne kadar acı olsa da, hakikati söyleyin.” “Hiç kimse öfkesini yutmaktan daha güzel bir içki içmemiştir.” “Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” “İşçinin hakkını alnının teri kurumadan veriniz.” NAKŞÎ DERVİŞLERİYLE GÖRÜŞMÜŞ “Hz Muhammed” risalesini Karakutu Yayınları için Türkçe’ye çeviren Arif ARSLAN Tolstoy’un yaşadığı dönemde Tataristan’da faaliyet gösteren Nakşî dervişleriyle görüştüğünü bu belgelerin Tatar Edebiyat Tarihi kitaplarında yer aldığını söyledi. Buna göre; Tatarlarda 1860 yıllarında çok ilginç bir sofi teşkilatı meydana gelir. Kurucusu Bahauddin Vaisov, Nakşibendî Tarikatına mensuptur. Bahauddin Vaisov, Tolstoy ile görüşmüş ve ona bu tarikatı anlatmıştır. Tolstoy’da onların fikirlerinin pek çoğuna katıldığını yazışmalarda ifade ediyor. Tolstoy bu yazışmalarda kendi çevirdiği hadislere de yer veriyor. Tolstoy’un Arap dilini bilmediği için İslam’ı Rus misyonerlerinden öğrendiği söyleniyor. MÜSLÜMAN GİBİ DEFNEDİLDİ İDDİASI “Hz Muhammed” kitabını Rusçadan Azericeye çeviren Prof. Dr. Telman Hurşidoğlu Aliyev ise kitapta bir Arapla evlenip İslam’ı kabul etmiş Valeriya Porohova isimli Rus bir kadının anılarına da yer veriyor. On bir yıl eşiyle Suudi Arabistan’da yaşayan Bayan Porohova, Kur’an-ı Kerim’i Rusça’ya tercüme etmiş. Porohova, ünlü yazar Tolstoy’un son zamanlarında İslam’ı kabul ettiğini ve bir Müslüman gibi toprağa verilmeyi vasiyet ettiğini iddia ediyor. Tolstoy’un İslami usullere göre defnedildiğini iddia eden Porohova, mezarının başında Hristiyanlığın sembolü olan Haç’ın da yer almadığını belirtiyor. Sovyet hükümetlerinin bu gerçeği uzun yıllar gizlemeye çalıştığını kaydeden Prof. Aliyev, Tolstoy’un Müslüman olduğunun öğrenilmesi halinde Rus halkında İslam’a yönelme akımının başlamasından korkulduğunu ileri sürüyor. Kitap, Rus Yelena Vekilova’nın Tolstoy ile oğulları üzerine yaptığı çarpıcı mektuplaşmaya da yer veriyor. Azeri kökenli General İbrahim Ağa ile evli olan Vekilova biri üniversitede, diğeri askeri okulda okuyan iki oğlunun babalarının dini İslam’a meylettiğini, Rus ve Hristiyan olarak kendisinin ne yapması gerektiğini soruyor ünlü Rus yazara. Tolstoy şu cevabı veriyor; “Muhammediliğe, Hristiyan dininden daha fazla önem vermelerine gelince, ben bütün kalbimle buna katılıyorum. Bunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da benim için Muhammedilik, Haça tapmaktan mukayese edilmeyecek kadar üstündür.” Tolstoy, mektubun devamında, “Eğer insan seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olan her Hristiyan ve her bir insan şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği, tek Allah’ı ve O’nun peygamberini kabul ederdi.” VEREMDEN ÖLDÜ 1828′de doğan Tolstoy, önce annesini, sonra babasını kaybetti. Dokuz yaşından itibaren halasının gözetiminde büyüdü. Asil ve zengin bir ailenin çocuğu olan Tolstoy, çocuk yaşında Fransızca ve Almanca öğrendi. 1844′te Kazan Üniversitesi’nde Doğu Dilleri üzerine eğitim görmeye başladığı hâlde, bohem yaşama olan düşkünlüğü ile bu eğitimi yarıda bıraktı. On dokuz yaşına geldiğinde ailesinden kalan servetin vârislerinden birisi olarak genç yaşında büyük bir servete kondu. 1851′de Kafkaslara askeri eğitim almaya gitti. İki yıl sonra Osmanlılara karşı savaşmak üzere cepheye katıldı. 1856′da ordudan ayrıldı. Çocukluk anılarını anlattığı “Çocukluk”u 1851′de henüz yirmi üç yaşındayken kaleme almaya başladı. Kafkas halklarının yaşamını ele aldığı “Hacı Murat”ve “Kazaklar” romanlarını 1852′de, Kırım Savaşı’nı anlattığı “Sivastopol Hikâyeleri”ni 1855′te yayımladı. Ardından Fransa, İngiltere ve Belçika’ya seyahatler düzenledi. 1862′de evlendi. Ertesi yıl en önemli eserlerinden “Savaş ve Barış”ı yazmaya başladı, altı yıl sonra 1869′da tamamladı. 1873′te bir diğer klasik eseri “Anna Karanina”yı kaleme almaya başladı ve üç yılda bitirebildi. Bir diğer güçlü eseri “Diriliş”i yirmi yıl sonra yazmaya başladı ve 1899′da tamamladı. Ara dönemde “Din Nedir”i, “Ölüm Manifestosu” ve “Üç Ölüm” gibi insan, yaratıcı ve ölümü ana tema olarak ele aldığı hikâye ve romanları yazdı. Tolstoy, seksen iki yaşında eşiyle yaşadığı geçimsizlik ve kavgalara kızarak çocukluğundan beri yaşadığı Yasnaya Polyana’daki evini terk etti. 20 Kasım 1910′da Odesa-İstanbul üzerinden Bulgaristan’a gitmeye çalışırken zatürreeye yakalandı ve Astapova’da metruk bir tren garında hayata veda etti. Vasiyeti sebebiyle Yasnaya Polyana’daki çiftliğinin sessiz ve gölgeli bir yerine gömüldü.

Doğu Rumeli Meselesi

Berlin Kongresi ile kurulan Bulgaristan Prensliği'nin güneyindeki topraklar (Doğu Rumeli) adı ile imtiyazlı bir eyalet haline getirilmişti. Bulgaristan Prensliği, Doğu Rumeli'de bir hükümet darbesi yaptırarak, buranın kendisine bağlandığını ilan etti (1885). Rakibi olan Sırbistan'ı da yenerek durumunu kuvvetlendirdi. Bu gelişme karşısında Osmanlı Devleti Bulgaristan'askeri müdehale yapmaktan kaçındı. II. Abdülhamid, Bulgaristan'ı savaşta yense bile büyük devletlerin ise karışmasıyla durumun değişmeyeceği görüşündeydi. Onun için meselenin görüşmeler yoluyla çözümünü tercih etti. Doğu Rumeli, yine Osmanlı Devleti'ne bağlı olacak, fakat başında Bulgaristan prensi bulunacaktı. Berlin Kongresi hükümlerini açıkça çiğnemesine rağmen, Bulgaristan, buradaki hakimiyetini gittikçe arttırdı. tam bağımsızlığını ilan ettiği 1908'de Doğu Rumeli'yi de sınırları içine kattı.

Nakkaşlık Geleneği

Nakkaşlık gelişkin bir Osmanlı geleneksel zanaatıdır. Bir halk zanaatı olmaktan ziyade, saray ve çevresinde icra edilmiştir. Nakkaşlar, esas olarak minyatür sanatında özelleşmişlerdi. Minyatürler ince işlenmiş küçük boyutlu resimlerdir.

Bu resimlerde kişiler ve nesneler iki boyutlu ve renkli olarak resmedilir. Bu resimler, nesneler ile canlıların boyutları ve bunların resim içine yerleştirilmeleri bakımından gerçekçi değildir. Nesnelerin ve canlıların tasvirleri belli bir modeli izlediği için, dönem hakkında önemli bilgiler içerirler. Türkçede minyatüre nakış veya tasvir adı verilir. Bu mesleği yapan kişilere ise nakkaş denilir. Osmanlı nakkaşları sadece minyatür yapmazlar, ayrıca tabak, kapak, asa, sandık gibi eşyaları da resimlerle işlerlerdi. Evliya Çelebi dört çeşit nakkaş tanımlamıştır.

Bunlardan ilki esnâf-ı nakkaşân-ı cihân’dı. Bunların bazılarının dükkânları vardı, bazıları ise evlerinde çalışırdı.  Bu nakkaşlar eserlerinde çeşitli konuları işlerlerdi. İkinci grup esnâf-ı nakkaşân-ı mussavirân’dı. Bu nakkaş grubu öncekilere göre daha az sayıdaydı. Bunlar Şehnâme gibi savaşları gösteren minyatürler yaparlardı. Üçüncü grup esnâf-ı falcıyan-ı musavver’di. Bu alanda çalışan sadece birkaç kişi bulunmaktaydı. Bu nakkaşlar padişahları, savaşları, peygamberleri, deniz savaşlarını, Yusuf ile Züleyha, leylâ ile Mecnûn, Ferhad ile Şirin, Varka-i Gül-i Şâh gibi destanları gösteren resimleri çizmekle yükümlüydü.

Bu nakkaşlara, resimleri müşterilerin önüne açıp talihine hangi resim gelirse onunla ilgili şiirler okudukları için falcıyan-ı musavver, yani tasvir falcıları denilirdi. Dördüncü grup esnâf-ı oymacıyân idi. Bu grup da az sayıda kişiden oluşmaktaydı. Oymalar yaparlar ve bunları hazırladıkları kitapların içinde saklarlardı. Nakkaşlar hakkında ilk bilgiler 16. yüzyıla aittir. Bu yüzyılın ünlü nakkaşları arasında Matrakçı Nasuh, Nigarî, Nakşî ve Şah Kulu yer alır. 18. yüzyılda minyatür sanatı en yüksek aşamasına erişmiştir. Bu yüzyılda çok önemli hattatlar yetişmiştir. Bunlar arasında Mustafa Çelebi, Selimiyeli Reşad, Süleyman Çelebi ve Levnî isim yapmıştır. Özellikle Levnî Osmanlı minyatür sanatında bir tepe noktasıdır. Levnî geleneksel nakış anlayışının dışına çıkarak kendine özgü bir üslup geliştirmiştir. 19. yüzyılda nakkaşlık Batı resim sanatının etkisi altında kalmış ve dönüşmüştür. Yenileşmeci Osmanlı padişahlarının nakkaşhâneyi ihmal etmeleri ve Batı resim sanatına önem vermeleriyle birlikte bu sanat da ölmüştür.
Doç.Dr. Suavi Aydın
http://turkiyekulturportali.gov.tr/Sayfalar/HalkBilim/ElSanatlariGelenegi/GelenekselMeslekler/Nakkaslik.aspx

Tonyukuk’un Anlamı ve Yazılışı

Tonyukuk = yanlış okunduğu kanısındayız.
t u yn k k = ot u yan ık ok = yanık ok ( fire arrow )
İddianın sahibi Turgay Kürüm’dür.
Erk Yurtsever de konu hakkında şöyle demiştir:
Tonyukuk=Toynukuk mes’elesine gelince, bu konu da da haklısınız. 1950 yılında Türk abaçasındaki ( f ) harfinin ny veyâ yn sesini verdiğini öğrenmiştik. Son zamanlarda yn sesi tamâmen unutuldu. Aslında o günlerde dahi şeklin ny sesi verdiğinde tereddütler vardı. Ama bu harf tonyukuk kelimesinde bir kere ny olarak okunmuştu. Belki de hiç kimse işin gerisini düşünmek ihtiyâcını duymadı.
Olgunluğu konusunda tartışmasız olan Orkun yazıtlarında içinde ( f ) harfi olan kelimelere bir göz atarsak bunların,
FOq = Koyn, koyun 1,
FTIQ = Kıtayn 2,
FGi| = Çıgayn, yoksul 3,
FY = Yayn-mak, yayın- , dağıt- 4,
TF = Aynıt-mak, korkut- 5,
GF = Aynıg, kötü 6,
GiF = Aynıg, kötü (Bilge Tonyukuk Yazıtı’nda) 6,
AFQZ = Azkıyna, azıcık 7,
AFKZ = Azkıyna, azıcık (Bilge Tonyukuk Yazıtı’nda) 7, ve
qqFOT = Tonyukuk 8,
dan ibâret 8 kelime olduğunu görürüz. Tonyukuk kelimesinin dışındaki kelimelerde y ile n harflerinin yerlerini değiştirelim ve bunları okumaya çalışalım: Kony, Kıtany, Çıgany, Yanymak, Anyıtmak, Anyıg, Azkınya … Telâffuzdaki müşkîlat âşikârdır. Kaldı ki Türkler zaman zaman ya da değişik coğrafyalarda koyun yerine koy, Kıtayn yerine Kıtay, çıgayn yerine çıgay kelimelerini kullanmışlardır.

Türkler Tanrı Dini’ne mensup oldukları çağlarda ölümden sonra ruhların yüksek dağların doruklarında toplandıklarına ve orada hayatlarını devâm ettirdiklerine inanırlardı. Bu inanış bugün de aynı dine mensûb Türk boylarında yaşamaktadır. Toyun, Türklerce işte bu dağ doruklarında yaşayan ruhların en ulularına verilen addır. Bu ad Türklerin Ulu Toyun destanında da geçmektedir (Ulu Toyun, Ay Toyun)… Ayrıca 797-868 yılları arasında yaşamış Toyun adlı bir Türk Budist vardır ki Budizm’in muhtelif okullarından Saja-san okulunun kurucusudur. Bütün bunlara karşılık Türklerde Tony ya da Tonuy gibi bir ada ya da kelimeye rastlamak mümkün değildir. Bizce Tonyukuk, Toyun adının ardına takılan ok ile Toyunok (Toyunuk) ve de Toyunuk’a takılan “kendisi, bizzat” anlamındaki “ok” kuvvetlendirme edatıyla yapılmış bir birleşik kelimedir, yânî “Toyun+ok+ok”tur. Tek kelime hâline gelen Toyunokok, Türkçe’de ikinci hecelerde “o” sesi bulunmadığına göre de TOYUNUKUK ya da TOYUNKUK olarak yazılmalı ve söylenmelidir. Türk abaçasındaki ( f ) harfi de yalnız sert “yn” sesi veren bir harf olarak kabûl edilmelidir.

Türk Okçuluğu ve Günümüz

Ata’nın ‘OK’unu batıda buldular

Büyük bir kalabalık meydanın ortasında toplanmış bir direğin üzerinde kabağa bakıyor. Sessizlik hakim koca meydana. Bir at kişnemesi ile bakışlar atı üzerinde gelen kemankeşe yöneliyor.
Kemankeş atını mahmuzluyor ve dörtnala direğe doğru ilerliyor. Kısa süre sonra üzerinde kabak bulunan direği teğet geçen kemankeş üzenginin üzerinde doğrulup arkasına dönüyor ve yayını çekiyor. Atın dört ayağının birden yerden kesildiği saliselik bir anda okunu fırlatıyor ve ok kabağa saplanıyor. Hayranlığın ve hayretin sesi duyuluyor izleyicilerden. Bir başka atlı ise havada sakin sakin uçan kuşu elinde yayını çekmiş izliyor. Bir süre kuşla aynı yönde hareket eden atı üzerinde ilerliyor. Oku fırlatıyor ve ok saplanmış kuş bir kenara düşerken uçuşan tüyleri yavaş yavaş yere iniyor.
Modern dünyada olimpik okçulukta en uzak atış hedefi 90 metredir. Osmanlı’da ise bu mesafe 295 metre idi. Menzil atışlarında ise 845 metreye kadar ulaşılmıştı. Şimdiki Okçuluk Federasyonu konumunda olan ‘atıcılar tekkesi’ne kayıtlı bir okçu olabilmek için 594 metrenin ötesine atış yapmak gerekiyordu. Teknik özellikleri ile dünyayı kendine hayran bırakan Osmanlı okçuluğu şimdilerde Türkiye’de müzelerdeki yay ve oklardan ibaret. Teknik olarak daha iyisi henüz yapılamayan geleneksel Osmanlı yaylarının üretimi günümüzde Kanada’da Amerika’da ve Macaristan’da yapılıyor. Osmanlı okçuluğu hakkında Türkçe kaynaklar yok denecek kadar azken Almanca ve İngilizcede çok sayıda kitap ve makale bulunuyor. Türkiye’de ise Atatürk’ün ölümünden sonra tamamen unutulan Osmanlı okçuluğu 3 yıl önce okçuluğa hobi olarak başlayan bir diş hekimi ve arkadaşlarının gayretleriyle gün yüzüne çıkıyor. Murat Özveri hem geleneksel atış teknikleriyle ok atıyor hem de tarihin tozlu sayfalarına gömülen geleneksel okçuluk hakkında bir dedektif gibi bilgi topluyor. Özveri’nin deyimiyle işin komik bizce trajik olan tarafı geleneksel okçuluğumuz hakkında yabancı ülkelerden bilgi topluyor olması. New York kütüphanesinden kitap araştırıyor Kanadalı Osmanlı kompozit yayları ustasından yay yapımı hakkında bilgi alıyor Macaristan’da Osmanlı okçuluğu müsabakaları düzenleyen okçularla tanışıyor.

Özveri yaptığı araştırmalar sırasında kendisi gibi geleneksel okçuluğa merak salmış insanlarla tanışmış. Kimi ile yabancı sitelerde Osmanlı okçuluğuna ilgi duyan tek Türk olduğu için… Kimi ile yayları incelemeye gittiği müzede; müze yetkililerine “Başka birisi de benim gibi Osmanlı okçuluğuna merak duyuyorsa telefon numaramı ona verin” diye bıraktığı telefon numarası vasıtasıyla irtibat kurmuş. Hepsinin ortak merakları onları dernek kurmaya yönlendirmiş.

Okun başını CHP yedi
Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla pehlivanlar ve atıcılar tekkesi de kapatılıyor. Atatürk 1937 yılında kemankeş ailelerinden bazılarına Türk okçuluğunu kurma görevini verir. Bu sayede okçuluk yeniden canlanıyor; ancak Atatürk’ün ölümünün ardından tepeden inme bir emirle bu spor tekrar unutulmaya terk ediliyor. Şimdiki modern okçuluğun temelleri ise 1950 yılında ordudan genç bir subayın Anglosakson kökenli okçuluğu kurmasıyla atılıyor. Türkiye’de halen dünyanın norm kabul ettiği Anglosakson kökenli modern okçuluk yapılıyor.

Bugün at üzerinde hedef vurulabilir mi?
Evet vurulabilir; eğer gerekli destek verilirse Murat Özveri ve ekibi hem kendilerini yetiştirip hem de arzu edenleri yetiştirerek bir efsane olan at üstünde hareketli hedefleri vurma ve 700-800 metrelere atışlar yapabilir. Tabii futbol sahalarının yeşil çimleri dışında kalan tribün önünde yapılan antrenmanlarla değil. Zira fotoğraf çekimi için antrenmanlarına gittiğimizde tanık olduğumuz bir olay bunu gözler önüne seriyor: “Sakın çimlere doğru atış yapmayın. Alimallah ok parçaları kalır sonra futbolcuların ayağına batar sakatlanırlar” diye azarlayan stat görevlileri ile muhatap oluyorlar. Kışın ise Türkiye’de ki bütün okçular gibi statların tribün altlarında kalan havasız ve soğuk alanlarında çalışıyorlar. Macaristan’da Amerika’da ve dünyanın başka birçok yerinde Osmanlı ya da Türk okçuluğu biliniyor ve ilgilileri tarafından yaşatılıyor. Ama Türkiye’de bunun için atış yapacak imkân yok. Bir zamanların Okmeydanı gibi bir alanın okçulara tahsis edilmesi durumunda menzil okçuluğu (en uzağa ok atma) kabak okçuluğu (direk üzerindeki kabağı at üstünde seyir halinde iken vurma) ve at üzerinde hareketli hedefleri vurma gösterilerinin yapılması mümkün olabilir. Folklorik bir unsurumuz olan geleneksel okçuluğumuzu yeniden canlandırmaya çalışan ekibe uygun bir alanın verilmesi hem antrenmanlarını kolaylaştırır hem de meraklılarının izlemesine imkân verir. Özveri Sadabat Şenlikleri’nde Osmanlı yayı ile atışlar yaptığını izleyenlerin bundan büyük aaaif aldığını anlatıyor.
‘Çile çekmek’ ve
‘kepaze olmak’
Halihazırda kullanmakta olduğumuz bir çok deyim Osmanlı okçuluk geleneğinden geliyor. “Çile çekmek” ve “Kepaze olmak” deyimleri bunlardan ikisi. Kemankeş olmak için Atıcılar Tekkesi’ne başvuranlara önce çekiş ağırlığı düşük olan yay veriliyordu. Bu yaya da kepaze deniyordu. “Kepaze olmak-etmek” deyimi buradan geliyor. Yine Osmanlı yaylarının kirişlerine çile deniliyordu. Okçuluğa yeni başlayan öğrencinin sıkıcı yay çekme talimlerinin bu safhasına da “çile çekme” deniyordu. Haftalarca aylarca kasların güçlenmesi için çile çekilirdi. Osmanlı’da okçuların dervişlik yönü de olduğu için tasavvufa “çile çekme”deyimi yer etmiş.

Teknoloji harikası Osmanlı yayı
Osmanlı yayları atış hızı ve uzaklığı ile bugünkü teknolojinin bile üstünde özelliklere sahipti. Osmanlı kompozit yayı boynuz sinir ve tutkalın birleşiminden oluşuyor. Bu ise yayın daha esnek daha güçlü ve daha kısa yapılmasını sağlıyor. Oku çok uzak mesafelere fırlatıyordu. Bir Osmanlı yayının yapımı 18 ay ile 3 yıl arasında sürüyor. Günümüzde ise Osmanlı yaylarını Kanadalı yay ustası Adam Karpowicz; Macaristan’da Csaba Grozer ve ABD’de Lucas Novotny yapıyor. Türkiye’de ise ziraat mühendisi Cem Dönmez Kanadalı ustası Karpowicz’den yay yapımını öğreniyor.
11.09.2005
GÜLİZAR BAK

Orta Çağ İslam Dünyasında Bilim

Fetihler neticesinde Bizanslilarla ve Perslerle karsilasan ve kendilerinden önceki medeniyetlerin yarattigi eserlerden yararlanmak gerektigini anlayan Müslümanlar, özellikle Abbasîler döneminde yogun bir çeviri faaliyetine giriserek, bilim ve felsefe alanlarinda ataga kalkmislar ve önce varolan birikimi anlamaya ve daha sonra da gelistirmeye çalismislardir.

Islâm Dininin ortaya çiktigi sirada Arap Yarimadasi'nda gelismis bir bilimsel faaliyetle karsilasilmaktadir. Ancak komsu ülkelerde, Doguda, Hindistan'da, Batida Iskenderiye'de, Bizans'ta ve Suriye'de bir hayli gelismis bir bilimsel faaliyet vardi. Islâm Dünyasi ilkin Dogudaki bu kültürden etkilenmis ve yararlanmistir. Ilk çevirilerden biri hayvan masallarini konu alan Kelile ve Dimne adli eserdir. Yine erken tarihli çevirilerden biri, Hindistan'da yasamis meshur astronomlardan Brahmagupta'nin (6. yüzyil) Siddhanta adli eseridir. Islâm Dünyasi'nda Hârezmî ve Bîrûnî gibi birçok bilim adaminda Hint uygarliginin etkisini belirlemek olasidir.

Bati'dan gelen etki nispeten daha geç tarihli ise de, daha yogun olmustur. Iskenderiye kuruldugu tarihten itibaren kültür merkezi olmus ve bu konumunu Islâm Dünyasi'nda da korumustur. Ayrica, dini görüs ayriliklari nedeniyle Bizans'tan kaçip, Iran'a siginmis ve orada kültür merkezleri (Jundisapur gibi) meydana getirmis olan düsünür ve bilim adamlarinin da bilim adina Islâm Dünyasi'ndaki ilk bilimsel faaliyetlerin gelismesinde önemli rolleri olmustur. Onlarin Yunanca bilmeleri birçok klasik bilim ve düsün eserlerinin Arapça'ya kazandirilmasini saglamistir. Bunlar arasinda Platon, Aristoteles, Eukleides, Archimedes, Ptolemaios ve Galenos gibi Yunan kültürünün belli basli temsilcilerinin eserlerine rastlamak mümkündür. Ayrica, bu bilim adamlarinin bir kisminin erken tarihlerde kurulan gözlemevleri ve hastahanelerde görev aldiklari, bunlardan bazilarinin Arapça yazilmis ilk eserleriyle de Islâm Dünyasi'nda bilimsel faaliyetin sekillenmesinde etkin olduklari görülür.

Islâm Dünyasi'nda bilimsel faaliyetlerin gelismesinde devrin devlet adamlarinin ve bizzat halifelerin önemli rolü olmustur. Bunlardan, örnegin Hârûn el-Resid (775-809) ve Memûn (813-833), bazi vezirler ve zengin aileler bilimsel faaliyetleri maddi ve manevi olarak desteklemislerdir.

Medeniyet tarihlerinde görülen uyanis dönemleri yakindan incelendiginde görülecektir ki, bir ülkede veya bir toplumda bilimin gelistirilebilmesi için, degerinin kavranmasi ve düzenli bir bilim egitiminin verilmesi yaninda, diger toplumlara ait bilimsel eserlerin de tercümeler yoluyla alici konumundaki toplumlara aktarilmasi gerekmistir. Alici toplumlarda bilimlerin yesermesi ve yerlesmesi olanagi, yapilan tercümelerin niteligi ve sayisi ile dogru orantilidir.

Doga ve Bilgi Felsefesi

Islâm felsefesi, Yunan felsefesinin bir uzantisidir. Bu nedenle Müslüman filozoflar çogunlukla Platon , Aristoteles ve Plotinos'un kurmus oldugu felsefi dizgelerden etkilenmisler ve Kuran-i Kerim'deki inanç önermeleriyle bu dizgelerde bulunan felsefi önermeleri uzlastirmaya çalismislardir. Fârâbî , Ibn Sînâ, Ibn Rüsd ve Gazzalî bu dönemin en önemli düsünürleridir.

Fârâbî

Felsefenin Müslümanlar arasinda taninmasinda ve benimsenmesinde büyük görevler yapmis olan Türk filozoflarinin ve siyasetbilimcilerinden Fârâbî'nin (874-950), fizik konusunda dikkatleri çeken en önemli çalismasi, Bosluk Üzerine adini verdigi makalesidir. Fârâbî'nin bu yapiti incelendiginde, diger Aristotelesçiler gibi, boslugu kabul etmedigi anlasilmaktadir.

Fârâbî'ye göre, eger bir tas, içi su dolu olan bir kaba, agzi asagiya gelecek biçimde batirilacak olursa, tasin içine hiç su girmedigi görülür; çünkü hava bir cisimdir ve kabin tamamini doldurdugundan suyun içeri girmesini engellemektedir. Buna karsilik eger, bir sise agzindan bir miktar hava emildikten sonra suya batirilacak olursa, suyun sisenin içinde yükseldigi görülür. Öyleyse dogada bosluk yoktur.

Ancak, Fârâbî'ye göre ikinci deneyde, suyun sise içerisinde yukariya dogru yükselmesini Aristoteles fizigi ile açiklamak olanakli degildir. Çünkü Aristoteles suyun hareketinin dogal yerine dogru, yani asagiya dogru olmasi gerektigini söylemistir. Bosluk da olanaksiz olduguna göre, bu olgu nasil açiklanacaktir? Bu durumda Aristoteles fiziginin yetersizligine dikkat çeken Fârâbî, hem boslugun varligini kabul etmeyen ve hem de bu olguyu açiklayabilen yeni bir varsayim olusturmaya çalismistir. Bunun için iki ilke kabul eder:

1. Hava esnektir ve bulundugu mekanin tamamini doldurur; yani bir kapta bulunan havanin yarisini tahliye edersek, geriye kalan hava yine kabin her tarafini dolduracaktir. Bunun için kapta hiç bir zaman bosluk olusmaz.

Hava ve su arasinda bir komsuluk iliskisi vardir ve nerede hava biterse orada su baslar.

Fârâbî, iste bu iki ilkenin isigi altinda, suyun sisenin içinde yükselmesinin, boslugu doldurmak istemesi nedeniyle degil, kap içindeki havanin dogal hacmine dönmesi sirasinda, hava ile su arasindaki komsuluk iliskisi yüzünden, suyu da beraberinde götürmesi nedeniyle olustugunu bildirmektedir.

Yapmis oldugu bu açiklama ile Fârâbî, Aristoteles fizigini elestirerek düzeltmeye çalismistir. Ancak açiklama yetersizdir; çünkü havanin neden dogal hacmine döndügü konusunda suskun kalmistir. Bununla birlikte, Fârâbî'nin bu açiklamasi, sonradan Bati'da Roger Bacon tarafindan dogadaki bütün nesneler birbirinin devamidir ve doga bosluktan sakinir biçimine dönüstürülerek genellestirilecektir.

Ibn Haldûn

Ibn Haldûn (1332-1406) Hadramut'tan Endülüs'e göç edip daha sonra Tunus'a yerlesen asil bir aileye mensuptur. Macerali bir hayat sürmüs, hem memleketinde hem de Endülüs'te bulunan küçük sultanliklarda vezirlik de dahil olmak üzere çok önemli idarî görevlerde bulunmustur. Bu sirada muhtelif topluluklari yakindan gözleme olanagini elde etmis ve Berberî tarihini konu edinen yedi ciltlik meshur yapiti Kitâbu'l-'Iber'i 1380 tarihinde tamamlayarak ilk nüshasini Tunus sultanina sunmustur.

Ibn Haldûn, Kitâbu'l-Iber'in meshur Mukaddime'sinde, yani girisinde, tarih disiplinini bilimlestirmeye çalisir. Bilindigi gibi, Aristoteles tarihî arastirmayi bilimin disinda birakmis ve bilimlerin, insanlarin neden olduklari degisken olaylarla degil, degisken olmayan olaylarla ilgilenmesi gerektigini söylemisti. Ibn Haldûn öncelikle bu görüse karsi çikarak tarihin bilimlestirilebilecegini savunmustur.

Ibn Haldûn'a göre, tarih Yunan tarihçileri ile bunlardan sonra gelen Müslüman tarihçilerinin düsündükleri gibi, bir takim dinî, siyasî ve askerî olaylari, olus anlarina göre arka arkaya siralamaktan veya peygamberlerin ve hükümdarlarin hayatlarini anlatmaktan ibaret degildir. Bir tarihçinin, öncelikle tarihî olaylardaki benzerlikleri ve farkliliklari saptayarak, bunlar arasindaki zaman ve mekan disi nedensel iliskileri belirlemesi gerekir; tarih, ancak bu düzeye ulastirildiginda bilimlesebilir.

bn Rüsd

Endülüs'ün yetistirmis oldugu en büyük filozoflardan ve hekimlerden birisi olan Ibn Rüsd (1126-1198), Aristoteles'in yapitlarina yapmis oldugu yorumlarla Aristotelesçiligin dirilmesini ve güçlenmesini saglamistir.

Felsefecilerle kelamcilar arasinda cereyan eden tartismalarda, Ibn Rüsd, felsefecilerin tarafini tutmus ve Gazâlî'nin Tehâfütü'l-Felâsife (Filozoflarin Tutarsizliklari) adli yapitindaki görüsleri elestirerek akil yoluyla ulasilan bilgilere güvenilebilecegini savunmustur. Ibn Rüsd'e göre, akil ile vahiy çatismaz ve bu nedenle, Ilahî Hakikat'in bilgisine götüren yollardan birisi de akildir. Ibn Rüsd'ün bu yaklasimi, felsefecilerle kelamcilar arasindaki çatismayi giderecek nitelikte olmasina ragmen, Islâm Dünyasi'ndan çok Hiristiyan Dünyasinda etkili olmustur.

Ibn Rüsd idarî görevlerinin yaninda saray hekimligi de yapmis ve 1162-1169 yillari arasinda yazmis oldugu el-Külliyât fî't-Tib adli yapitiyla tibbin bütün konularini bir araya toplamistir.

Ibn Sînâ

Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tip ve müzik gibi bilgi ve becerinin muhtelif alanlarinda seçkinlesmis olan, Ibn Sînâ (980-1037) matematik alaninda matematiksel terimlerin tanimlari ve astronomi alaninda ise duyarli gözlemlerin yapilmasi konulariyla ilgilenmistir. Astroloji ve simyaya itibar etmemis, Dönüsüm Kuraminin dogru olup olmadigini yapmis oldugu deneylerle arastirmis ve dogru olmadigi sonucuna ulasmistir. Ibn Sînâ'ya göre, her element sadece kendisine özgü niteliklere sahiptir ve dolayisiyla daha degersiz llerden altin ve gümüs gibi daha degerli llerin elde edilmesi mümkün degildir.

Ibn Sînâ, mekanikle de ilgilenmis ve bazi yönlerden Aristoteles'in hareket anlayisini elestirmistir; bilindigi gibi, Aristoteles, cismi hareket ettiren kuvvet ile cisim arasindaki temas ortadan kalktiginda, cismin hareketini sürdürmesini saglayan etmenin ortam, yani hava oldugunu söylüyor ve havaya biri cisme direnme ve digeri cismi tasima olmak üzere birbiriyle bagdasmayacak iki görev yüklüyordu. Ibn Sînâ bu çelisik durumu görmüs, yapmis oldugu gözlemler sirasinda hava ile rüzgârin güçlerini karsilastirmis ve Aristoteles'in hakli olabilmesi için havanin siddetinin rüzgârin siddetinden daha fazla olmasi gerektigi sonucuna varmistir; oysa meselâ bir bir agacin yakinindan geçen bir ok, agaca degmedigi sürece, agaçta ve yapraklarinda en ufak bir kipirdanma yaratmazken, rüzgar agaçlari sallamakta ve hatta kökünden kopartabilmektedir; öyleyse havanin siddeti cisimleri tasimaya yeterli degildir.

Ibn Sînâ, her seyden önce bir hekimdir ve bu alandaki çalismalariyla taninmistir. Tipla ilgili birçok eser kaleme almistir; bunlar arasinda özellikle kalp-damar sistemi ile ilgili olanlar dikkat çekmektedir, ancak, Ibn Sînâ dendiginde, onun adiyla özdeslesmis ve Bati ülkelerinde 16. yüzyilin ve Dogu ülkelerinde ise 19. yüzyilin baslarina kadar okunmus ve kullanilmis olan el-Kânûn fî't-Tib (Tip Kanunu) adli eseri akla gelir. Bes kitaptan olusan bu ansiklopedik eserin Birinci Kitab'i, anatomi ve koruyucu hekimlik, Ikinci Kitab'i basit ilaçlar, Üçüncü Kitab'i patoloji, Dördüncü Kitab'i ilaçlarla ve cerrâhî yöntemlerle tedavi ve Besinci Kitab'i ise çesitli ilaç terkipleriyle ilgili ayrintili bilgiler vermektedir.

Ibn Sînâ'nin söz konusu eseri incelendiginde, konulari sistematik bir biçimde inceledigi görülür. Tarihte ilk defa, tip ve cerrâhîyi iki ayri disiplin olarak degerlendiren Ibn Sînâ, cerrâhî tedavinin saglikli olarak yürütülebilmesi için anatominin önemini özellikle vurgulamistir. Hayatî tehlikenin çok yüksek olmasindan ötürü pek gözde olmayan cerrahi tedavi ile ilgili örnekler vermis ve ameliyatlarda kullanilmak üzere bazi aletler önermistir.

Gözle de ilgilenmis olan Ibn Sînâ, döneminin seçkin fizikçilerinden Ibn Heysem gibi, Göz-isin Kurami'ni savunmus ve üst göz kapaginin disa dönmesi, sürekli beyaz renge veya kara bakmaktan meydana gelen kar körlügü gibi daha önce söz konusu edilmemis hastaliklar hakkinda da ayrintili açiklamalarda bulunmustur.

Yusuf Has Hâcib

11. yüzyilin baslarinda Balasagun'da dogmus olan Yusuf Has Hâcib asil bir aileye mensuptur. Balasagun'da yazmaya basladigi Kutadgu Bilig (Mutluluk Bilgisi) adli yapitini 1069 yilinda Kasgar'da tamamlayarak Karahanli hakanlarindan Ebû Ali Hasan ibn Süleyman Arslan Hakan'a sunmustur.

Kutadgu Bilig, her iki Dünya'da da mutluluga kavusmak için gidilmesi gereken yolu göstermek maksadiyla yazilmistir. Yusuf Has Hâcib'e göre, öteki Dünya'yi kazanmak için bu Dünya'dan el etek çekerek yalnizca ibadetle vakit geçirmek dogru degildir. Çünkü böyle bir insanin ne kendisine ne de toplumuna bir yarari vardir; oysa baskalarina yararli olmayanlar ölülere benzer; bir insanin erdemi, ancak baska insanlar arasindayken belli olur. Asil din yolu, kötüleri iyilestirmek, cefaya karsi vefa göstermek ve yanlislari bagislamaktan geçer. Insanlara hizmet etmek suretiyle faydali olmak, bir kimseyi, hem bu Dünya'da hem de öteki Dünya'da mutlu kilacaktir.

Yusuf Has Hâcib bu yapitinda bilimin degerini de tartisir. Ona göre, alimlerin ilmi, halkin yolunu aydinlatir; ilim, bir mesale gibidir; geceleri yanar ve insanliga dogru yolu gösterir. Bu nedenle alimlere hürmet göstermek ve ilimlerinden yararlanmaya çalismak gerekir. Eger dikkat edilirse, bir alimin ilminin digerinin ilminden farkli oldugu görülür. Mesela hekimler hastalari tedavi ederler; astronomlar ise yillarin, aylarin ve günlerin hesabini tutarlar. Bu ilimlerin hepsi de halk için faydalidir. Alimler, koyun sürüsünün önündeki koç gibidirler; basa geçip sürüyü dogru yola sürerler.

Matematik

Islâm Dünyasi'nda basta aritmetik olmak üzere, matematigin geometri, cebir ve trigonometri gibi dallarina önemli katkilarda bulunan matematikçiler yetismistir. Ancak bu dönemde gerçeklesen gelismelerden en önemlisi, geleneksel Ebced Rakamlari'nin yerine Hintlilerden ögrenilen Hint Rakamlari'nin kullanilmaya baslanmasidir. Konumsal Hint rakamlari, 8. yüzyilda Islâm Dünyasi'na girmis ve hesaplama islemini kolaylastirdigi için matematik alaninda büyük bir atilimin gerçeklestirilmesine neden olmustur.

Astronomi

Çeviriler yoluyla Yunanlilardan alinan bilimlerden birisi de astronomidir. Islâm Dünyasi'nda astronomi, Aristoteles'in bilim anlayisinin etkisi ile matematigin bir dali olarak benimsenmis ve bu nedenle Günes, Ay ve diger bes gezegen ile yildizlara iliskin gözlem verileri hareketli geometrik düzeneklerle anlamlandirilmaya çalisilmistir.

Islâm Dünyasi'nda astronomlar birbirleriyle baglantili olan iki tür etkinlik üzerinde yogunlasmislardir: hem gözlem aletleriyle gökyüzünü gözlemlemisler ve hem de gözlem verilerini hareketli geometrik düzeneklerle anlamlandirmaya çalismislardir. Bunlardan ilki gözlemsel astronominin alanina girmektedir ve bu konuda Islâm astronomlari, belki de gözleme daha yatkin olan bilim anlayislarinin bir sonucu olarak Yunanlilardan daha derin izler birakmislardir. Ilk gözlemevleri onlar tarafindan kurulmus, gözlemlerin dakikligini arttirmak için yeni gözlem araçlari ve gözlem teknikleri gelistirilmistir; hatta bu amaçla, açilarin ölçümünde kirisler yerine yeni bulunan trigonometrik fonksiyonlar kullanilmaya baslanmistir. Ancak kuramsal astronominin alanina giren ikinci etkinlikte ayni ölçüde basarili olduklarini söylemek olanaksizdir. Müslüman astronomlar, Aristoteles'in yolundan giderek, Yer'in hareket etmeksizin evrenin merkezinde durduguna ve Günes de dahil olmak üzere diger bütün gök cisimlerinin onun çevresinde dairesel yörüngeler üzerinde sabit hizlarla dolandigina inanmislardir. Bu konuda, Ptolemaios tarafindan önerilen eksantrik ve episikl düzenekleri önemli degisiklikler yapilmaksizin benimsemislerdir.

Astroloji ise, Hellenistik Dönemi bilginlerinde oldugu gibi, astronominin bir dali olarak görülmüs ve bir iki istisna disinda hemen bütün astronomlar tarafindan benimsenmistir. Islâm Dünyasi'nda Ptolemaius'un Tetrabiblos (Dört Kitap) adli meshur eseri ile yayginlasan astroloji, yildizlar ve gezegenlerin, insanlarin mizaci ve gelecegi üzerinde etkili oldugu ilkesine dayanmaktadir. Bu dönem astronomisinin genis kitlelere nüfuz etmesinde kismen yararli olmussa da, bu dalin bilimsel hiçbir degeri yoktur.

Fizik

Yunan Dünyasi'nda oldugu gibi, Ortaçag Islâm Dünyasi'nda da, bugünkü fizik bilimine karsilik gelen bagimsiz bir disiplin yoktur ve fizik arastirmalari doga felsefesinin sinirlari içinde yürütülmüstür. Bu anlayis, aslinda yakin dönemlere kadar gelmistir. Mesela, fizik tarihinin en büyük bilginlerinden birisi olan Newton, temel yapitini Doga Felsefesinin Temel Ilkeleri olarak adlandirmistir ve dolayisiyla kendisini bir doga filozofu olarak görmüstür.

Islâm Dünyasi'ndaki fizik çalismalari, hareket ve bosluk gibi, Aristoteles'in belirledigi konular çerçevesinde kalmistir ve onun görüslerine dayanmistir. Olus ve bozulusa ugrayan her sey, Aristoteles fiziginin temelini olusturan dört nedensel ilke dogrultusunda anlamlandirilmaya çalisilmistir. Hareket, belirli bir cismin, belirli bir biçimde gerçeklesen deviniminden olusmustur ve bu devinimin hem bir yapicisi ve hem de bir amaci bulunmaktadir.

Kimya

Islâm Dünyasi'ndaki kimya çalismalari, daha önce Hellenistik Çag'da Iskenderiye'de yapilmis olan simya çalismalarindan yogun bir biçimde etkilenmistir. Bu çalismalar sirasinda yavas yavas belirginlesmeye baslayan Yapisal Dönüsüm Kurami'na göre, dogadaki bütün ller, aslinda bir kükürt-civa bilesimidir; ancak bunlarin iç ve dis niteliklerinde farkliliklar bulundugu için, kükürt ve civa kullanmak suretiyle istenilen li elde etmek mümkündür. Bilindigi gibi, simyagerler, tarih boyunca, bu kurama dayanarak, kursun ve bakir gibi nisbeten daha az kiymetli lleri, altin ve gümüs gibi llere dönüstürmek istemislerdir. Islâm Dünyasi'ndaki kimya çalismalari da genellikle bu dogrultuda sürdürülmüstür.

Yine Müslüman simyagerlerin maksatlarindan birisi de bu dönüsümü gerçeklestirecek el-Iksir'i, yani mükemmel maddeyi bulmaktir. Mükemmele en yakin l altin oldugu için, genellikle bu çalismalarda altinin kullanildigi görülmektedir. Iksir, ayni zamanda sonsuz yasamin kapisini aralayacak bir anahtar olarak da düsünülmüstür.

Simyagerler, Yeryüzü'ndeki llerle Gökyüzü'ndeki gezegenler arasinda da iliski kurmuslardir. Örnegin altin Günes'le ve gümüs ise Ay'la eslestirilmis ve bu lleri göstermek için Günes ve Ay'a benzeyen simgeler kullanilmistir. Bu simgeler, on sekizinci yüzyila kadar pek fazla degismeden gelmistir; günümüzdeki simgeler ise on sekizinci yüzyildan itibaren sekillenmeye baslamistir.

Ortaçag Islâm Dünyasi'nda, simyayi benimseyenlerle benimsemeyenler arasinda süregelen tartismalarin, kimyanin gelisimi üzerinde çok olumlu etkiler yaptigi görülmektedir. Çünkü bu tartismalar sirasinda, taraflar, görüslerinin dogrulugunu kanitlamak için, çok sayida deney yapmis ve bu yolla deneysel bilginin artmasinda önemli bir rol oynamislardir.

Biyoloji

Ortaçag Islâm Dünyasi'ndaki biyoloji arastirmalarini, bitkibilim ve hayvanbilim çerçevesinde degerlendirilecek olursa, bu alanlarin daha çok Aristoteles ve Dioscorides gibi Yunan bilginleri tarafindan derlenmis olan bilgi birikimine dayandirilmis oldugunu söylenebilir. Ancak, bu birikime Müslüman arastirmacilarin yasamis olduklari çevreden edinmis olduklari bilgilerle kisisel gözlemleri de eklemek gerekir.

Erken tarihli biyoloji yapitlari genellikle ansiklopedik bir nitelik tasir. Bunlarda, bitkilerle ve hayvanlarla ilgili yüzeysel gözlemlerin yani sira, hikayelere ve hadislere de yer verilmistir. Incelenen bitkiler daha çok tibbî bitkilerdir. Hayvanlara iliskin açiklamalarin ise, özellikle at, deve ve koyun gibi gündelik yasantiyi dogrudan dogruya etkileyen canlilar üzerinde yogunlastigi görülmektedir.

Bitkibilimle ilgilenenler genellikle doktorlardir; bunlar tedavi sirasinda daha çok bitkilerden yapilan ilaçlar kullanilmaktadir.

Cografya

Ortaçag Islâm Dünyasi'nda, cografyacilar, Dünya'nin çapinin veya çevresinin hesaplanmasi, haritalarin düzgün bir sekilde çizilebilmesi için uygun izdüsüm yöntemlerinin gelistirilmesi, enlem ve boylam çizgilerinden olusan bir konuslandirma sisteminin kurularak Yeryüzü'ndeki önemli noktalarin enlem ve boylamlarinin belirlenmesi gibi matematiksel islemlere dayanan matematiksel cografya ile bilinen Dünya'nin beserî ve fizikî özelliklerini betimlemeyi hedefleyen tasvirî cografyanin gelisimi yolunda önemli girisimlerde bulunmuslar ve özellikle tasvirî cografya alanina degerli katkilarda bulunmuslardir.

Tip

Yunan hekimleri tarafindan yazilmis olan bilimsel yapitlar Arapça'ya çevrilmeden önce, Ortaçag Islâm Dünyasi'ndaki tip bilgisi, geleneksel anlayis ve uygulamalar ile Hz. Muhammed'in beden ve ruh sagliginin korunmasina iliskin önerilerinden olusuyordu. Peygamber Tibbi olarak adlandirilan bu birikim, Müslümanlar arasinda yaygin bir biçimde benimsenmis ve kullanilmistir.

Çevirilerden sonra, Müslüman hekimler arasinda özellikle Galenos'un görüslerinin yayginlastigi görülmektedir; ancak Müslüman hekimler Yunan birikimini yeterli bulmamislar ve yaptiklari arastirmalar sirasinda edinmis olduklari kisisel gözlemleri ve deneyimleri bu birikimle kaynastirarak tip biliminin gelisimine önemli katkilarda bulunmuslardir. Râzî, Ali ibn Abbâs, Ibn Sînâ, Zehrâvî ve Ibn Nefis gibi isimler, bu dönemin önde gelen hekimleri arasinda bulunmaktadir.

Ali ibn Abbâs

10. yüzyilda yasayan Ali ibn Abbas Ortaçag'in önde gelen hekimlerinden biridir; Kitâbü's-Sinaat (Tip Sanati) adli kitabi tipla ilgili bütün konulari içermektedir ve Ibn Sinâ'nin el-Kanun fî't-Tib (Tip Biliminin Kanunu) adli yapiti yazilincaya kadar Islâm Dünyasi'nda el kitabi olarak kullanilmistir.

Ali ibn Abbâs bu yapitinda bastan ayaga dogru, bütün beden hastaliklarini sirasiyla konu edinmis ve bunlarin belirtileri ile teshis ve tedavileri hakkinda ayrintili bilgiler vermistir. Yaralar, tümörler ve taslar gibi cerrâhî müdahale gerektiren durumlarla karsilasildiginda, cerrahlarin su kosullari göz önünde bulundurmalari gerektigini savunmustur:

1. Cerrahin anatomi bilgisi yeterli olmalidir.
2. Ameliyat öncesinde, aletler temizlenmelidir.
3. Ameliyat sonrasinda, hastanin bakimina önem verilmelidir.

Yapitin baslarinda bulunan anatomi bölümünde, damarlara iliskin yapilan açiklamalar tip tarihi açisindan önem tasimaktadir. Damarlari iki ana grupta inceleyen Ali ibn Abbâs, bunlardan atar damarlarin çeperinin toplar damarlara oranla çok daha kalin oldugunu belirtmistir.

Tarih

Islâm tarihçiliginin baslangiç dönemlerinde, tarihî yapitlarin, tefsir ve hadis gibi dinî ilimlerin gereksinimlerini karsilamak maksadiyla, Hazret-i Muhammed'in hayati ve savaslari gibi iki konu üzerinde yogunlastiklari görülmektedir. Sonradan bu konulara, Kuran-i Kerim'de geçen kavimlere ve peygamberlere iliskin olaylarla Dört Halife, Emevîler ve Abbasîler döneminde yasanan gelismeler eklenerek, tarihî yapitlarin kapsami genisletilmistir. Evrenin yaratilisindan tarihçinin yasadigi döneme kadar Islâm dinî ve siyasî tarihinin islendigi tarihlerin özellikle Abbasîler döneminde belirdigi ve yayginlastigi söylenebilir. Mesela Arap tarihçiliginin babasi olarak görülen Taberî'nin Resuller ve Melikler Tarihi adli yapiti bu plana uygun olarak yazilmis ilk Arapça kitaptir. Bu yapitin en önemli yanlarindan birisi, bilimsel tarafsizligi ilke edinmis olmasi ve olaylari görgü taniklarinin sözlerine ve güvenilir belgelere dayandirarak anlatmasidir. Fetihlerle birlikte Islâm Dünyasi giderek genisleyince ve Araplarin diger milletlerle siyasî, ticarî ve kültürel münasebetleri artinca, Islâm tarihinin genel tarih içerisine yerlestirilmesi gerektigi anlasilmis ve tarih yapitlarinin kapsamlari buna uygun düsecek biçimde biraz daha genisletilmistir

Ortaçag Islâm Dünyasi'nda çok degerli kent tarihleri de yazilmistir; Bagdad ve ?am gibi önde gelen medeniyet merkezlerinin tarihleri anlatilirken, buralarda yetisen büyük sahsiyetlerin hayat öyküleri ve eserleri de tanitilmis ve böylece biyografya ve bibliyografya bilimlerinin temelleri atilmistir