21 Nisan 2016 Perşembe

Ortaçağ Hıristiyan Dünyasında Bilim

Ortaçag olarak adlandirilmis olan bu dönemin baslangiç ve bitis tarihleri kabaca 4. ve 14. yüzyillar olarak belirlenmis ve arada kalan bin yillik dönem birbirlerinden az çok farkli özellikler sergiledikleri için üç kisma bölünmüstür: 4. ve 10. yüzyillar arasi Erken Ortaçag 11. ve 12. yüzyillar arasi Yüksek Ortaçag ve nihayet 13. ve 14. yüzyillar arasi ise Geç Ortaçag olarak adlandirilmaktadir.

Ortaçag düsüncesinin belirgin özelliklerinden birisi, dinî ögretilere dayanan dinsel bakisin ön plana çikmasidir; ancak düsüncede dinîlesme Yahudilik ve Hiristiyanlik gibi dinlerin ortaya çikmasi veya güçlenmesi ile baslamamistir; kökleri Hellenistik Dönem ve Roma Dönemi felsefelerine ve özellikle de Yeni Platonculuk'a ve Stoacilik'a kadar geri götürülebilir.

Yunan düsüncesinde böyle bir egilimin güçlendigi yillarda Hiristiyanlik'in dogmasi ve yayilmasi, öyle anlasilmaktadir ki düsüncede dinîlesme sürecine büyük bir ivme kazandirmis ve Hiristiyanlik'in Romalilar tarafindan resmî bir din olarak benimsenmesi sonucunda dinî düsünce dinî olmayan düsünceyi giderek etkisiz hale getirmistir.

Hiristiyanlik'in ortaya çiktigi yillarda, iki farkli dünyanin, yani Sâmî Dünyasi ile Yunan-Roma Dünyasi'nin dinî ve felsefî birikimlerinin uzlastirilmasi gerekmistir; aslinda bu, inançlilar açisindan bakildiginda kaçinilmaz bir görevdir; çünkü Roma Imparatorlugu'nu olusturan bu iki önemli gelenegi, uygun bir biçimde kaynastirmadan toplumsal düzeni saglamak ve dolayisiyla kamusal yönetimi sorunsuz bir biçimde gerçeklestirmek olanakli degildir. Burada baskin olan veya süreç içerisinde baskinlasan birikim, Sâmî Dünyasi'nin birikimidir; bu nedenle Yunan-Roma birikimi, oldugu gibi benimsenmemis, Hiristiyanlik'in ilkeleri ile bagdasabilen veya bagdasmasa da bagdasirmis gibi gösterilebilen Platon ve Aristoteles felsefeleri kismen alinmis, digerleri ise atilmistir.

Düsüncede dinîlesme sürecinin sonunda, Eskiçag'in ilk dönemlerinde yürürlükte olan "dogru bilgi arayisi", son dönemlerinde ve bütün Ortaçag'da yerini "dogru davranis arayisi"na birakinca, ister istemez bilimsel etkinlik ve buna bagli olarak bilim de degerini ve önemini yitirmistir; çünkü surasi açiktir ki bilimsel etkinligin ürünü olan bilimsel bilgi, praxis ile ilgili degil, theoria ile ilgilidir ve dolayisiyla bir insanin nasil davranmasi gerektigine iliskin herhangi bir yargi içermez.

Ortaçag'da bilim, çesitli nedenler yüzünden ve en çok da yukarida belirtmis oldugumuz neden yüzünden Bati Dünyasi'nda eski degerini yitirmistir ama tamamen unutulmamistir; bilimin unutulmasi veya tarihin herhangi bir döneminde herhangi bir toplum içinde tamamen islevsiz kalmasi olanaksiz görünmektedir; çünkü hem insan aklinin isleyis biçimi ve hem de insan toplumlarini gündelik gereksinimlerini gidermeye yönelik eylemleri, su veya bu biçimde, su veya bu miktarda bilimsel etkinligi kaçinilmaz kilmaktadir.

Ortaçag'da da böyle olmus, Yunanlilarin bilimsel bilgi birikimlerinin hiç degilse bir kismi, Yedi Özgür Sanat içine giren Quadrivium (Dörtlü: aritmetik, geometri, astronomi ve müzik) dersleri arasinda manastir ve kilise okullarinda okutulmus ve ögretilmistir; ancak Bati Dünyasi açisindan bakildiginda, bilimsel bilgi birikimine önceki ve sonraki dönemlere nispetle önemli bir katkida bulunulmadigi ve bilinenlerin büyük bir kisminin tamamen unutuldugu da dogrudur.

Ortaçag'da din, felsefe ve bilim alanlarindaki düsünsel etkinlikler, kutsal kitaplar ile otoritelerin yapitlari tarafindan yönlendirilmistir ve Özellikle Aristoteles'e karsi büyük bir güven duyulmus ve akil ve inanç uzlastirmasina yönelik çalismalarda Platon'dan ziyade Aristoteles muhatap olarak görülmüstür. Albertus Magnus ile ögrencisi Thomas Aquinas gibi son dönem Hiristiyan felsefesinin önde gelen iki büyük ismi ise Aristotelesçidir ve Katolik Kilisesi'nin resmî felsefesini olustururken bu filozofun izinden gitmislerdir.

Ortaçag'in son dönemlerinde Aristoteles mantik ve doga bilimlerinde bir otorite olarak görülmüs ve degerlendirilmis ve bilimsel arastirma, Aristoteles'in yapitlari üzerinde veya bu yapitlarda betimlenmis olan kuramlar çerçevesinde yürütülmüstür. Gökbilim ve evrenbilimde Ptolemaios'un, insanbilimlerinde ise Galenos'un otoritesi tartisilmazdir.

Ortaçag Hiristiyan Dünyasi'ni anlatirken çok sik kullanilan skolastik, yani scholasticus terimi, Latince schola (okul) sözcügünden gelmektedir ve "okulcu" anlamini tasimaktadir. Ortaçag'daki bütün düsünsel etkinlikler, bu sifatla nitelendirilmistir; çünkü bu etkinlikler, Ortaçag'da ruhbanlari yetistiren manastir ve katedral okullarinda yürütülmüs ve gelistirilmistir.

Dinî, felsefî ve ilmî etkinlikleri yönlendiren Skolastik Yöntem, bir Fransiz düsünürü olan Petrus Abaelardus'un Sic et Non (Evet ve Hayir) adli yapitinda açik bir biçimde anlatilmistir. Ona göre, bu yöntemde din ve felsefe otoritelerinin düsünceleri karsi karsiya getirilir; uzlastiklari ve uzlasmadiklari noktalar belirlenir ve sonra da otoritelerin aslinda uzlasmakta olduklari gösterilmeye çalisilir.

Bu uzlastirma islemi, gerçekte pek de kolay degildir; ayni konuyu açiklamaya çalisan uzlasmaz görüsler karsisinda, Ortaçag düsünürleri çogu kere çaresiz kalmislardir; meselâ Evren'in yasi sorununu ele alalim: Acaba Evren, Aristoteles'in belirttigi gibi ezelî ve ebedî midir, yoksa kutsal kitaplarin bildirdigi gibi belirli bir anda Tanri tarafindan 7 gün içinde yaratilmis midir? Bu iki görüsü, birbirleriyle uzlastirmak olanaksiz gibi görünmektedir; öyleyse bunlardan biri veya digeri seçilmelidir; ama hangisi seçilecektir? Çünkü hangisi seçilirse seçilsin, seçilmeyenin inandiriciligi ve otoritesi sarsilacaktir. Iste Ortaçag düsünürleri, en büyük düsünsel sikintilari ve bunalimlari, uzlastirma ilkesini benimsemis olmalarina ragmen, bu tür uzlasmaz görüslerle karsilastiklarinda yasamislardir.

Ortaçag düsüncesi, bütüncüldür; yani anlamlandirma girisimlerini, varligin belirli bir bölümüne veya belirli bölümlerine degil, bütün varliga yöneltmistir; Tanri ya bütün varligin yaraticisi ve yöneticisi (varolus nedeni) ya da bütün varligin bizzat kendisi olarak algilandigindan, düsünsel arastirmalarin konusunu, dogrudan dogruya Tanri olusturur.

Erken Ortaçag

Romalilarin dini çok tanrili, ilkel bir dindi ve Romalilar, bir kimsenin birkaç dine birden girmesinde hiçbir sakinca görmüyorlardi. En önemli tanrilari, bir savas tanrisi olan Mars'ti; bir savas kazandiklarinda bu Tanri için törenler düzenlenir ve bütün Roma halki bu törenlere katilirdi.

Hiristiyanlik Ortadogu'da ortaya çikti ve kisa bir süre içinde, yerel dinler için büyük bir tehlike olusturmaya basladi; çünkü Hiristiyanlarin baska bir dine girmeleri yasakti ve bu yasak, Roma Imparatorlugu'nun birlik ve bütünlügünü bozuyordu. Iste bu nedenle Hiristiyanlik'i kabul edenler, önceleri tutuklandilar; büyük iskencelere ugradilar; ancak Hiristiyanlik, yüzlerce yildan beri ihmal edilmis olan yoksul kitleler arasinda süratle benimsendigi için yayilmasini sürdürdü.

Diger taraftan, Roma Imparatorluk'u, bir çöküs süreci içine girmis ve Kuzey'den gelen kavimlerin saldirilari sonucunda siyasî gücünü yitirmeye baslamisti. Yöneticiler, devleti kurtarmak için, bir süre sonra Hiristiyanlarla anlasmak mecburiyetinde kaldilar ve Imparator Konstantin, 312 yilinda Hiristiyanlik'i Roma'nin resmi dini olarak kabul etti. 326'da, Imparatorluk'un baskentini, Roma'dan Byzantion'a tasidi ve sonradan Konstantinopolis (Istanbul) adiyla taninan bu sehirde yeni bir medeniyet merkezinin temellerini atti.

Bu tarihten sonra, Yunan ve diger Ortadogu dinlerinin direnmesine ragmen, Kilise gittikçe genisledi ve güçlendi; ancak birtakim hizipler birligini ve bütünlügünü tehlikeye sokuyordu. Tevhid ve teslis inançlariyla ilgili olarak farkli görüsler ortaya çikti.

Isa'nin dogasina iliskin tartismalar zaman içinde daha da gelismis ve sonuçta birbirlerine karsit görüsler ortaya çikmistir. Hiristiyanlik bölünmeye basladi.

Büyük bir gelisme göstermis olan Hellenistik bilimi ve felsefesi karsisinda, kendi inançlarini savunmanin güç oldugunu gören Hiristiyan din adamlari, Yunan uygarliginin kalintilarini silmeye çalistilar. Hosgörüden yoksun Kilise Babalari, kendi alanlarinin disina çikarak, Hiristiyanlik adina bilim ve felsefeye saldirdilar ve din, bilim ve felsefe çatismalarina yol açtilar. Dogaya yönelik arastirmalarinda, akil ve bilimin rehberligi yerine Kutsal Kitab'in rehberligine sigindilar; meselâ Yunan astronomlarinin yüzyillar boyunca olusturduklari bilimsel bilgi birikimini bir yana iterek, Yeryüzü'nün bir tepsi gibi düz olduguna ve yarimküre veya çadir biçimindeki Evren ile çevrelendigine inanmaya basladilar.

Tedavi amaciyla hastaneler açmislar; ancak bilimsel tedavi unutulmus ve bunun yerini dinî tedavi almistir. Din adamlari, kutsal bir güce sahip olduklarini ve dua yoluyla hastalari iyilestirebileceklerini savunmuslardir.

Yeterince güçlendikten sonra, Yunan bilimini temsil eden kisilere ve kurumlara yöneldiler. Hypatya adli bir kadin matematikçiyi, Iskenderiye Kilisesi'nde öldürdüler (415) ve Iskenderiye Kütüphanesi'ni yaktilar. Daha sonraki yüzyilda ise Yunan bilim ve felsefesinin son isigi olan Akademi'yi kapattilar (529).


Bu dönemin bilim tarihi açisindan en önemli gelismeleri, üniversitelerin ve bilim ve felsefe ile yakindan ilgilenen tarikatlarin kurulmus olmasidir.

Üniversitelerin Kurulusu

Dokuzuncu ve on ikinci yüzyillar arasinda yüksek egitim ve ögretim, katedral okullarinda yapiliyor ve papazlar tarafindan yürütülüyordu; Skolastik Düsünce bu okullarda üretilmis; on ikinci yüzyil sonlarinda üniversiteler ortaya çikincaya kadar bu okullar Bati'daki en önemli kültür merkezleri konumunda olmuslardir. Bilimsel konulara karsi entelektüel ilgi buralarda olusmus ve çeviri etkinligine bagli olarak gitgide gelismistir.

Eski bilgelige karsi duyulan saygi büyük bir sekilde artmistir; ancak, zamanla bu dinî egitim ve ögretim kurumlari eski önemlerini yitirdiler ve bunlarin yerine baska bir kurum ortaya çikti.

1000 yilinda, Italya'nin Bologna sehrinde, hukuk ögrenmek isteyen ögrenciler, kendilerine bir çesit ögrenci loncasi kurdular ve bu loncaya da Universitas adini verdiler; bir yüzyil sonra, Bologna Üniversitesi'ne tip ve felsefe fakülteleri de eklendi.

Bu üniversiteyi, Oxford, Cambridge, ve Paris Üniversiteleri izledi. Her üniversite, ilâhiyât, kilise hukuku, tip ve genel meslekler olmak üzere dört bölümden olusmus ve ögretim üyeleri yine din adamlari olmustur. Hemen tüm programlarda dersler iki ana guruba ayrilmistir: birinci grup Trivium (Üçlü) olarak adlandirilir ve gramer, retorik ve diyalektikten olusur; ikinci grup ise Quadrivium (Dörtlü) olarak isimlendirilir ve aritmetik, geometri, müzik ve astronomiden olusur. Daha sonra, bu bölümlere, felsefe ve mantigin yüksek kisimlari da ilave edilmistir.

Fransisken ve Dominiken Tarikatlari

Bu dönemde, üniversitelerin yanisira, bilimin gelisimini büyük ölçüde etkilemis olan iki manastir düzeninin, yani tarikatin da ortaya çiktigi gözlenmektedir. 1209'da Fransisken Tarikati (Gri Kardesler), 1215'de ise Dominiken Tarikati (Siyah Kardesler) kurulmustur. Baslangiçta her iki tarikat da dinsel amaçlara sahiptir; ancak giderek birincisi bilime, ikincisi ise felsefeye yönelmistir.

Bilimin gelismesinde özellikle Fransiskenlerin büyük bir rolü olmustur. Bunlardan Robert Grosseteste ve John Peckham daha çok fizikle ilgilenmisler ve büyük Müslüman optikçisi Ibnü'l-Heysem'i izleyerek optik üzerine çesitli yazilar yazmislardir.

On Ikinci Yüzyil Rönesans'inin Dogusu ve Etkileri

Sekizinci ve dokuzuncu yüzyillarda Müslümanlar, Yunanlilarin bilimsel bilgi birikimlerinin büyük bir bölümünü Arapça'ya aktarmislar ve yapmis olduklari çalismalarla bu birikime önemli katkilarda bulunmuslardir. Hiristiyanlar ise, uzun bir süreden beri içlerine kapanmislar ve Dünyevî sorunlarin çözümünde gelismemis ansiklopedik bilgilerle yetinmeyi yeterli görmüslerdir. Bu arada bazi çeviriler yapmislar, ama bunlar nicelik ve nitelik itibâriyle bir Hiristiyan Uyanisi'ni gerçeklestirebilecek düzeye ulasmamistir. Bilime ve dogaya yönelmeleri için uyarilmalari gerekmis ve bu uyarilma süreci ise çeviriler yoluyla baslamistir.

On birinci ve on ikinci yüzyil baslarinda özellikle bilim ve felsefeye olan ilgi yogunlastikça, geleneksel ögretinin yetersiz oldugu görüsü hâkim olmus ve bilim adamlari geçmisin mirasina ulasmak için harekete geçmislerdir. On ikinci yüzyil boyunca Arapça'dan Latince'ye yogun bir sekilde çeviriler yapmislar ve on üçüncü yüzyilda Islâm biliminin ve felsefesinin önemli bir bölümünü Latince'ye kazandirmislardir.

On ikinci ve on üçüncü yüzyillarda yapilmis olan bu çeviriler olmasaydi, Ortaçag zihniyeti asilamaz ve on yedinci yüzyildaki Bilim Devrimi gerçeklestirilemezdi. Ancak, bu çeviriler sonucunda aktarilan bilimsel bilgi birikimi o denli büyük olmustur ki ilkin özümsenmesi gerekmis ve bu özümseme islemi bütün on üçüncü ve on dördüncü yüzyillar boyunca sürmüstür.

Öyleyse, Müslümanlar yalnizca bilimsel düsünce gelenegini korumakla ve sürdürmekle kalmamislar, bu düsüncenin Avrupa'da yeniden canlanmasinda da etkin bir rol oynamislardir.
On ikinci yüzyil aslinda bir geçis çagidir ve bu çagda Akdeniz'i çevreleyen Islâm, Hiristiyan ve Yahudi Dünyalari önceki yüzyillara oranla çok daha siki bir bag kurmuslar ve birbirlerini karsilikli olarak etkilemislerdir; ancak bu dünyalar arasinda en belirleyici ve en etkin olani kuskusuz ki Islâm Dünyasi'dir; digerleri sürekli olarak onu sömürmeye ve ondaki bilgileri ve becerileri kendi bünyeleri içine alarak sindirmeye çalismislardir. Bu ugras o kadar canlidir ki bu nedenle bilim tarihçileri bir 12. Yüzyil Rönesans'indan söz ederler.

Öyleyse, bu dönemde büyük bir yeginlik ve yogunluk kazanan Bati Ortaçag Dünyasi'ndaki düsünsel ugrasinin en temel özelligi bilime katki degil, çeviriler yolu ile eski ve yeni kültürlerin aktarilmasidir. Bati kültürünü olusturan ilmî ve felsefî bilgiler, Batililarin yapmis olduklari arastirmalarin bir sonucu degil, Arapça'dan yapilan çevirilerin bir sonucudur.

Geç Ortaçag

Bu dönemin en önemli çalismalarinin hareket fizigi ile ilgili oldugu görülmektedir; Aristoteles'in hareket kurami tartisilmis ve dogrulugu matematiksel yoldan kanitlanmaya çalisilmistir.

Doga Ve Bilgi Felsefesi

Hiristiyanligin ortaya çikisindan sonra din-bilim çatismasi gündeme gelmis ve Yunan ve Roma Dönemlerindeki bilimsel çalismalar kesintiye ugramistir. Augustinus, Albertus Magnus, Thomas Aquinas gibi Hiristiyan düsünürlerinin amaci Yunan bilgi birikimi ile Kitab-i Mukaddes'teki bilgi birikimini uzlastirmak ve kaynastirmak olmustur. Böylece dogal nesneler ve olgular açiklanirken dogaüstü güçleri kullanma egilimi yeniden ortaya çikmistir.

Albertus Magnus

Albertus Magnus (1207-1280) Dominiken tarikatina girmis ve Aristoteles'i ve Fârâbî, Ibn Sînâ, Ibn Rüsd ve Ibn Tufeyl gibi Müslüman filozoflarin Aristoteles felsefesine iliskin yorumlarini ögrenmistir; daha sonra bu yorumlara dayanarak Hiristiyan inançlariyla bagdasabilecek yeni yorumlar getirmistir. Felsefe sorunlarini akilla çözmeye çalisirken Kutsal Kitap'la çatismamaya ve dolayisiyla inançla çelismemeye büyük bir özen göstermis ve bu yaklasimiyla ögrencisi Thomas Aquinas'i büyük ölçüde etkilenmistir. Albertus Magnus'un Platon'dan çok Aristoteles'in felsefesini seçmis olmasi tesâdüfî degildir ve bu seçimi, özellikle Ibn Rüsd gibi Müslüman filozoflarin etkisi ile açiklamak olanaklidir.

Albertus Magnus'a göre, biri akil ve öbürü ise inanç için dogru olan ve birbirleriyle çelisen iki dogru yoktur; gerçekten dogru olan her sey, büyük bir uyum içinde birlesmistir.

Birçok bilimle ilgilendigi için Doctor Universalis (Evrensel Bilgin) lâkabiyla taninan Albertus Magnus, kimya alaninda da çalismis, nitrik asidin madenler üzerindeki etkisi ve altinin aritilmasi gibi kimyevî konulari incelemistir; ayrica astronomi ve biyoloji ile de ilgilenmistir.

Albertus Magnus biyoloji alanindaki çalismalarinda kelime kelime Aristoteles'in Arapça çevirilerini izlemis ve bunlar üzerinde yorumlar yapmistir; kendisine özgü gözlemler ve saptamalar da bulunmaktadir. Hayvanlar Hakkinda adli eserinde kus ve baliklarin kan damarlarinin dagilimi konusunda Aristoteles'in verdigi bilgilerden ayrilmistir. Yumurtadan itibaren embriyonun gelismesini anlatirken, organlarin sirasiyla nasil sekillendigini, göbek kordonu denen yapinin yerini gelisim süreci içinde hangi damarin aldigini açik ve seçik bir sekilde anlatmistir.

Bitkilerle de ilgilenmis ve bu konuya iliskin Bitkiler Hakkinda adli bir eserinde, ana çizgileriyle bitki betimlemeleri yapmistir. Bir ara Italya'ya giden Albertus Magnus orada portakal agacini görmüs, bundan çok etkilenmis ve özellikle portakal yapraklarini ayrintili bir biçimde tanitmistir.

Thomas Aquinas

Aziz Thomas Aquinas., (1225-1274). Katolik Kilisesi'nin resmî ögretisini kuran Aquinas, kutsal olan ve kutsal olmayan bilgilere akilci bir temel aramis ve Summa Contra Gentiles (Kafirlere Karsi) adli eserinde, Müslüman düsünürlerden Ibn Rüsd gibi, bilginin iki kaynagi bulundugundan söz etmistir; bunlardan birisi inanç, digeri ise akildir. Inanç, Kutsal Kitap'tan, akil ise düzenlenmis ve yorumlanmis duyu verilerinden beslenir ve her ikisinden üretilen bilginin dayanagi Tanri'dir. Tanri kendi kendisi ile çelismeyecegine göre, bu iki bilginin birbirleriyle bagdasir olmasi gerekir; yani Platon ve Aristoteles felsefelerini Hiristiyan dini ile uzlastirmak olanaklidir; böylece Skolastik Düsünce'nin temelleri atilmis ve inanç ile akilin bagdasabilecegi düsüncesi bu dönemde kesin bir biçimde olusturulmus olmaktadir.

Johannes Kepler

1571'de Almanya'da dogan Kepler, çagdas astronomisinin kurucusudur. Ilkin teoloji egitimi almis, daha sonra astronomi ve matematige yogun ilgi duymus ve matematik profesörü olmustur. 1599'da Brahe'nin daveti üzerine, Brahe'ye yildiz tablolarinin hazirlanisinda yardim etmek üzere Prag'a gelmis ve 1601'de Brahe'nin ölümü üzerine saray astronomu olarak göreve baslamistir.

Brahe ölmeden önce, o güne kadar yapmis oldugu bütün gözlem kayitlarini Kepler'e birakmisti. Kepler Brahe'nin gözlem kayitlarini inceledi ve astronomik tablolardan bir anlam çikarmaya çalisti; bütün bu çalismalarinda Copernicus sistemini temele aldi. Kepler, bu konuda, bilinen her seyi kapsayan ve bunlar arasinda mutlak bir uyum saglayan bir sistemin varolmasi gerektigini düsünmüs ve Brahe'nin gözlemlerinden yararlanarak, bikip usanmadan, tekrar tekrar yaptigi hesaplar sonucunda, gezegenlerin dairesel yörüngeler üzerinde ve muntazam hizla dolandiklari temel prensibini terk etmis ve ünlü üç kanununu ortaya koymustur. Bu nedenle Kepler, modern gök mekaniginin kurucusu olarak bilinir.

Brahe'nin gözlem kayitlarini inceleyen Kepler, kristal kürelerin varolmadigini savunmustur. Kristal küreler olmadigi takdirde, gezegenlerin hareketlerini açiklayacak yeni bir gök fizigi kurmak gerekiyordu. Iste bu, Kepler'le baslayan ve Galilei ve Newton'la son bulan bir süreçle basarilmistir.

Tip

Bu dönemde, özellikle Geç Ortaçag'da yazilan eserlerde Hiristiyan dogmalarin etkin oldugunu söylemek olanaklidir. Hastaliklarin tedavisinde dinsel ve sihirsel ögeler agirlik kazanmis ve ilaçlarin yani sira dua da büyük ölçüde kullanilmistir.

20 Nisan 2016 Çarşamba

Orta Asya Türk Tarihinin Türkçe Kaynakları

l.Bengütaşlar (Kitabeler/Yazıtlar): Yenisey ve Orhon Nehri civarında bulunan ve ilk defa bazı Çin kaynaklarıyla Cüveynî'nin Tarih-i Cihangüşa'smda bahsedilen Bengütaşlar 18. yüzyıla kadar ilim aleminin meçhulü olarak kalmışlardır. Alman nebatatçı Messer Schmidt, ilk defa Yenisey kitabelerinden, birini tesbit ederek bundan Petersburg İlimler Akademisini haberdar etmiştir. (1721) Fakat, muhteva bakımından önemsiz olan, hatta bazılarının Kırgız mezar taşlan olduğu tesbit edilen bu kitabeler önceleri pek dikkat çekmemişti. İlim aleminin bu taşlara dikkatini çeken İsveçli subay Strahlenberg olmuştur.

c.BİIge Kağan Bengütaşı: 735 yılında Bilge Kağan'ın ölümünden bir yıl sonra Yolluğ Tigin tarafından dikilmiştir. Bu da Sağdan sola yazılmıştır ve Bilge Kağan'ın hayatım anlatır.

a.     W. Radloff, Atlas I... IV (Bengütaşlarm Fotoğrafları) 1892

b.    W. Thomsen, İnciription de L'orkhun dechiffress-1894

c.     H.N. Orkun, Eski Türk Yazıtları I...IV, Ankara 1936-1941)

d.    T.Tekin,A Grammer Of Orkun Turkic, Bloomington 1968

e.     M.Ergin, Orhun Abideleri, İstanbul 1982



KAYNAK: Doç. Dr. Salim CÖHÇE, Türk Tarihine Giriş, ELAZIĞ 1995, ÇagOfset Matbacılık, s. 12-14

Avrupa ve Daha Geniş Dünya

Bir zamanlar Avrupa'nın görece tecrit olmuş ve kendi içine kapanmış durumda olduğunu, sınırlarının ötesindeki yerler hakkında çok az bilgisi bulunduğunu ve günümüzün bilinen dünya haritasının olmadığını bugünkü bakış açısıyla tasarlamak kolay değil. Fakat Avrupa, 15. ve 16. yüzyılların keşiflerine kadar, kendi dışındaki dünya ile ilgili olarak gerçek bilgilerden çok, mit ve fantezilerle beslenmişti.

15. yüzyıl Avrupası'nın daha güvenilir bilgi kaynaklan arasında, klasik eski çağdan kalan yazılarla, daha yakın dönemdeki seyyahların raporları bulunuyordu. M.S. ikinci yüzyılda yazılmış Ptolemy'nin Geography'si, yaklaşık 1406'da Yunancadan Latinceye çevrilerek Hıristiyan Avrupası'nda yeniden keşfedilmişti. Geography, Roma İmparatorluğu'nun en yüksek dönemindeki coğrafya bilgilerinin bir özetini kapsıyordu. Asya ve Afrika'nın yakın bölgelerinin oldukça doğru bir tasvirini vermesine rağmen, daha uzak bölgeler için güvenilmez bir kaynaktı; Amerika'nın ve dünyanın eskiden bilinmeyen diğer bölümlerinin varlığı hakkında herhangi bir ipucu vermiyordu. Seyyah eserlerinin en popüler ve etkili olanlarından biri, İtalyan Marco Polo'nunkiydi. Marco Polo, 13. yüzyılın sonlarında Asya'yı boydan boya geçip Çin'de Moğol İmparatoru'nun sarayını ziyaret etmişti. Polo, ilerlemiş ve güçlü uygarlıklarıyla daha zengin bir kıta olarak Asya fikrinin Avrupalıların zihninde oluşmasını sağladı. Polo'nun "Travels"e (Seyahatler), Portekiz Prensi Gemici Henry'ye ve (Ptolemy ile birlikte) Christopher Columbus'a esin kaynağı oldu. Fakat böyle kaynakların sakıncaları da vardı. Atlantik'teki batı yolculuğunda Columbus'un hedeflerinden biri olan Moğol hükümdan 'Cathay' (Çin), çoktan yok olmuştu. Geç Ortaçağ Avrupası'nın, eskilerin

her şeyi doğru yaptıklarına (din hariç) dair derin inançları, coğrafi eserlerine karşı eleştirel bir yaklaşımı ve pratik bir soruşturma ruhunu engelliyordu.

Ptolemy ve Polo, yetersiz ve eski olmalarına rağmen 1400 yılına kadar, Geç Ortaçağ Avrupası'nın dünya kavramını şekillendiren mitler, efsaneler ve sahte seyyah hikâyelerine nazaran daha güvenilir bir bilgi kaynağı sağladılar. En yaygın olarak okunan ve kesinlikle Polo'nunkinden daha az etkili olmayan bir eser de, Sir John Mendeville'nin "Travels," iydi. Yazar eserinde tuhaf insanların (örneğin köpek başlı) hemen tamamen hayali hikâyelerinden ve Doğu'nun alışılmamış âdetlerinden söz ediyordu. Çok uzaktaki bilinmeyen denizlere açılma cesaretini gösteren ve dünyanın kenarından aşağıya düşen ya da "sıcak bölge"nin kaynayan denizlerinde mahvolan gemilere dair inanışlar da halkın fantezilerindeki yerini koruyordu. Bu tür korkular, soruşturmalar'ın ve pratik araştırmaların önünde güçlü bir engel oluşturuyordu. Fakat kayıp adaların varlığından Asya ya da Afrika'da Müslüman bölgelerinden ötede bir yerlerde hüküm süren güçlü Hıristiyan kralı Prester John'dan ve Batı'da Atlantis kıtasından söz eden başka fanteziler de vardı. Bunlar da gerçekçi olmamalarına karşın, 15. yüzyıl keşif seyahatlerinin gelişmesinde belli bir rol oynadılar.

Fanteziyle yan gerçeğin benzer bir karışımı, ortaçağ dönemi haritalarında da bulunmaktadır. Daha erken tarihli haritalarda, Hıristiyanlığın manevi merkezi olarak Kudüs, bilinen kıtalar kendi çevresinde simetrik şekilde dizilmiş halde dairevi bir dünyanın merkezinde görülmektedir. Bu mappae mundi (dünya haritaları), gemiciler ve seyyahlar için herhangi bir kullanım değeri taşımıyorlardı ve zaten böyle bir niyetle de hazırlanmamışlardı. Ptolemy'nin etkilediği daha geç tarihli haritalarda, Afrika'nın kuzey bölümüyle Asya'nın batı bölgeleri oldukça doğru olarak gösterilmekte; fakat Afrika'nın güneye doğru nasıl uzandığı ve Hint Okyanusu'nun karalarla kaplı bir deniz olup olmadığı belirsiz kalmaktadır. Bu haritalarda Amerika, Avustralya ve Pasifik'ten iz yoktu. Harita yapıcıları, Avrupa'nın Afrika ve Asya'nın iç bölgeleri hakkındaki cahilliğini, kendi uydurmaları olan nehirler ve dağlar çizerek telafi ettiler; hayali bilgiler eklediler ya da uzun süre önce ölmüş monarkları bu bölgelerde hâlâ iktidardaymış gibi gösterdiler.

Avrupa, bu bilgisizlik ve soyutlamada yalnız değildi. 1400'de dünya, aralarında çok az ilişki olan ya da hiçbir ilişki bulunmayan birçok farklı topluluklara ya da uygarlıklara bölünmüştü. Orta ve Güney Amerika halkları gibi bazı topluluklar, öteki kıtalardan tamamen kopuk durumdaydı. Çin ve Hindistan gibi büyük Asya uygarlıklarının daha geniş ticari ilişkileri vardı. Ancak bu ilişkiler, temel kültürel yalıtılmışlıklarını ve ekonomik açıdan kendi içlerine kapalılıklarını giderecek ölçüde değildi. Bu yalıtılmışlık bir dereceye kadar, denizler, çöller, sıradağlar ve sık ormanlar gibi bir dizi coğrafi engelden kaynaklanıyordu. Fakat farklı halkları ve bölgeleri daha büyük bölümler halinde birleştiren ulaşım, iletişim ve denetimin yokluğu bunu daha da güçlendiriyordu. Genellikle de, kara ve denizlerde uzun keşif seyahatlerini özendirme konusunda büyük bir merak eksikliği vardı.

Çin, bunun çarpıcı bir örneğiydi. 1400'de Çin'in denizcilik teknolojisi birçok bakımdan Avrupa'nınkine eşitti. Çin'in 1405 ve 1433 yıllan arasında güneydoğu Asya ile düzenli ticari ilişkileri vardı ve Amiral Cheng Ho yönetimi altında Sri Lanka ve Doğu Afrika'ya kadar uzanan seferler yapılıyordu. Bu sıralarda ya da daha erken bir tarihte, Çin gemileri Kuzey Avustralya'ya ve olasılıkla Kuzey Amerika'nın Pasifik kıyılarına kadar gittiler. Konfüçyüsçü Çin, kendisini kültürel ve politik olarak komşularından daha üstün tutuyor ve onları sadece Çin imparatorlarına haraç ödemeye yarayan barbarlar olarak görüyordu. Haraç ve servet ile Çin sarayı için eşyalar arama isteğinin, Cheng Ho'nun seyahatlerinde itici etken olduğu anlaşılıyor; yoksa dünyanın geri kalan kısmı hakkında Çin'in bilgisini artırmak ya da sürekli ticari ilişkiler içine girmek değil. Çin İmparatorluğunda ticaret ve tücarlar, Avrupa'da son derece önemli konumda bulunan tüccar sınıfına karşıt olarak, düşük bir statüye sahiptiler. Cheng Ho'nun seferlerinin arkası gelmedi ve Çin, Portekizliler'in tam Batı

Afrika sahillerinden aşağıya inmeye ve Hindistan'a bir Batı yolu aramaya başladıkları sırada tekrar kendi kabuğuna çekildi.

Arap ve Hintli müslüman tüccarlar, Hint Okyanusu'nda karmaşık ve yoğun bir ticaret sistemi kurmuşlardı. Fakat onlar etkinliklerini kârlı ve güvenli olduğu bilinen alanlarla sınırlı tutmaktan hoşnuttular. Arap gemicileri, daha önce Çin'le doğrudan ticaret yapmışlardı ama 1400'e kadar Endonezya adalarından daha doğuya girme cesaretini nadiren gösterebildiler. Güneybatıda ise Mozambik ve Madagaskar'dan öteye geçmediler. Zira daha ileri yolculuklarda tehlike riski artıyor ve ticari beklentiler gerçekleşecek gibi görünmüyordu. Benzer şekilde, Akdeniz'deki Arap gemiciler ve coğrafyacılar da Fas kıyılarından sonra, yolculuk yapılamayan ve gemileri parçalayan karanlık deniz Atlantik'in başladığına inanıyorlardı.

1400'ün Avrupası, belli bakımlardan özellikle yalıtılmış ve kendi içine kapalı kuşatma altında bir uygarlık görüntüsü veriyor, dolayısıyla bir keşifler ve yayılma çağına önderlik edecek gibi görünmüyordu. Kara Ölüm (The Black Death) adı verilen ve 1348 - 49'da bütün Avrupa'yı silip süpüren veba salgını, ekonomiyi tahrip etti ve nüfusun üçte birinin ya da daha fazlasının ölümüne neden oldu. Avrupa nüfusunun 14. yüzyılın ortasındaki düzeyine tekrar ulaşabilmesi için 200 yıldan fazla bir sürenin geçmesi gerekti. Avrupa ekonomisinin yeniden canlanması için 16. yüzyılda Amerika'nın maden zenginliğine talep ve gereksinim doğdu. Ayrıca iklim değişiklikleri de kuşatılmış bir Avrupa hissinin doğmasına katkıda bulundu. 8. ve 14. yüzyıllar arasında hüküm süren görece sıcak iklim koşullarında yerleşme ve tarım, kuzeyde ve batıda daha ileri gitmişti. Vikingler İzlanda'da, Grönland'da koloniler kurdular ve Amerika anakarasının kuzeydoğu kıyılarındaki Vinland'a ulaştılar. Fakat "Küçük Buz Çağı" olarak nitelendirilen daha soğuk koşullar bu genişlemeye son verdi. Arktik buzulların güneye doğru ilerlemesi, Vinland'a giden kuzey yolunu kesip, Grönland ve İzlanda ile ilişkiyi tehlikeye soktu.

Güney'de bir zamanlar Roma İmparatorluğu'nun kalbi olan Akdeniz, Hıristiyan Avrupa ve Müslüman komşuları arasında bölünmüştü. Batı'da, İberya yarımadasında doğan Portekiz ve İspanya devletleri, 8. yüzyılda bütün bölgeyi ele geçiren Müslümanları adım adım geri itmekte basan sağlamışlardı. 14OO'e kadar Müslümanların elinde sadece Granada (Kastilya Devleti'nin gerçek bir temsilcisi olarak) kalmıştı. O da 10 yıllık bir mücadeleden sonra 1492'de ele geçirildi. Fakat Müslüman güçleri sonunda kendi yarımadalarından sürmelerine rağmen Portekizliler ve Kastilyalılar haçlı seferlerini Cebelitarık Boğazı'nın ötesine ve Müslüman Kuzey Afrika'ya taşımakta daha büyük güçlüklerle karşılaştılar. Portekiz, Faslılara ait Ceuta Limanını, çoğu tarihçinin Keşifler Çağı'nın gerçek başlangıç tarihi olarak gördüğü 1415'te ele geçirdi. Fakat köprübaşı niteliğindeki bu mevzii genişletme doğrultusundaki girişimler, çok az bir başarı sağlayabildi. 1437'de Portekiz kuvvetleri Tan-ca'da kesin bir yenilgiye uğradı. Granada'nın fethinden sonra Kastilyalılar 1497'de Melilla'ya yerleştiler; fakat Kuzey Afrika'da daha ileriye gitme istekleri, önce yerel müs¬lümanların dirençlerinin etkili olması, daha sonra da Türklerin genişleyen gücü nedeniyle engellendi.

Akdeniz'in doğu ucunda Osmanlı Türkleri, 15. yüzyılda ve 16. yüzyılın başlarında açık bir yükseliş halindeydi. Bir zamanların kudretli imparatorluğu Bizans'tan geriye kalan son şehir Konstantinople, 1453'te Türkler tarafından fethedildi. 1516-17'de Türkler rakip Mısır ve Suriye hükümdarlarını, Memlukları yenilgiye uğrattılar ve kontrollerini Akdeniz'in güney kıyıları üzerinde genişlettiler. Türkler Balkanların içlerine doğru da ilerlediler; hatta 1529'da Viyana'yı tehdit ettiler. Orta Asya'dan gelen göçebe ve binici kökenli Türkler, Konstantinople düştüğünde Bizanslıların denizcilik mirasını devralıp Akdeniz sularında önemli bir güç haline geldiler. 1571'de, Yunanistan açıklarında Lepanto (İnebahtı) savaşında durdurulmalarına rağmen Türkler doğu Akdeniz'e kesin olarak yerleştiler.

Böylece Batı'da Fas'tan kıvrılarak doğu Akdeniz ve Levant (Yakın Doğu Ülkeleri) üzerinden doğuda Balkanlara ve Karadeniz'e uzanan İslamiyetin gücü, 15. ve 16. yüzyıllarda Hıristiyan Avrupa'yı etkin bir biçimde sınırlıyor ve onun Afrika ve Asya'nın yakın alanlarına doğru genişlemesinin doğal yollarını önlüyordu. Bu nedenle İslamiyetin sağlamlaşmış gücü, herhangi bir Avrupa keşif ve fetih çağının öncelikle Avrupa'nın yakın sınırlarının ötesine çarpıcı bir sıçrama yapmasını zorunlu hale getirdi.

Bununla birlikte, Avrupa'nın yalıtılmışlığını ve iç zorluklarını abartmak yanlış olur. Dini düşmanlıklara ve periyodik savaşlara rağmen, Hıristiyan Avrupa, İslam dünyasından çok şey öğrendi. Gerek Yunan bilim ve felsefesinin korunması, gerekse bilimsel ve tarımsal bilgi ve teknolojinin Hint ve Çin gibi uzak diyarlardan Avrupa'ya iletilmesi İslam dünyasının eseridir. Avrupa Keşifler Çağı'na bu İslamik - Asyalı katkısının önemi, bu kitapta daha sonra tartışılacak. İçsel bakımdan, 1000 - 1400 yıllan arasını kapsayan dönemde Avrupa'da, etkileri çok uzaklara ulaşan ekonomik ve teknolojik gelişmeler olmuştu.. Şiddetli Kara Ölüm engeline kadar önemli bir nüfus artışı gerçekleşmişti. Özellikle Kuzey Avrupa'da çiftçilik teknikleri geliştirilmiş ve bu teknikler tarımsal verimin büyümesine katkıda bulunmuştu. Kara ve deniz yoluyla yapılan ticarette genişleme olmuştu. Artan etkinlikler sadece Akdeniz'de değil, Baltık Denizi ile Kuzey Denizi'nde, Kuzey ve Güney Avrupa arasında da görülüyordu. Ticaretin ve gemiciliğin büyümesiyle, özellikle Kuzey İtalya'daki Pisa, Floransa, Cenova ve Venedik şehirlerinde bankacılık ve finans alanında da büyük ilerlemeler sağlandı. Avrupa ekonomisinin temelinde yatan canlılık ve onu daha fazla ticaret ve yeni kaynaklar ile beslemek için girişilen arayışlar, 15. ve 16. yüzyıllardaki Avrupa yayılımcılığının arkasındaki temel itici gücü yarattı. Bununla birlikte, bu hareketi yaratan oluşumlar, salt ekonomik olmayan faktörler tarafından da biçimlendiriliyordu.

KAYNAK: David Arnold. Coğrafi keşifler Tarihi. Çeviren: Osman Bahadır. Alan Yayınları. Nisan 1995, s. 5-8

Dünyadaki İlk Harddisk

Üretilen ilk ticari bilgisayar olan IBM’in 305 RAMAC (Random Access Method of Accounting and Control) IBM 350 isimli harddiski kullanıyordu. 50 adet 61 cm çapinda diskten oluşan bu harddisk toplam 5 mb kapasitesindeydi. 1 Ton dan daha agir olan 305 RAMAC, aylik 3.200$’dan 1957 yilinda kiralaniyordu. Satıs fiyatı ise 160.000$’dır. Ve 1961 yılına kadar toplam 1000 adet bu üründen üretilmiştir.

Tarih’te İlk Cep Telefonu

Martin Cooper cep telefonunu icad eden kişi… Kendisi ile yapılan röpörtajda cep telefonu yapma fikrinin ilk kabloya bağımlı kalmama isteğinden doğdunu anlatmıştır. Yani insanların nerede olursa olsun iletişim özgürlüğüne sahip olmaları gerekliliğinden yola çıkarak ilk kablosuz
sistemi yaratmıştır. 1973′te yaptığı ilk cep telefonu yaklaşık 1 kilo olunca, 10 senelik çalışma sonucu bunu yarısına indirmiş ve Motorola şirketiyle anlaşarak 1983′te 3,500 $ lık “DynaTAC”i piyasaya çıkarmıştır. imdilerde ise bu parayla bir düzine telefon alınabilir. Ayrıca günümüzde kablolu telefondan daha çok kullanılmaktadır cep telefonları.

Tarihte İlk Oyuncak

Tarihte ilk oyuncağın M.Ö. 5. yy da Mısır’da yapılan arkeolojik çalışmalar sonucu bulunduğu görülmüştür. Bu oyuncak ise çocukların tahtadan yaptıkları atlardan başka bir şey değildi.

Mısır’da misket ve topaç benzeri oyuncakların da bulunduğu bilinmekte. Mısırlıların oyuncak keşfindeki ilerleyişi medeniyet açısından gösterdikleri gelişme ile doğru orantılı olmasından gelmekte ve de çocuklara toplum içinde ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Firavun mezarlarında bebek oyuncakların da bulunması Mısırlıların gerçekten de oyuncak konusuna ne derece önem verdiğini göstermekte…

19 Nisan 2016 Salı

Orta Asyadan Söğüte

Kayı aşireti Moğol istilası nedeni ile kendine bir yurt bulmak için Horosanın Merv şehri yakınındaki Mahan bölgesinde Süleyman Şah komutasında anadoluya girdi.

Önce Ahlat Van Gölü civarında ikamet edip 1221 yılına doğru Erzincan'a ordadan da Halep'e geçtiler.Burada Süleyman Şah ölmüş aşiret başsızlaşmıştır.Süleyman Şahın dört
 oğlundan Sungur tigin ve Gündoğdu bey aşiretin çoğunu alarak Orta Asyaya(Ata yurda)geri döndü.(Orta Asyaya dönen kayıların akibeti ile ilgili bir şey bilinmiyor.)

Dündar Bey ve Ertuğrul Bey ve anaları Hayme Ana ile Sultan Alaaddin Keykubattan yurt istediler,ve Ankara yakınlarındaki Karacadağ yaylası verildi.O yıl moğol ordusu 
Sivasa doğru ilerlemekteydi.Ve nihayet Selçuklularla Moğollar cenke tutuştu.Ertuğrul Gazi bu harbi duyar duymaz kuvvetlerini alarak o tarafa gitti.Bir dağın eteğinde
 iki ordunu çarpıştığını seyrettiler.Bir taraf yenilmek üzere diğer taraf kazanmak üzere idi.Ertuğrul Gazi Alplerine dediki:Söyleyin koç yiğitler hangi tarafı tutalım  dedi. Bu soru üzerine Dündar Bey:Kazanan tarafa geçelim dedi.Onların zafer ganimetlerinden faydalanırız dedi.Ertuğrul kaşlarını çatarak:Türkün şanına anca mağlup 
olanlara yardım etmek düşer dedi.Kayı yiğitleri dağdan çığ gibi harp meydanına daldılar.Kılıçlar oynadı,oklar çekildi.Çok geçmeden galipler mağlup duruma geçtiler.

Kayıların bu yardımından Sultan Alaaddin çok memnun kaldı.Kayı aşiretinin beyi Ertuğrul Gaziyi tanıdı.Ertuğrul Gaziyi Bizans hududuna uçbeyi tayin etti.

Kayı aşiretine Söğüt kışlak,Domaniç yaylak olarak verildi.Ertuğrul Kayı aşiretini alarak Karacadağdan Söğüte geldi.Böylelikle Osmanlı kuruluş aşamasına girmiş oldu.
Ertuğrul Gazi ismindeki Gazi unvanı Allah yolunda savaşan anlamına gelmektedir.