Shih-chi’nin Hunlar ile ilgili bölümünün ilk satırlarında Hunların beslediği hayvan türleri ile ilgili bilgiler vardır. Hunlar eski zamanlardan beri, kuzeyin zaptolunmaz topraklarında, çiftlik hayvanlarının otlamalarını takip ederek dolaşırlardı. Onların hayvanlarının sayıca fazla olanları, at, sığır ve koyundu. Sayıca daha az olan hayvanları ise develer, katırlar, vahşi atlar ve eşeklerdir177. Bunların yanında Hunların
farklı türde katırlarının da olduğunu belirtmiştik. Onlar su ve çayır arayışı çerçevesinde hareket ederler178.
Hunların besledikleri hayvanların hepsi otçul ve iktisadi değeri yüksek olan hayvanlardır. Bu hayvanlardan elde edilen malların da iktisadi değeri yüksektir. Tabii bu yüksek değer, hayvanların ve onlardan elde edilen ürünlerin karşılığında, ticaret yolu ile alınan mallarla ölçülebiliyordu. Bu konuya Hun ticaretini incelediğimiz bölümümüzde değineceğiz.
Hayvan sürülerin idare eden çoban, hafife alınacak, küçümsenecek bir kimse değildir. Dolayısıyla, büyük hayvan sürülerini idare eden ve onlardan ekonomik değeri olan ürünler elde edilen kavimleri de medeniyetsiz, barbar olarak nitelemek, konunun derinliğini anlayamamaktan ileri gelir. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki çobanlık, hayvan beslemekle aynı şey değildir. Tarım yapan insanların da, avcı toplayıcı kavimlerin de hayvan besleme adetleri vardır. Ancak tarım ve avcı toplayıcı kavimlerin hayvan besleme biçimiyle çobanlık faaliyeti tamamen farklıdır. Büyük hayvan sürülerine sahip olan kavimlerin dışındaki kavimler, hayvanları sadece ekonomik faaliyetlerinde bir yardımcı veya besin kaynağı olarak kullanırlar ve bu hayvanların sayısı oldukça sınırlıdır. Fakat bu kavimlerde hayvan besleme tâli derecede olmasına ve hayatın esasını teşkil etmemesine karşılık, çobanların bütün ruhunu ve dünyaya karşı takındıkları tavrı, onların, ehlileştirilen ata, kocabaş hayvanlara ve koyun sürülerine bağlanmasına sebep olan münasebetler tayin etmektedir179. Çobanlık faaliyeti, temel ekonomik faaliyetleri farklı olan avcı toplayıcı, ziraatçi toplumlardan farklı olarak, toplumun karakteristik özelliklerine, kültürüne daha fazla etki etmektedir.
Bunun yanında avcı toplayıcı kavimler, avladıkları hayvanlara hurafe ile karışık bir korku ile baktıkları ve onu tabiat fevkindeki kuvvetlerin toplandığı bir mahlûk addettikleri halde, çobanın bakımlı sürüsü ile olan münasebetini, tamamen fayda ve mantık prensipleri tayin eder180. Avcı kavimlerin, avladıkları hayvanlara hurafe, korku karışımı bir his ile saygı duymalarına verilebilecek en güzel örnek, Kızılderililerin avladıkları bizonun başucunda uzun süre dua etmeleridir. Bu totemistik davranış, tamamen insanidir. Burada avcı kavimlerin geri bir medeniyet olduğu iddiasında değiliz. Sadece temel geçim kaynağı, farklı türlerde de olsa, hayvanlar olan kavimler arasındaki garkı ortaya koymaya çalışmaktayız. Tabii ki Kızılderililerin bu davranışı,
yaratıcıya şükür veya onların beslenmesi için ruhunu teslim eden hayvana saygı gibi farklı biçimlerde yorumlanabilir. Ancak avcı kavimlerin, avladıkları hayvanlarla aralarında duygusal bir bağ kurdukları gerçektir. Bozkır kavimleri de hayvanlarını severler, onu veren yaratıcıya kurbanlar vererek minnetlerini ifade ederler ancak onların temel prensibi, hayvan sayılarını artırmak ve hayvanlardan en yüksek iktisadi faydayı alabilmektir.
Uçsuz bucaksız ovalardaki dolaşma, bütün azametiyle göze çarpan gök kubbenin gözlenmesi, insanın dikkatini kâinatın yaratılışındaki, inceliğe, mükemmelliğe yöneltir. Biraz da bu nedenle çoban, ilahi kudreti ve tecelliyi eslediği hayvanda değil gök kubbede arar ve görür. Hunların ve diğer İslam öncesi Türk toplumlarında ve diğer bozkır milletlerinde, diğer kavimlerden farklı olarak özellikle Ay kültünün var olması, çobanın geceleri gök kubbeyi inceleyip, ilâhi kudreti müşahede etmesi sonucu ortaya çıkmış olabilir. Tabii yine, yüzeysel bakış açıları sonucu, her gördüğü değişik nesneyi Tanrı olarak addettiği düşünülen Türklerin Ay kültü de, Ay’a tapma olarak anlamlandırılmıştır. Bu yanlışlıklar ayrıca incelenmelidir. Dikkat çekici bir biçimde, temel ekonomik faaliyeti hayvancılık olan hemen hemen bütün bozkır kavimlerinde, Gök Tanrı dininin genel kabul gören din olması da, bozkır insanının ruh halinin, din seçiminde de büyük etkisi olduğunu gösterir.
Gök kubbe dışında da tabiatın tamamıyla iç içe olan bozkır insanı, yırtıcı hayvanlara da saygıyla bakar. Bozkır insanı baktığı beslediği ayvanların dışında kalan hayvanlarla da ilgilenir, onlara çeşitli anlamlar yükleyerek değer verir. Bozkır toplumlarının sanatlarında ve efsanelerinde mitik manalar ifade eden hayvan motifleri mühim bir yer işgal eder181. Hayvancılık yapan insan tabiatı gözlemler ve kendisine göre çıkarımlarda bulunur. Hun toplumunun büyük kısmı hayvancılıkla uğraştığından, yukarıda bahsettiğimiz sosyal ve kültürel sonuçlar, toplumun tamamını kolayca etkiler ve yayılır. İşte böylece bozkır kültürü şekillenmeye başlar.
İktisadi faaliyetlerin amacı, ortaya, ekonomik değeri olan bir mal veya hizmet çıkarabilmektir. Bu amaçla yapılan faaliyetlere üretim denir. Üretim yapmak, her zaman, her koşulda hep zor olmuştur. Tarım ürünü üretmenin de, sanayi ürünü üretmenin de, hayvansal ürünler üretmenin de kendi içinde zorlukları vardır. Üretimin tamamlanmasıyla ekonomik kazanç sağlanamaz. Yani yapılması gerekenler henüz bitmemiştir. Ürün veya hizmetin tüketiciye ulaştırılması ve tüketilmesi, yani satılması
gerekir. Buradan itibaren pazarlama ve satış faaliyeti başlar. İşte bu noktada, hayvansal ürünlerin pazarlanması ve değerlendirilmesinde, diğer ürün gruplarına zor tarafları ortaya çıkar. Çünkü bu ürünlerin kısa sürede tüketiciye ulaşması ve tüketilmesi gerekir. Aksi takdirde ürünler bozulur ve emek ile sermaye heba olur. Bozkır ekonomisinin en kırılgan noktasını bu durum oluşturur.
İşte bu nedenle bozkır yöneticileri, daha güvensiz, daha istikrarsız bir pozisyondaydı. Çayırlardan gelen zenginlik depolanamıyordu. Hayvanlar mevcut çayır ve sulardan faydalanabilmek için sürekli yayılmalıydı. Ayrıca sürekli itinalı bakım isterlerdi ve sonunda ölürlerdi. Yönetici veya varlıklı kişi, büyük miktarda hayvan sahibi olsa bile, bu varlığı bir gecede, bir fırtına, tipi ya da hırsızlık sonucu yok olabilirdi. Bununla beraber, hayvanlar daha istikrarlı ve çok çeşitli ürünlere kolayca ve hızlı bir şekilde çevrilemediğinden ve yönetici faydalı bir şekilde yıllık vergilendirme ile meşgul olamadığından, lider ve toplumu, acil ihtiyaçlarını karşılamak için kuralsız bir zorla almaya güvenmek zorunda kalıyordu182. Hunların sürekli Çin sınırına yağma akınları yapmalarının en önemli sebebi budur. Hunlar en zayıf dönemlerinde bile bu akınlardan vazgeçmemişlerdir.
Bahsettiklerimizin yanında, hayvanların, yani en önemli üretim faktörünün verimliliği ve nihayetinde ölmesi de Hunları sarsabilen bir etkendir. Süt hayvanları, ömürleri boyunca aynı verimle süt vermezler. Veya bir binek hayvanı, örneğin at, hayatının her döneminde aynı güce sahip değildir. Süt veren hayvanların gebelik dönemlerinde sütten kesilmesi önceden kestirilebilir bir durumdur ancak bir hayvanın ani ölümü, önemli bir ekonomik kayıptır. Hunlar soğuk bölgelerde kalmak zorunda kaldıklarında, çok sert kış koşullarına maruz kalmış ve neredeyse milyonlarca hayvanlarını kaybetmişlerdir. Bu ve benzeri durumlar, Hun ekonomisinde ağır yaralar açmıştır. Çünkü kaybedilen hayvanların yerine konması, hele de ordu zayıfsa ve yağma yapamıyor, ganimet toplayamıyorsa, uzun yıllar almaktadır.
Bozkır ekonomisinin bu durumunu yerleşik tarım toplumunun iktisadi düzeni ile karşılaştırdığımızda, tarım toplumunun daha dengeli olduğunu görmekteyiz. Tarım toplumunun en önemli üretim faktörü topraktır. Toprak, Hunların çiftlik hayvanları gibi ölmez. Verimi, inişli çıkışlı bir seyir izleyebilir ancak iklim, yağış durumu, tohumların yapısı gibi tarım toplumunun diğer değişkenlerine bağlı olarak, alınacak hasatla ilgili
önceden tahmin yapılabilir. Toprağın ürün vermemesi olağan üstü şartlar haricinde, çiftçinin insiyatifine bağlıdır. Çiftçi sadece toprağını nadasa bıraktığı yıl ürün alamaz ve bu durum önceden planlandığı için, bir sorun teşkil etmez. Ayrıca nadas, gelecek yıllarda, topraktan daha iyi verim alabilmek için yapılan bir uygulamadır. Yani getirisi vardır. Tarım toplumlarının, üretim alanında hayvancılık yapan kavimlerden en büyük farkı, ürettiği ürünlerin depolanabilmesidir. Tarım ürünleri, işlenmezlerse, ham halleriyle, uygun depolama şartlarında, uzun yıllar depolanabilir. Hayvansal ürünlerde, bu mümkün değildir. Kaldı ki Hunlar, hareketli yapıları nedeniyle, ürettikleri tarım ürünleri için bile büyük depolar yapamamışlardır. Hunlarda tahıl deposu yoktur denemez ancak büyük depolar başıboş bırakılamadığından her zaman korunmaya muhtaçtı. Bu da sürekli aynı yerde bulunmak demek oluyordu ve tabii ki büyük tahıl depoları kurmak Hunların yapısına uymuyordu.
Bunlardan başka Çin’in ürettiği tarım ürünlerinden daha değerli bir ürünü vardı: İpek. Çinliler, ticaret bölümümüzde önemine değineceğimiz gibi ipek karşılığında istedikleri hemen her şeyi alabilmişlerdir. İpek, bir anlamda, uluslar arası ticarette Çin’in parası gibiydi. Böylece tarım sektörünü destekleyen, orada oluşabilecek zararları karşılayabilen bir yapısı vardı.
Hayvancılık Hunların en temel faaliyetidir. Hayvancılık da kendi içinde hayvan türlerine göre farklılık gösterir. Şimdi ayrı ayrı özellikleri ve önemleri üzerinde duracağımız hayvanlar arasında bulunan at da tıpkı Çin’in ipeği gibi, Hunlara has ve çok değerli bir üründü.
DİPNOTLAR:
Lattimore Owen., Inner Asian Frontiers Of China, s. 67 SC, Nienhasuer W., Grand Scribe ’s, Vol IX, Part II, s. 238
178 SC, Nienhasuer W., Grand Scribe’s, Vol IX, Part II, s. 239
179 Deer Jozsef, İstep Kültürü, s. 27
180 Deer Jozsef, İstep Kültürü, s. 27
181 Deer Jozsef, İstep Kültürü, s. 28
Barfield Thomas J. The Hsiung-nu Confederacy: Organization and Foreign Policy, The Journal Of Asian Studies, Vol: 41, No:1, November 1981, s. 45-61
KAYNAK: Asya Hunları’nda İktisadi Hayat. Murat Öztürk. F.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı. Doktora Tezi. Elazığ 2013. s. 78-82
13 Nisan 2016 Çarşamba
Hunlarda At
At yaradılışı itibariyle, diğer hayvanlara fazla benzemeyen bir hayvandır. Fizik olarak az da olsa ata benzeyen eşek, katır gibi hayvanlar olsa da, bu hayvanlar hiçbir zaman atın yerini tutamamışlardır. Daha çok dayanıklılığı sebebiyle ticaret kervanlarında tercih edilen deve, hiçbir zaman bir at kadar hızlı ve güçlü olamaz. At, dayanıklılık konusunda deveyle boy ölçüşebilir ancak atın diğer özelliklerinin hiç biri devede bulunmaz. Benzer şekilde, atın bir melez türü olan katır çok güçlüdür. Özellikle sarp arazilerde yük taşımacılığı için kullanılır. Ancak bir at kadar hızlı olamaz. At, en az katır kadar güçlüdür, bunun yanında daha hızlı ve daha dayanıklıdır. Kısacası at, ticari
ve askeri faaliyetlerin gerçekleştirilebilmesi için gerekli pek çok özelliği, bünyesinde barındıran bir hayvandır.
At, bütün özellikleriyle gerçekten özel bir hayvandır. Atın apayrı bir hayvan olduğunun en önemli göstergelerinden biri İslam dininin kutsal kitabı, Kur’an-Kerim’de, kendisinden övgüyle bahsedilmesi ve atların üzerine Allah (C.C.)’ın and içmesi, yemin etmesidir. Âdiyât Suresi 1-6. ayetlerde, Soluk soluğa süratle koşan, koşarken ayaklarını vurarak ateş çıkaran, sabah erkenden baskın yapan, orada tozu dumana katan ve düşman topluluğunun ortasına dalan atlara andolsun ki, insan gerçekten rabbine karşı pek nankördür183. Kur’an- Kerim’de pek çok yerde andolsun ki, ifadesi geçer. Ancak bu ifadelerle yemin eden Yüce Allah’ın, kutsal kitabında, başka bir hayvan üzerine and içtiği görülmemektedir. Bu yönüyle atın, bütün özelliklerine ilaveten, Allah katında kutsiyete de sahip olduğu açıkça ifade edilmiştir. Elbette bütün canlılar kutsaldır ve ilahi kudretin bir tecellisidir ancak at, sadakatten, güce kadar pek çok farklı özelliğe sahip olduğu için, kutsal metinlerde yer almış ve daha da önemlisi Yüce Allah’ın üzerine yemin ettiği bir hayvan olmuştur. Yukarıda verdiğimiz ayetlerin ana fikri, vermek istediği mesaj, genel olarak insan türünün, zaman zaman kendisini yaratana, verdiği nimetler için şükür etmemesi, O’nun varlığını akıldan çıkarması veya O’nu hiç tanımaması ve varlığın kabul etmemesidir. Burada, en başta savaşların en önemli unsuru olması ve insana faydalı olan diğer özellikleri sebebiyle atların üzerine yemin edilmektedir. Yeminin amacı, böylesine yararları bulunan ve insanların en çok sevdiği mallardan olan atları, onlara bağışlayanın Allah olduğuna işaret etmek ve sonraki ayetlerdeki mesajlara dikkat çekmektir184. Âdiyât, koşan atlar anlamına gelmektedir ve atların, Kur’an-ı Kerim gibi bir kutsal metinde, bir sureye isim vermeleri, onların diğer hayvanlardan daha fazla özelliğe sahip olduğunu ve insan için çok faydalı ve değerli olduğunu gösterir. Tabii ki bu düşüncemiz, İslam dinine inananlara ve Kur’an-ı Kerim’i bir kutsal kitap olarak kabul edenlere yöneliktir.
İnsanlığın gelişimi için önemli bir araç olan atın ilk olarak kimler tarafından evcilleştirildiği hep tartışılan bir konu olmuştur. Bu konuda bilim adamları sanki bir yarış içinde gibidir. Avrupalı bilim adamları atı ilk evcilleştirenlerin Avrupalılar olduğunu, Çinliler atı ilk evcilleştirenlerin, kendi ataları olduğunu, Türk tarihçiler ise atı
ilk olarak Orta Asya Türklerinin evcilleştirdiğini iddia etmişlerdir. Ancak evcilleştirme konusunda tartışmalar olsa da atı en iyi kullananların Türk ve Moğol kavimleri olduğu aşikârdır. Kuzey Amerika’da yapılan kazı çalışmalarıyla, 35 milyon yıl öncesine kadar giden ve günümüzdeki atlara benzeyen hayvan fosilleri bulunmuştur. Fosilleri bulunan hayvanın dişleri, otla benzeyen atın dişlerine oldukça benzemektedir185. Bu tarihte Dünya’da milyonlarca otlayan ata yetecek kadar çayır yoktu. Bu nedenle otlayan atların gelişimi, Avrasya ve Kuzey Amerika’daki geniş düzlüklerde ve bozkırlarda görülen çevresel değişime ayak uydurarak ilerlemiştir186. Bu değişim, bu sahalarda çayırların artmasıdır. Bu sayede hem at sayıları çoğalmış hem de at türü çeşitliliği artmıştır. Stanley J. Olsen, atıf yaptığımız makalesinde, ilk atların Kuzey Amerika’da bulunduğunu ve Bering Boğazı’ndan Asya geçtiklerini ileri sürer. Bu görüş doğru olabilir ancak bunun aksi yönde bir görüş ileri sürmek de kolaydır. Bu atlar Asya’dan da aynı yolla Kuzey Amerika’ya gitmiş olabilirler. Bu tip detayların ispatı pek mümkün değildir. Bugünkü Moğolistan’da, yani Hun topraklarında çok sayıda midilli benzeri at fosili bulunduğu bilgisi de yine Olsen’in makalesinde mevcuttur. At bir şekilde Dünya’nın herhangi bir bölgesinde ortaya çıkmıştır. Bunun neresi olduğunun çok önemi yoktur. Ancak yüksek sayıda at nüfusu, ancak geniş çayırların bulunduğu bozkırlarda yaşayabilir. Hun coğrafyası da atların yaşaması için Dünya’da bulunan en uygun yerlerden biridir. Atın evcilleştirilmesi konusunda, pek çok tarihçi, antropolog ve arkeolog, atın insanlar tarafından ilk olarak Doğu ve Kuzeydoğu Asya’da kullanıldığı konusunda hemfikirdirler. Zaman konusunda da insanların M.Ö. 2000’den çok daha önce ata bindikleri düşünülmektedir187.
Bunun yanında çobanlık yapan konargöçer kavimlerin mutlaka ama mutlaka ata binmeleri ve atı iyi kullanmaları gerekir. Çobanlığın ortaya çıkışı kesin olarak tarihlenememektedir. M.Ö. 3000’den önce çoban yaşamı sürdürenlerin sayısı olasılıkla pek fazla değildi. Bu tarihten çok sonra bile bozkırda çobanlık yaşamına tam bir uyum görülmez. Örneğin at sırtına binmek gibi basit teknikler, belki eyer üzerinde yaşam, ürkmeden insanların sırtına binmesine izin verecek türden atların yetiştirilmesine ve ilk girişimlerinde, hayvanın kendisini sırtından fırlatmasıyla yere hoş olmayan bir düşüş yapsa bile denemelerini sürdüren kişileri gerektirdiği için, M.Ö. 900’den sonraya kadar
yaygınlaşamadı188. Atın evcilleştirilmesi süreci düşünüldüğünde bu görüşlere katılmaktayız ancak burada McNeill’in çobanlığın ortaya çıkışı ve atın bu kavimler tarafından yaygın bir şekilde kullanılmaya başlangıcı olarak verdiği tarihler arasında 2100 yıl gibi çok uzun bir süre vardır. Atın tam olarak kullanımının öğrenilmesinin bu derece uzun süreceğini düşünmemekteyiz. Çünkü bir bozkır kavimi, göçlerde, hayvan sürülerini kontrolde ata çok ihtiyaç duyar. Bu nedenle M.Ö. 900, bu tür faaliyetlerin başlaması için çok ileri bir tarihtir. İddialı bir şekilde at şu tarihte, şu kavim tarafından evcilleştirilmiştir demekten kaçınmak en doğrusudur. Fakat göç ve ekonomik faaliyetler bir yana, çalışmamızın birinci bölümünde Jung ve Ti adı verilen kavimlerin, M.Ö. 14. yüzyılda kuzey bozkırlarından gelerek Kral Tan-fu’ ya saldırdıklarını gördük189. Bu saldırı kaynaklarda açık bir biçimde anlatılan, iyi organize olmuş bir saldırıdır. Öyle ki kral yenilmiş ve kaçmıştır. Biz bu tarihte kuzeyli bozkır topluluklarının ki bu kavimlerin Hunlar ile Moğollar olduğunu da gördük, sistemli ordulara sahip olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Her zaman ordularında atlı süvarilere sahip olan bozkır kavimlerinin bu savaşta da at kullandıkları şüphe götürmez bir gerçektir. Çünkü hızla gelmiş, savaşı kazanmış, Çin topraklarını yağmalamış ve geri dönmüşlerdir. Ti’lerin kim olduklarını da yine birinci bölümde tartıştık. Böylece Ti ordusunun, ilerleyen yıllarda daha net bir biçimde görebildiğimiz Türk ordusundan başkası olmadığı açıktır. Shih-chi 110’da ve Han-shu’da, ilerleyen yıllarda kuzeyli Jung ve Ti’ler ile yapılan savaşlardan uzun uzun bahsetmektedir. Bu nedenlerle bozkır kavimlerinin M.Ö. 900’den önce atlara tam olarak hükmetmediği düşüncesi pek doğru görülememektedir. Ancak bu yanlışlık dâhi McNeill’in eserinin başarısına gölge düşürememektedir.
Türklerde at ve atın kullanımı ile ilgili en fazla ve isabetli çalışmayı Prof. Eberhard’ın yaptığını düşünmekteyiz. Ülkü Dergisi Ekim 1940 sayısında yayınladığı Çin Kaynaklarına Göre Orta Asya’daki At Cinsleri ve Beygir Yetiştirme Hakkında Malumat ve yine Ülkü Dergisi’nin, Mayıs 1940 sayısında yayınladığı Çin Kaynaklarına Göre Türkler ve Komşularında Spor adlı makaleleri Türklerde atın ne zaman kullanılmaya başlandığı konusunda değerli bilgiler içermektedir. Eberhard190, at cinsleri konulu makalesinde, Çin kaynaklarının atı ilk ehlileştirenlerin kim olduğu sorusuna net bir cevap vermediğini belirtir ancak Eberhard da, yukarıda belirttiğimiz nedenler ve
bilgilerden hareketle, Türklerin Çinlilerden önce at kullanmaya başladıklarını söylemenin mümkün olabileceğini belirtir. Bunun yanında Türklerde at yarışlarının yapıldığını da görüyoruz. Bu yarışlar daha çok dini mahiyettedir. Batı kavimlerinde at yarışları daha dini bir anlam taşıdığı sıralarda, Çin’de kibar bir spor halini almıştır191. Sonuç olarak biz atın ilk olarak Orta ve Doğu Asya’daki bozkır kavimleri tarafından evcilleştirildiğini iddia etmiyoruz. Çünkü tarihini çok iyi bilmediğimiz, belki de yok olup gitmiş bir kavim atı onlardan daha önce evcilleştirmiş olabilir. Bu konuda kesin ifadelerden kaçınmak gerekir. Atın kimler tarafından ne kadar etkili kullanıldığı konusunu, evcilleştirmeden daha önemli bulmaktayız. Türklerin ve Moğolların atı çok etkin bir biçimde kullandıkları görülmektedir. Özellikle konumuz olan Hunlar attan çok yönlü olarak faydalanmışlardır.
At özellikle sanayi devriminden önce, binlerce yıl boyunca insanın en önemli ulaşım aracı olmuştur. Sanayi devrimiyle buhar makinesinin bulunması ve ulaşımda makineleşmenin başlamasıyla at, bu önemini bir nebze de olsun yitirmiştir. Ancak uzun yıllar tarihte, belirleyici rol oynamıştır. Makineleşme başlamadan evvel, binlerce yıl boyunca, çok sayıda kullanışlı ata sahip olan ve bu atları, özellikle yeni yurtları keşfetmek ve oralarda fetihler yapmak için kullanan toplumlar, tarihe yön veren toplumlar olmuştur. Bir Kazak yazar, biz atlarımızı yedik, olduğumuz yerde kaldık, Oğuzlar ise atlarına binip uzak diyarları fethettiler, diyerek bu cümlesiyle çok sayıda atı olan ve bu atları iyi kullanan toplulukların diğerlerinden nasıl farklılaştığını, nasıl fetheden ve tarihe yön veren devletler haline geldiklerini çok güzel özetlemiştir. Sanayi devrimi öncesinde büyük fetihler yapan devletlerin hepsi iyi atlara ve bu atları iyi kullanan süvarilere sahip devletlerdir. Çin ne kadar güçlenirse güçlensin hiçbir zaman büyük fetihler yapan, sürekli sınırlarını genişleten bir devlet olamamıştır. Nitekim birinci bölümde güçlü ve dirayetli Han İmparatoru Wu-ti’nin askeri faaliyetlerinden bahsettik ve bu dönemdeki ciddi güçlenmeye rağmen Wu-ti, savunma duvarları ve gözetleme kuleleri yaptırmaya devam etmiştir. Han Devleti, en güçlü çağında bile, yine çoğunlukla savunmada kalmıştır. Hun topraklarına yapılan birkaç taarruzda ise istenen sonuç bir türlü alınamamıştır. Çünkü çoğunluğu yaya askerlerden oluşan Çin ordusu için bu mesafe çok uzundu ve bu yolculuklar orduyu yıpratmakla beraber, ikmal ve iaşe probleminin süvari ağırlıklı bir orduya göre daha fazla hissedilmesini sebep oluyordu.
At ve süvari problemi nedeniyle Çin, hiçbir zaman uzak ülkeleri kesin olarak fethedememiştir. İşte bu nedenlerle imparator Wu-ti efsanevi kan terleyen atları alabilmek için, Fergana’ya sefer düzenlemiştir. Çinlilerin Fergana’ya yaptıkları bu sefer asla gösteriş veya debdebe uğruna yapılmış bir sefer niteliği taşımıyordu. Çin sık sık sınırlarına dayanan küçük atların üzerine binmiş muhteşem Hun okçularına karşı mücadele etmekte büyük zahmet çekiyordu. Aynı atların üzerine binen ve o kadar iyi süvari olmayan ve sayıca da az olan Çinliler, düşmanlarına nazaran daha zayıf kalabiliyorlardı. Hâlbuki komşu Soğdak ülkesinde olduğu gibi, Fergana’da da daha iri bir at türü bulunuyordu. Çinliler süvari kuvvetlerinin bir kısmını bu atlara bindirerek Hun atlılarına üstün gelebilecekleri düşüncesine kapılmışlardır. Bu amaçla Fergana’ya sefer düzenlemişlerdir192. Fergana seferinden 3000 atla dönülmüş ancak bu kazanç Çin ordusunda istenen değişimi yaratamamıştır. Çünkü Hunların at sayısı çok daha fazla idi ve Hun süvarileri Çinli meslektaşlarına göre çok daha maharetlilerdi. İşte atın sayıca çokluğu ve ustaca kullanımı, Hun ve Çin ordularının, yani; büyük fetihler yapabilen, tarihi dönemler boyunca rahatlıkla yurt, coğrafya değiştirebilen toplumlar ile binlerce yıl aynı coğrafyada yaşayan ve süvari ağırlıklı ordular karşısında fazla şansı olmayan, piyade ağırlıklı orduya sahip toplumlar arasındaki farklılaşmasının önemli sebeplerinden biridir. Bu farklılaşma nedeniyle imparator Wu-ti, Fergana’nın kan terleyen atlarının peşine düşmüştür.
Atın becerikli süvariler tarafından kullanılarak, binicisiyle beraber önemli bir savaş haline gelmesini süvari devrimi olarak adlandırırsak, mübalağa etmiş olmayız. Çünkü askeri eylem sırasında ata binmiş bir okçunun ok atabilmesi için, her iki elinin de serbest olması zorunludur. Atın hareketinde beklenmeyen herhangi bir değişme, biniciyi, atın sırtından düşmanın ayağının altına düşme tehlikesiyle karşı karşıya bırakır. Savaş arabalarında bu sorun, arabayı sürme işi bir adama, ok atma işi bir başka adama verilerek çözüldü. Süvari, bu iki işi de tek başına yapmak zorundaydı. Bu iki kişi arasında bir işbölümü değil, gövdenin atı denetleyen belden aşağısıyla, okla yayı kullanan belden yukarısı arasında yapılan bir işbölümünü gerektirdi. Bu koşullarda, ancak hem binicinin hem de atın uzun bir alışkanlık edinme döneminden geçmeleriyle ata binmeyi tehlikesiz kılacak güvenilir bir eşgüdüm sağlanabilirdi193. İşte bu
nedenlerle, atın ilk evcilleştirilmesi ile süvariler tarafından etkin bir biçimde kullanılması arasında uzun yıllar olmasına şaşırmamak gerekir. Hun süvarilerinin farkı işte bu şekilde ortaya çıkmıştır. Atlı arabalara, diğer medeniyetlere göre ordularında daha fazla yer veren Çin ordusunda iki kişinin yaptığı işi, Hun ordusunda bir kişi yapmaktadır. Ayrıca arkasında bir arabayı ve arabanın üzerindeki iki kişiyi çekmek zorunda kalan at ile üzerinde sadece bir okçu taşıyan bir atın hızı, haliyle aynı olmayacaktır. Çinliler bazı savaş arabalarına çift at koşmuş olsalar bile, tek süvarinin hızına asla yetişememişlerdir. Ayrıca bu sistemde de bir Çin süvarisi iki at kullanırken, Hun süvarisi tek at kullanıyordu. Kısacası süvari sistemi arabalı sisteme göre çok daha verimli ve dolayısıyla çok daha etkili bir sitemdir. İşte öncelikle piyade ve piyadelerden sonra çok sayıda savaş arabasına194 sahip olan Çin ordusu ile Hun ordusu arasındaki fark, atın kullanımına dayanmaktadır.
Ellerinde yaylarıyla at sırtına binen tüm bozkır kavimleri üyeleri, ne kadar iyi örgütlenmiş ve disiplinli olurlarsa olsunlar hiçbir piyade ordusunun ulaşamayacağı bir hareketliliğe ve vurucu güce sahip oldular. Bozkırlardan yapılan vur kaç akınları, kervanlara saldırmalar ve köyleri yakmalar, tehlikesiz ve kolay duruma geldi. Bu tür akınlara gene, ancak aynı derecede hareketli, disiplinli ya da daha kalabalık bir süvari gücü durdurabilirdi. Yeterince otlak bulunmadığı için, anayurtları at yetiştirmeye elverişli olmayan Asurlular, Anadolu’da bunu sağlayamadılar. Bu nedenle at, yöneticilerin ve soyluların sahip olmakla onur duydukları, ama sıradan Asurluların edinemeyecekleri kadar az bir hayvan olarak kaldı195. McNeill’in eserinde, M.Ö. 1700-500 Arasında Ortadoğu’da Kozmopolitlik adlı bölümünde yaptığı bu değerlendirme, aynen Hun çağındaki Çin için de geçerlidir. İlginçtir ki, yerleşik Asurlular, at besleyen İskitler ve Kimmerler’in öncülüğündeki ittifak ile yıkılmışlardır.
Tarım toplumu olması sebebiyle, tıpkı Asurlular gibi, yeteri kadar otlak sahibi olamayan Çin, Hunlar gibi milyonlarca ata sahip olamamıştır. Burada koskoca Çin’in topraklarında at besleyecek çayır mı yoktu gibi bir soru akla gelebilir. Ancak Çin her zaman geniş sınırlara sahip olamamıştır. Tarih boyunca Çin’in büyüklüğü çok değişmiştir; bu devlet bazen bütün Türkistan ve Moğolistan’ı ihtiva etmiş, bazen de S
Irmak bölgesinde ufak bir devlet olmuştur196. Bunun yanında bir tarım toplumu olan Çin, Hunlardan çayır olarak aldıkları bölgeleri hemen tarım arazisi haline getirerek, oraya tımarlar yerleştiriyor ve böylece sınırlarını Hunlara karşı korumaya çalışıyordu. Yani Hunlar için çayır olan bir bölge, Çin için ziraat sahasıydı.
Kaldı ki, at yetiştiriciliği Çin’in yaşam şeklinden çok daha farklı bir sisteme ihtiyaç duyar. Buna ilerleyen satırlarda değineceğiz. İşte az sayıda ata sahip olan ve bu atlar da aynen Asurlular’daki gibi yönetici ve soyluların elinde bir gösteriş aracı olmaktan öteye gidemediğinden Çin, sürekli ata ihtiyaç duymuş ve bu noktada Hunlara bağımlı hale gelmiştir. Bu duruma ve at ticaretine, ticaret bölümümüzde değineceğiz. Wu-ti döneminde, farklı bölgelerden at getirilmesi ile oluşturulan süvari orduları ve alınan savunma tedbirleri, Hunları Çin’den uzaklaştırmada bir derece de olsa etkili olmuştur. Ancak unutulmamalıdır ki, Hunların güçsüzleşmelerinin temel sebebi, Çin’in askeri başarısı değil; özellikle Çin etkisi ile Hunların, idari sistemlerinde yaşadıkları sıkıntılar ve kıtlık problemidir. Çin ordusu Hunları yok edememiş, sadece kendi sınırlarından uzaklaştırabilmiştir.
Bunun yanında ordu ile başlayan bu farklılaşmanın, kültürün tamamı üzerinde de etkili olarak, bozkır toplumları ile tarım toplumları arasındaki ayrışmayı da etkilediği görülmektedir. Orta ve Doğu Asya tarihinde en çok tartışılan, üzerinde fikir yürütülen konulardan biri, Çin ile bozkır topluluklarının yakın sayılabilecek coğrafyalarda, biri birinden nasıl bu kadar farklılaştığıdır. Bu farklılığın elbette pek çok nedeni vardır ancak tarihin bu fevkalade önemli aşaması, savaş arabaları ve atlı yük arabalarına koşulmak için ahırda beslenen atlar ile; savaş, göç ve gıda üretimi (at eti ve kısrak sütü) amacıyla çayırlarda beslenen atların kullanımındaki teknik farklılığı akla getirmektedir. Başka bir deyişle, koşulan atlar ile binilen atlar arasındaki farktır akla gelen197. Burada at, Hunların hayatının, kültürünün tam merkez noktasındadır. İktisadi faaliyetlerin pek çoğu ata bağımlıdır ve aynı zamanda at, ticari ve stratejik değeri olan bir maldır. Bu nedenle sayıca fazla olması icap etmiştir. Çayır atları, samanları ve arpaları önlerine getirilen ahır atlarından daha hafif, daha kolay işler yapıyor olabilirler. O nedenle, öncelikli olarak geniş çayırlara ihtiyaç duyulmasına sebep olan ve insanların çiftlik hayvanları ile bu geniş çayırlar arasında gidip gelmelerini mümkün hale getirecek bir
sosyal düzeni gerektiren bozkır sistemi içerisinde, çok yüksek sayıda ata ihtiyaç duyulmaktadır198.
Hunların çok sayıda, hatta milyonlarca ata sahip olduklarını biliyoruz. Shan-yü Ch’ieh-t’e-hou döneminde ( M.Ö. 101-M.Ö. 96), Çin imparatoru Wu-ti’nin Hunlara karşı büyük bir ordu hazırlarken, Hun ülkesine Su-wu adlı bir elçi göndermiştir. Elçinin amacı, savaşmadan Hunları Çin’e bağlamaktı. Su-wu ile daha önceden Hunlara iltica etmiş ve Hun ordusunda da Çin’de olduğu gibi general olan, Wei-lü arasındaki görüşmede, Wei-lü’nün konuşmasında Hunların sahip olduğu at sayısının çokluğu ile ilgili ifadeler vardır. Bu konuşmada Wei-lü; Ey Su-wu! Ben daha önce Çin’e hizmet etmiştim. Ondan sonra da Hunlara döndüm. Bundan sonra burada çok iyi ağırlandım. Lütuf gördüm. Bana bey ünvanı verildi. Ayrıca birkaç on bin köle, bir dağ dolusu at ve diğer başka hayvanlar verildi. Bunun için ben şu anda çok zengin ve rahatım. Su-wu sen bugün teslim olursan yarın sen de böyle olursun. Yoksa cesedin çayırlara boşu boşuna gübre olur. Ayrıca kim senin ne olduğunu bilecek?199, demiştir. Bu konuşma kısa olsa da, çok değerli bilgiler içermektedir. Öncelikle, Hunlara iltica eden bir generale, Çin’deki mevkisinin aynen verildiğini görüyoruz. Bunun yanında kendisine çok sayıda at ve diğer hayvanlardan verilmiştir. Ağırlıklı olarak ekonomisi hayvancılığa dayanan Hun toplumunda çok sayıda hayvan; özellikle at sahibi olmak, haliyle zenginliğin, varlıklı olmanın bir göstergesidir. General bu sayede çok zengin olduğunu belirtmiştir. Çin’de Hunlardaki kadar fazla sayıda at olmamasının üzerine, dağ dolusu at gibi mübalağalı bir ifade ekleyen generalin, Su-wu’yu etkilemeye çalıştığını sezinlemekteyiz. Ancak ne olursa olsun, bu ifadeden generalin çok fazla sayıda atı olduğu anlaşılmaktadır. Abartılı bir ifade kullanılmış olsa da, sonuçta üç beş ata sahip biri de, bu şekilde sayı belirtmez. Bu ifadelerden Hunlarda, bir generalin şahsına, birkaç bin at verilebildiği görülmektedir. Böylece at sayısının fazlalığı biraz daha iyi anlaşılabilir. Hunların en çok kullandığı at cinsi ise, midilliye benzer bir türdü. Omuzbaşı yüksekliği 1.30 metre, ağırlığı erkeklerde üç yüz elli kilo, dişilerde üç yüz kilo civarındadır. Kanaatkâr, dayanıklı, sağlam yapılı bu hayvan her yerde ve her durumda her şeyle beslenebilirdi, hatta kar altında bile yemek için ot bulabilir, dağa kolay tırmanır, gerekli olduğunda günde 100 kilometre yol alabilirdi200. Bu tür,
Hunların en fazla sayıda sahip olduğu türdü. Hunlar melezlemeyi iyi bilirlerdi ve melezleme yoluyla elde ettikleri başka türde atları da vardı.
Hunların çok sayıda, belki milyonlarca ata sahip olduğu bilgisini aklımızda tutarak, atın insan kontrolü altında doğal yaşam koşullarını göz önüne getirdiğimizde, Hunların çok geniş bir coğrafyaya yayılmış olmalarının sebeplerini daha iyi anlamak mümkündür. Bugün iyi cins atlar, hara denilen çok geniş, yeşil alanlarda yetiştirilmektedir. Hunların sahip oldukları atları beslemek için çok geniş alanlara ihtiyaç duyması da normaldir. Bu nedenle Hunların yayılmacı bir politika izlemesinin önemli sebeplerinden biri de atları için uygun yaşam alanları bulabilmektir. At besleyen kavimlerin, diğer kavimlere göre daha uzun bir göç yolu vardır. Böylece daha fazla kavimle, daha yoğun ilişkiler kurabilmişlerdir. Sonuç olarak konargöçerler, daha deneyimli ordulara ve diplomasi yönetimlerine sahip olmuşlardır. Bu da devletin oluşumunda daha sağlam, güvenilir bir yapının oluşmasına katkı sağlamıştır201. Hunlar kendi dönemlerinin en aktif toplumu olmuşlardır. Moğollarla, Çin ile, batıdaki irili ufaklı devletlerle sürekli ilişkileri olmuştur. Çin’i en çok rahatsız eden devlet Asya Hun Devleti’dir. Çin her zaman Hunları kendileri için tehdit olarak görmüştür. Hunların ani akınlarının baş kahramanı hızlı atlarıdır. Özellikle yağma akınlarında, Çin ordusu gelene kadar Hunlar çoktan gitmiş oluyorlardı. Hunlar atları sayesinde uzak bölgelerle ilişki kurabilmiş hem de diğer devletlere karşı hızlı ve başarılı akınlar düzenlemişlerdir.
Atın, başta Hunlar olmak üzere, bozkır toplumları için üç nokta da çok büyük önemi vardır. Bunlardan birincisi bilindiği gibi, atın orduda kullanılması sebebiyle bir anlamda savaş aracı olmasıdır. Hun atlarının hızını ve dayanıklılığını, Çin kaynakları sıkça anlatır. Kaynaklarda, kaçan Hunlara Çinlilerin yetişemediğinden pek çok kez bahsolunur. Atın ikinci önemli işlevi, binek hayvanı olarak, hayvan sürülerinin kontrolü ve özellikle göçlerde, yük taşıma amacıyla kullanılmasıdır. Atın üçüncü işlevi, belki birinci özelliğine bağlı olarak gelişmiştir. Bu da atın ticari bir mal olarak değer görmesidir. Çinliler at yetiştirmediğinden, atın değeri çok yüksekti. Atın ticari değerine ve önemine, ticaret ile ilgili bölümümüzde ayrıca değineceğiz. Bunların dışında atın etinden ve kımız yapımı için sütünden de faydalanılmıştır.
Hunlar atın tüm bu özelliklerinden çok iyi faydalanmışlardır. Öncelikle nitelikli ve çok sayıda at üreterek, bu faaliyette bölgede, bir anlamda, tekel oluşturmuşlardır.
Atlarının ve binicilerinin202 üstün özellikleri sayesinde komşularından faklılaşmış ve onların üzerinde askeri, ekonomik ve dolayısıyla siyasi alanda üstünlük kurmuşlardır. At, askeri bir araç olarak hem askeri yönden hem de bu özelliği ile ticari yönden değerli olmuştur. Hunlar Çin’e ne kadar at vereceklerine kendilerine karar verdiklerinden, Çin ordusunun süvari sayısın da tahmin edebilirlerdi. Çobanlık ve göç faaliyetlerindeki önemi de eklenince at, Hun kültürünün merkezinde yer almıştır.
DİPNOTLAR:
Âdiyât Suresi 1-6. Ayetler, Halil Altuntaş, Muzaffer Şahin, Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 12. Baskı, Ankara 2006, s. 599
Hayreddin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kâfi Dönmez, Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu-Türkçe Meal ve Tefsir, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 3. Baskı, Ankara 2008, s. 672
185 Olsen Stanley J., The Horse In Ancient China and Its Cultural Influence In Some Other Areas,
Proceedings Of The Academy Of Natural Sciences Philadelphia, Vol: 140, No: 2, 1988, s. 151-189
186 Olsen Stanley J., The Horse In Ancient China and Its Cultural Influence In Some Other Areas, s. 153
187 McNeill William H., Dünya Tarihi, (Çeviren Alaeddin Şenel), İmge Kitabevi, 8. Baskı, Ankara 2004,
s. 93
188 McNeill William H., Dünya Tarihi, s.50
189 Bakınız: SC, Nienhasuer W., Grand Scribe’s, Vol IX, Part II, s. 243
190 Wolfram Eberhard’ın at ile ilgili makaleleri ve görüşleri hakkında bakınız: Murat Öztürk, Türk
Tarihçiliğine Katkıları Yönüyle Prof. Dr. Wolfram Eberhard (1909-1989), s. 63-65, Fırat Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Elazığ 2009
Eberhard Wolfram, Çin Kaynaklarına Göre Türkler ve Komşularında Spor, (Çev. Nimet Uluğtuğ) Ülkü Dergisi, Mayıs 1940, s. 209-215
Grousset Renè, Bozkır İmparatorluğu, (Çev. Dr. Reşat Uzmen), Ötüken Neşriyat, 6. Basım İstanbul 2010, s. 64 (90 numaralı dipnot)
McNeill William H., Dünya Tarihi, s. 93
Çin ordusunda savaş arabasının kullanımı, Hunlarla mücadelelerin başladığı yıllardan daha eskiye gitmektedir. Hun çağında Çin, savaş arabalarının sayısını nispeten azaltsa da bu aracın kullanımı yıllar boyu azalarak da olsa devam etmiştir. McNeill William H., Dünya Tarihi, s. 95
Eberhard Wolfram, Çin Tarihi, s. 1
Lattimore Owen., Inner Asian Frontiers Of China, s. 58
Lattimore Owen., Inner Asian Frontiers Of China, s. 58
Baykuzu Tilla Deniz, Asya Hun İmparatorluğu, s. 97
Roux Jean Paul, Orta Asya Tarih ve Uygarlık, (Çev. Lale Arslan), Kabalcı Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul
2006, s. 48-49
Cosmo Nicola Di, Ancient China and Its Enemies The Rise Of Nomadic Power In East Asian History, Cambridge University Press, Cambridge UK 2002, s. 167
KAYNAK: Asya Hunları’nda İktisadi Hayat. Murat Öztürk. F.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı. Doktora Tezi. Elazığ 2013. s. 82-92
ve askeri faaliyetlerin gerçekleştirilebilmesi için gerekli pek çok özelliği, bünyesinde barındıran bir hayvandır.
At, bütün özellikleriyle gerçekten özel bir hayvandır. Atın apayrı bir hayvan olduğunun en önemli göstergelerinden biri İslam dininin kutsal kitabı, Kur’an-Kerim’de, kendisinden övgüyle bahsedilmesi ve atların üzerine Allah (C.C.)’ın and içmesi, yemin etmesidir. Âdiyât Suresi 1-6. ayetlerde, Soluk soluğa süratle koşan, koşarken ayaklarını vurarak ateş çıkaran, sabah erkenden baskın yapan, orada tozu dumana katan ve düşman topluluğunun ortasına dalan atlara andolsun ki, insan gerçekten rabbine karşı pek nankördür183. Kur’an- Kerim’de pek çok yerde andolsun ki, ifadesi geçer. Ancak bu ifadelerle yemin eden Yüce Allah’ın, kutsal kitabında, başka bir hayvan üzerine and içtiği görülmemektedir. Bu yönüyle atın, bütün özelliklerine ilaveten, Allah katında kutsiyete de sahip olduğu açıkça ifade edilmiştir. Elbette bütün canlılar kutsaldır ve ilahi kudretin bir tecellisidir ancak at, sadakatten, güce kadar pek çok farklı özelliğe sahip olduğu için, kutsal metinlerde yer almış ve daha da önemlisi Yüce Allah’ın üzerine yemin ettiği bir hayvan olmuştur. Yukarıda verdiğimiz ayetlerin ana fikri, vermek istediği mesaj, genel olarak insan türünün, zaman zaman kendisini yaratana, verdiği nimetler için şükür etmemesi, O’nun varlığını akıldan çıkarması veya O’nu hiç tanımaması ve varlığın kabul etmemesidir. Burada, en başta savaşların en önemli unsuru olması ve insana faydalı olan diğer özellikleri sebebiyle atların üzerine yemin edilmektedir. Yeminin amacı, böylesine yararları bulunan ve insanların en çok sevdiği mallardan olan atları, onlara bağışlayanın Allah olduğuna işaret etmek ve sonraki ayetlerdeki mesajlara dikkat çekmektir184. Âdiyât, koşan atlar anlamına gelmektedir ve atların, Kur’an-ı Kerim gibi bir kutsal metinde, bir sureye isim vermeleri, onların diğer hayvanlardan daha fazla özelliğe sahip olduğunu ve insan için çok faydalı ve değerli olduğunu gösterir. Tabii ki bu düşüncemiz, İslam dinine inananlara ve Kur’an-ı Kerim’i bir kutsal kitap olarak kabul edenlere yöneliktir.
İnsanlığın gelişimi için önemli bir araç olan atın ilk olarak kimler tarafından evcilleştirildiği hep tartışılan bir konu olmuştur. Bu konuda bilim adamları sanki bir yarış içinde gibidir. Avrupalı bilim adamları atı ilk evcilleştirenlerin Avrupalılar olduğunu, Çinliler atı ilk evcilleştirenlerin, kendi ataları olduğunu, Türk tarihçiler ise atı
ilk olarak Orta Asya Türklerinin evcilleştirdiğini iddia etmişlerdir. Ancak evcilleştirme konusunda tartışmalar olsa da atı en iyi kullananların Türk ve Moğol kavimleri olduğu aşikârdır. Kuzey Amerika’da yapılan kazı çalışmalarıyla, 35 milyon yıl öncesine kadar giden ve günümüzdeki atlara benzeyen hayvan fosilleri bulunmuştur. Fosilleri bulunan hayvanın dişleri, otla benzeyen atın dişlerine oldukça benzemektedir185. Bu tarihte Dünya’da milyonlarca otlayan ata yetecek kadar çayır yoktu. Bu nedenle otlayan atların gelişimi, Avrasya ve Kuzey Amerika’daki geniş düzlüklerde ve bozkırlarda görülen çevresel değişime ayak uydurarak ilerlemiştir186. Bu değişim, bu sahalarda çayırların artmasıdır. Bu sayede hem at sayıları çoğalmış hem de at türü çeşitliliği artmıştır. Stanley J. Olsen, atıf yaptığımız makalesinde, ilk atların Kuzey Amerika’da bulunduğunu ve Bering Boğazı’ndan Asya geçtiklerini ileri sürer. Bu görüş doğru olabilir ancak bunun aksi yönde bir görüş ileri sürmek de kolaydır. Bu atlar Asya’dan da aynı yolla Kuzey Amerika’ya gitmiş olabilirler. Bu tip detayların ispatı pek mümkün değildir. Bugünkü Moğolistan’da, yani Hun topraklarında çok sayıda midilli benzeri at fosili bulunduğu bilgisi de yine Olsen’in makalesinde mevcuttur. At bir şekilde Dünya’nın herhangi bir bölgesinde ortaya çıkmıştır. Bunun neresi olduğunun çok önemi yoktur. Ancak yüksek sayıda at nüfusu, ancak geniş çayırların bulunduğu bozkırlarda yaşayabilir. Hun coğrafyası da atların yaşaması için Dünya’da bulunan en uygun yerlerden biridir. Atın evcilleştirilmesi konusunda, pek çok tarihçi, antropolog ve arkeolog, atın insanlar tarafından ilk olarak Doğu ve Kuzeydoğu Asya’da kullanıldığı konusunda hemfikirdirler. Zaman konusunda da insanların M.Ö. 2000’den çok daha önce ata bindikleri düşünülmektedir187.
Bunun yanında çobanlık yapan konargöçer kavimlerin mutlaka ama mutlaka ata binmeleri ve atı iyi kullanmaları gerekir. Çobanlığın ortaya çıkışı kesin olarak tarihlenememektedir. M.Ö. 3000’den önce çoban yaşamı sürdürenlerin sayısı olasılıkla pek fazla değildi. Bu tarihten çok sonra bile bozkırda çobanlık yaşamına tam bir uyum görülmez. Örneğin at sırtına binmek gibi basit teknikler, belki eyer üzerinde yaşam, ürkmeden insanların sırtına binmesine izin verecek türden atların yetiştirilmesine ve ilk girişimlerinde, hayvanın kendisini sırtından fırlatmasıyla yere hoş olmayan bir düşüş yapsa bile denemelerini sürdüren kişileri gerektirdiği için, M.Ö. 900’den sonraya kadar
yaygınlaşamadı188. Atın evcilleştirilmesi süreci düşünüldüğünde bu görüşlere katılmaktayız ancak burada McNeill’in çobanlığın ortaya çıkışı ve atın bu kavimler tarafından yaygın bir şekilde kullanılmaya başlangıcı olarak verdiği tarihler arasında 2100 yıl gibi çok uzun bir süre vardır. Atın tam olarak kullanımının öğrenilmesinin bu derece uzun süreceğini düşünmemekteyiz. Çünkü bir bozkır kavimi, göçlerde, hayvan sürülerini kontrolde ata çok ihtiyaç duyar. Bu nedenle M.Ö. 900, bu tür faaliyetlerin başlaması için çok ileri bir tarihtir. İddialı bir şekilde at şu tarihte, şu kavim tarafından evcilleştirilmiştir demekten kaçınmak en doğrusudur. Fakat göç ve ekonomik faaliyetler bir yana, çalışmamızın birinci bölümünde Jung ve Ti adı verilen kavimlerin, M.Ö. 14. yüzyılda kuzey bozkırlarından gelerek Kral Tan-fu’ ya saldırdıklarını gördük189. Bu saldırı kaynaklarda açık bir biçimde anlatılan, iyi organize olmuş bir saldırıdır. Öyle ki kral yenilmiş ve kaçmıştır. Biz bu tarihte kuzeyli bozkır topluluklarının ki bu kavimlerin Hunlar ile Moğollar olduğunu da gördük, sistemli ordulara sahip olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Her zaman ordularında atlı süvarilere sahip olan bozkır kavimlerinin bu savaşta da at kullandıkları şüphe götürmez bir gerçektir. Çünkü hızla gelmiş, savaşı kazanmış, Çin topraklarını yağmalamış ve geri dönmüşlerdir. Ti’lerin kim olduklarını da yine birinci bölümde tartıştık. Böylece Ti ordusunun, ilerleyen yıllarda daha net bir biçimde görebildiğimiz Türk ordusundan başkası olmadığı açıktır. Shih-chi 110’da ve Han-shu’da, ilerleyen yıllarda kuzeyli Jung ve Ti’ler ile yapılan savaşlardan uzun uzun bahsetmektedir. Bu nedenlerle bozkır kavimlerinin M.Ö. 900’den önce atlara tam olarak hükmetmediği düşüncesi pek doğru görülememektedir. Ancak bu yanlışlık dâhi McNeill’in eserinin başarısına gölge düşürememektedir.
Türklerde at ve atın kullanımı ile ilgili en fazla ve isabetli çalışmayı Prof. Eberhard’ın yaptığını düşünmekteyiz. Ülkü Dergisi Ekim 1940 sayısında yayınladığı Çin Kaynaklarına Göre Orta Asya’daki At Cinsleri ve Beygir Yetiştirme Hakkında Malumat ve yine Ülkü Dergisi’nin, Mayıs 1940 sayısında yayınladığı Çin Kaynaklarına Göre Türkler ve Komşularında Spor adlı makaleleri Türklerde atın ne zaman kullanılmaya başlandığı konusunda değerli bilgiler içermektedir. Eberhard190, at cinsleri konulu makalesinde, Çin kaynaklarının atı ilk ehlileştirenlerin kim olduğu sorusuna net bir cevap vermediğini belirtir ancak Eberhard da, yukarıda belirttiğimiz nedenler ve
bilgilerden hareketle, Türklerin Çinlilerden önce at kullanmaya başladıklarını söylemenin mümkün olabileceğini belirtir. Bunun yanında Türklerde at yarışlarının yapıldığını da görüyoruz. Bu yarışlar daha çok dini mahiyettedir. Batı kavimlerinde at yarışları daha dini bir anlam taşıdığı sıralarda, Çin’de kibar bir spor halini almıştır191. Sonuç olarak biz atın ilk olarak Orta ve Doğu Asya’daki bozkır kavimleri tarafından evcilleştirildiğini iddia etmiyoruz. Çünkü tarihini çok iyi bilmediğimiz, belki de yok olup gitmiş bir kavim atı onlardan daha önce evcilleştirmiş olabilir. Bu konuda kesin ifadelerden kaçınmak gerekir. Atın kimler tarafından ne kadar etkili kullanıldığı konusunu, evcilleştirmeden daha önemli bulmaktayız. Türklerin ve Moğolların atı çok etkin bir biçimde kullandıkları görülmektedir. Özellikle konumuz olan Hunlar attan çok yönlü olarak faydalanmışlardır.
At özellikle sanayi devriminden önce, binlerce yıl boyunca insanın en önemli ulaşım aracı olmuştur. Sanayi devrimiyle buhar makinesinin bulunması ve ulaşımda makineleşmenin başlamasıyla at, bu önemini bir nebze de olsun yitirmiştir. Ancak uzun yıllar tarihte, belirleyici rol oynamıştır. Makineleşme başlamadan evvel, binlerce yıl boyunca, çok sayıda kullanışlı ata sahip olan ve bu atları, özellikle yeni yurtları keşfetmek ve oralarda fetihler yapmak için kullanan toplumlar, tarihe yön veren toplumlar olmuştur. Bir Kazak yazar, biz atlarımızı yedik, olduğumuz yerde kaldık, Oğuzlar ise atlarına binip uzak diyarları fethettiler, diyerek bu cümlesiyle çok sayıda atı olan ve bu atları iyi kullanan toplulukların diğerlerinden nasıl farklılaştığını, nasıl fetheden ve tarihe yön veren devletler haline geldiklerini çok güzel özetlemiştir. Sanayi devrimi öncesinde büyük fetihler yapan devletlerin hepsi iyi atlara ve bu atları iyi kullanan süvarilere sahip devletlerdir. Çin ne kadar güçlenirse güçlensin hiçbir zaman büyük fetihler yapan, sürekli sınırlarını genişleten bir devlet olamamıştır. Nitekim birinci bölümde güçlü ve dirayetli Han İmparatoru Wu-ti’nin askeri faaliyetlerinden bahsettik ve bu dönemdeki ciddi güçlenmeye rağmen Wu-ti, savunma duvarları ve gözetleme kuleleri yaptırmaya devam etmiştir. Han Devleti, en güçlü çağında bile, yine çoğunlukla savunmada kalmıştır. Hun topraklarına yapılan birkaç taarruzda ise istenen sonuç bir türlü alınamamıştır. Çünkü çoğunluğu yaya askerlerden oluşan Çin ordusu için bu mesafe çok uzundu ve bu yolculuklar orduyu yıpratmakla beraber, ikmal ve iaşe probleminin süvari ağırlıklı bir orduya göre daha fazla hissedilmesini sebep oluyordu.
At ve süvari problemi nedeniyle Çin, hiçbir zaman uzak ülkeleri kesin olarak fethedememiştir. İşte bu nedenlerle imparator Wu-ti efsanevi kan terleyen atları alabilmek için, Fergana’ya sefer düzenlemiştir. Çinlilerin Fergana’ya yaptıkları bu sefer asla gösteriş veya debdebe uğruna yapılmış bir sefer niteliği taşımıyordu. Çin sık sık sınırlarına dayanan küçük atların üzerine binmiş muhteşem Hun okçularına karşı mücadele etmekte büyük zahmet çekiyordu. Aynı atların üzerine binen ve o kadar iyi süvari olmayan ve sayıca da az olan Çinliler, düşmanlarına nazaran daha zayıf kalabiliyorlardı. Hâlbuki komşu Soğdak ülkesinde olduğu gibi, Fergana’da da daha iri bir at türü bulunuyordu. Çinliler süvari kuvvetlerinin bir kısmını bu atlara bindirerek Hun atlılarına üstün gelebilecekleri düşüncesine kapılmışlardır. Bu amaçla Fergana’ya sefer düzenlemişlerdir192. Fergana seferinden 3000 atla dönülmüş ancak bu kazanç Çin ordusunda istenen değişimi yaratamamıştır. Çünkü Hunların at sayısı çok daha fazla idi ve Hun süvarileri Çinli meslektaşlarına göre çok daha maharetlilerdi. İşte atın sayıca çokluğu ve ustaca kullanımı, Hun ve Çin ordularının, yani; büyük fetihler yapabilen, tarihi dönemler boyunca rahatlıkla yurt, coğrafya değiştirebilen toplumlar ile binlerce yıl aynı coğrafyada yaşayan ve süvari ağırlıklı ordular karşısında fazla şansı olmayan, piyade ağırlıklı orduya sahip toplumlar arasındaki farklılaşmasının önemli sebeplerinden biridir. Bu farklılaşma nedeniyle imparator Wu-ti, Fergana’nın kan terleyen atlarının peşine düşmüştür.
Atın becerikli süvariler tarafından kullanılarak, binicisiyle beraber önemli bir savaş haline gelmesini süvari devrimi olarak adlandırırsak, mübalağa etmiş olmayız. Çünkü askeri eylem sırasında ata binmiş bir okçunun ok atabilmesi için, her iki elinin de serbest olması zorunludur. Atın hareketinde beklenmeyen herhangi bir değişme, biniciyi, atın sırtından düşmanın ayağının altına düşme tehlikesiyle karşı karşıya bırakır. Savaş arabalarında bu sorun, arabayı sürme işi bir adama, ok atma işi bir başka adama verilerek çözüldü. Süvari, bu iki işi de tek başına yapmak zorundaydı. Bu iki kişi arasında bir işbölümü değil, gövdenin atı denetleyen belden aşağısıyla, okla yayı kullanan belden yukarısı arasında yapılan bir işbölümünü gerektirdi. Bu koşullarda, ancak hem binicinin hem de atın uzun bir alışkanlık edinme döneminden geçmeleriyle ata binmeyi tehlikesiz kılacak güvenilir bir eşgüdüm sağlanabilirdi193. İşte bu
nedenlerle, atın ilk evcilleştirilmesi ile süvariler tarafından etkin bir biçimde kullanılması arasında uzun yıllar olmasına şaşırmamak gerekir. Hun süvarilerinin farkı işte bu şekilde ortaya çıkmıştır. Atlı arabalara, diğer medeniyetlere göre ordularında daha fazla yer veren Çin ordusunda iki kişinin yaptığı işi, Hun ordusunda bir kişi yapmaktadır. Ayrıca arkasında bir arabayı ve arabanın üzerindeki iki kişiyi çekmek zorunda kalan at ile üzerinde sadece bir okçu taşıyan bir atın hızı, haliyle aynı olmayacaktır. Çinliler bazı savaş arabalarına çift at koşmuş olsalar bile, tek süvarinin hızına asla yetişememişlerdir. Ayrıca bu sistemde de bir Çin süvarisi iki at kullanırken, Hun süvarisi tek at kullanıyordu. Kısacası süvari sistemi arabalı sisteme göre çok daha verimli ve dolayısıyla çok daha etkili bir sitemdir. İşte öncelikle piyade ve piyadelerden sonra çok sayıda savaş arabasına194 sahip olan Çin ordusu ile Hun ordusu arasındaki fark, atın kullanımına dayanmaktadır.
Ellerinde yaylarıyla at sırtına binen tüm bozkır kavimleri üyeleri, ne kadar iyi örgütlenmiş ve disiplinli olurlarsa olsunlar hiçbir piyade ordusunun ulaşamayacağı bir hareketliliğe ve vurucu güce sahip oldular. Bozkırlardan yapılan vur kaç akınları, kervanlara saldırmalar ve köyleri yakmalar, tehlikesiz ve kolay duruma geldi. Bu tür akınlara gene, ancak aynı derecede hareketli, disiplinli ya da daha kalabalık bir süvari gücü durdurabilirdi. Yeterince otlak bulunmadığı için, anayurtları at yetiştirmeye elverişli olmayan Asurlular, Anadolu’da bunu sağlayamadılar. Bu nedenle at, yöneticilerin ve soyluların sahip olmakla onur duydukları, ama sıradan Asurluların edinemeyecekleri kadar az bir hayvan olarak kaldı195. McNeill’in eserinde, M.Ö. 1700-500 Arasında Ortadoğu’da Kozmopolitlik adlı bölümünde yaptığı bu değerlendirme, aynen Hun çağındaki Çin için de geçerlidir. İlginçtir ki, yerleşik Asurlular, at besleyen İskitler ve Kimmerler’in öncülüğündeki ittifak ile yıkılmışlardır.
Tarım toplumu olması sebebiyle, tıpkı Asurlular gibi, yeteri kadar otlak sahibi olamayan Çin, Hunlar gibi milyonlarca ata sahip olamamıştır. Burada koskoca Çin’in topraklarında at besleyecek çayır mı yoktu gibi bir soru akla gelebilir. Ancak Çin her zaman geniş sınırlara sahip olamamıştır. Tarih boyunca Çin’in büyüklüğü çok değişmiştir; bu devlet bazen bütün Türkistan ve Moğolistan’ı ihtiva etmiş, bazen de S
Irmak bölgesinde ufak bir devlet olmuştur196. Bunun yanında bir tarım toplumu olan Çin, Hunlardan çayır olarak aldıkları bölgeleri hemen tarım arazisi haline getirerek, oraya tımarlar yerleştiriyor ve böylece sınırlarını Hunlara karşı korumaya çalışıyordu. Yani Hunlar için çayır olan bir bölge, Çin için ziraat sahasıydı.
Kaldı ki, at yetiştiriciliği Çin’in yaşam şeklinden çok daha farklı bir sisteme ihtiyaç duyar. Buna ilerleyen satırlarda değineceğiz. İşte az sayıda ata sahip olan ve bu atlar da aynen Asurlular’daki gibi yönetici ve soyluların elinde bir gösteriş aracı olmaktan öteye gidemediğinden Çin, sürekli ata ihtiyaç duymuş ve bu noktada Hunlara bağımlı hale gelmiştir. Bu duruma ve at ticaretine, ticaret bölümümüzde değineceğiz. Wu-ti döneminde, farklı bölgelerden at getirilmesi ile oluşturulan süvari orduları ve alınan savunma tedbirleri, Hunları Çin’den uzaklaştırmada bir derece de olsa etkili olmuştur. Ancak unutulmamalıdır ki, Hunların güçsüzleşmelerinin temel sebebi, Çin’in askeri başarısı değil; özellikle Çin etkisi ile Hunların, idari sistemlerinde yaşadıkları sıkıntılar ve kıtlık problemidir. Çin ordusu Hunları yok edememiş, sadece kendi sınırlarından uzaklaştırabilmiştir.
Bunun yanında ordu ile başlayan bu farklılaşmanın, kültürün tamamı üzerinde de etkili olarak, bozkır toplumları ile tarım toplumları arasındaki ayrışmayı da etkilediği görülmektedir. Orta ve Doğu Asya tarihinde en çok tartışılan, üzerinde fikir yürütülen konulardan biri, Çin ile bozkır topluluklarının yakın sayılabilecek coğrafyalarda, biri birinden nasıl bu kadar farklılaştığıdır. Bu farklılığın elbette pek çok nedeni vardır ancak tarihin bu fevkalade önemli aşaması, savaş arabaları ve atlı yük arabalarına koşulmak için ahırda beslenen atlar ile; savaş, göç ve gıda üretimi (at eti ve kısrak sütü) amacıyla çayırlarda beslenen atların kullanımındaki teknik farklılığı akla getirmektedir. Başka bir deyişle, koşulan atlar ile binilen atlar arasındaki farktır akla gelen197. Burada at, Hunların hayatının, kültürünün tam merkez noktasındadır. İktisadi faaliyetlerin pek çoğu ata bağımlıdır ve aynı zamanda at, ticari ve stratejik değeri olan bir maldır. Bu nedenle sayıca fazla olması icap etmiştir. Çayır atları, samanları ve arpaları önlerine getirilen ahır atlarından daha hafif, daha kolay işler yapıyor olabilirler. O nedenle, öncelikli olarak geniş çayırlara ihtiyaç duyulmasına sebep olan ve insanların çiftlik hayvanları ile bu geniş çayırlar arasında gidip gelmelerini mümkün hale getirecek bir
sosyal düzeni gerektiren bozkır sistemi içerisinde, çok yüksek sayıda ata ihtiyaç duyulmaktadır198.
Hunların çok sayıda, hatta milyonlarca ata sahip olduklarını biliyoruz. Shan-yü Ch’ieh-t’e-hou döneminde ( M.Ö. 101-M.Ö. 96), Çin imparatoru Wu-ti’nin Hunlara karşı büyük bir ordu hazırlarken, Hun ülkesine Su-wu adlı bir elçi göndermiştir. Elçinin amacı, savaşmadan Hunları Çin’e bağlamaktı. Su-wu ile daha önceden Hunlara iltica etmiş ve Hun ordusunda da Çin’de olduğu gibi general olan, Wei-lü arasındaki görüşmede, Wei-lü’nün konuşmasında Hunların sahip olduğu at sayısının çokluğu ile ilgili ifadeler vardır. Bu konuşmada Wei-lü; Ey Su-wu! Ben daha önce Çin’e hizmet etmiştim. Ondan sonra da Hunlara döndüm. Bundan sonra burada çok iyi ağırlandım. Lütuf gördüm. Bana bey ünvanı verildi. Ayrıca birkaç on bin köle, bir dağ dolusu at ve diğer başka hayvanlar verildi. Bunun için ben şu anda çok zengin ve rahatım. Su-wu sen bugün teslim olursan yarın sen de böyle olursun. Yoksa cesedin çayırlara boşu boşuna gübre olur. Ayrıca kim senin ne olduğunu bilecek?199, demiştir. Bu konuşma kısa olsa da, çok değerli bilgiler içermektedir. Öncelikle, Hunlara iltica eden bir generale, Çin’deki mevkisinin aynen verildiğini görüyoruz. Bunun yanında kendisine çok sayıda at ve diğer hayvanlardan verilmiştir. Ağırlıklı olarak ekonomisi hayvancılığa dayanan Hun toplumunda çok sayıda hayvan; özellikle at sahibi olmak, haliyle zenginliğin, varlıklı olmanın bir göstergesidir. General bu sayede çok zengin olduğunu belirtmiştir. Çin’de Hunlardaki kadar fazla sayıda at olmamasının üzerine, dağ dolusu at gibi mübalağalı bir ifade ekleyen generalin, Su-wu’yu etkilemeye çalıştığını sezinlemekteyiz. Ancak ne olursa olsun, bu ifadeden generalin çok fazla sayıda atı olduğu anlaşılmaktadır. Abartılı bir ifade kullanılmış olsa da, sonuçta üç beş ata sahip biri de, bu şekilde sayı belirtmez. Bu ifadelerden Hunlarda, bir generalin şahsına, birkaç bin at verilebildiği görülmektedir. Böylece at sayısının fazlalığı biraz daha iyi anlaşılabilir. Hunların en çok kullandığı at cinsi ise, midilliye benzer bir türdü. Omuzbaşı yüksekliği 1.30 metre, ağırlığı erkeklerde üç yüz elli kilo, dişilerde üç yüz kilo civarındadır. Kanaatkâr, dayanıklı, sağlam yapılı bu hayvan her yerde ve her durumda her şeyle beslenebilirdi, hatta kar altında bile yemek için ot bulabilir, dağa kolay tırmanır, gerekli olduğunda günde 100 kilometre yol alabilirdi200. Bu tür,
Hunların en fazla sayıda sahip olduğu türdü. Hunlar melezlemeyi iyi bilirlerdi ve melezleme yoluyla elde ettikleri başka türde atları da vardı.
Hunların çok sayıda, belki milyonlarca ata sahip olduğu bilgisini aklımızda tutarak, atın insan kontrolü altında doğal yaşam koşullarını göz önüne getirdiğimizde, Hunların çok geniş bir coğrafyaya yayılmış olmalarının sebeplerini daha iyi anlamak mümkündür. Bugün iyi cins atlar, hara denilen çok geniş, yeşil alanlarda yetiştirilmektedir. Hunların sahip oldukları atları beslemek için çok geniş alanlara ihtiyaç duyması da normaldir. Bu nedenle Hunların yayılmacı bir politika izlemesinin önemli sebeplerinden biri de atları için uygun yaşam alanları bulabilmektir. At besleyen kavimlerin, diğer kavimlere göre daha uzun bir göç yolu vardır. Böylece daha fazla kavimle, daha yoğun ilişkiler kurabilmişlerdir. Sonuç olarak konargöçerler, daha deneyimli ordulara ve diplomasi yönetimlerine sahip olmuşlardır. Bu da devletin oluşumunda daha sağlam, güvenilir bir yapının oluşmasına katkı sağlamıştır201. Hunlar kendi dönemlerinin en aktif toplumu olmuşlardır. Moğollarla, Çin ile, batıdaki irili ufaklı devletlerle sürekli ilişkileri olmuştur. Çin’i en çok rahatsız eden devlet Asya Hun Devleti’dir. Çin her zaman Hunları kendileri için tehdit olarak görmüştür. Hunların ani akınlarının baş kahramanı hızlı atlarıdır. Özellikle yağma akınlarında, Çin ordusu gelene kadar Hunlar çoktan gitmiş oluyorlardı. Hunlar atları sayesinde uzak bölgelerle ilişki kurabilmiş hem de diğer devletlere karşı hızlı ve başarılı akınlar düzenlemişlerdir.
Atın, başta Hunlar olmak üzere, bozkır toplumları için üç nokta da çok büyük önemi vardır. Bunlardan birincisi bilindiği gibi, atın orduda kullanılması sebebiyle bir anlamda savaş aracı olmasıdır. Hun atlarının hızını ve dayanıklılığını, Çin kaynakları sıkça anlatır. Kaynaklarda, kaçan Hunlara Çinlilerin yetişemediğinden pek çok kez bahsolunur. Atın ikinci önemli işlevi, binek hayvanı olarak, hayvan sürülerinin kontrolü ve özellikle göçlerde, yük taşıma amacıyla kullanılmasıdır. Atın üçüncü işlevi, belki birinci özelliğine bağlı olarak gelişmiştir. Bu da atın ticari bir mal olarak değer görmesidir. Çinliler at yetiştirmediğinden, atın değeri çok yüksekti. Atın ticari değerine ve önemine, ticaret ile ilgili bölümümüzde ayrıca değineceğiz. Bunların dışında atın etinden ve kımız yapımı için sütünden de faydalanılmıştır.
Hunlar atın tüm bu özelliklerinden çok iyi faydalanmışlardır. Öncelikle nitelikli ve çok sayıda at üreterek, bu faaliyette bölgede, bir anlamda, tekel oluşturmuşlardır.
Atlarının ve binicilerinin202 üstün özellikleri sayesinde komşularından faklılaşmış ve onların üzerinde askeri, ekonomik ve dolayısıyla siyasi alanda üstünlük kurmuşlardır. At, askeri bir araç olarak hem askeri yönden hem de bu özelliği ile ticari yönden değerli olmuştur. Hunlar Çin’e ne kadar at vereceklerine kendilerine karar verdiklerinden, Çin ordusunun süvari sayısın da tahmin edebilirlerdi. Çobanlık ve göç faaliyetlerindeki önemi de eklenince at, Hun kültürünün merkezinde yer almıştır.
DİPNOTLAR:
Âdiyât Suresi 1-6. Ayetler, Halil Altuntaş, Muzaffer Şahin, Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 12. Baskı, Ankara 2006, s. 599
Hayreddin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kâfi Dönmez, Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu-Türkçe Meal ve Tefsir, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 3. Baskı, Ankara 2008, s. 672
185 Olsen Stanley J., The Horse In Ancient China and Its Cultural Influence In Some Other Areas,
Proceedings Of The Academy Of Natural Sciences Philadelphia, Vol: 140, No: 2, 1988, s. 151-189
186 Olsen Stanley J., The Horse In Ancient China and Its Cultural Influence In Some Other Areas, s. 153
187 McNeill William H., Dünya Tarihi, (Çeviren Alaeddin Şenel), İmge Kitabevi, 8. Baskı, Ankara 2004,
s. 93
188 McNeill William H., Dünya Tarihi, s.50
189 Bakınız: SC, Nienhasuer W., Grand Scribe’s, Vol IX, Part II, s. 243
190 Wolfram Eberhard’ın at ile ilgili makaleleri ve görüşleri hakkında bakınız: Murat Öztürk, Türk
Tarihçiliğine Katkıları Yönüyle Prof. Dr. Wolfram Eberhard (1909-1989), s. 63-65, Fırat Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Elazığ 2009
Eberhard Wolfram, Çin Kaynaklarına Göre Türkler ve Komşularında Spor, (Çev. Nimet Uluğtuğ) Ülkü Dergisi, Mayıs 1940, s. 209-215
Grousset Renè, Bozkır İmparatorluğu, (Çev. Dr. Reşat Uzmen), Ötüken Neşriyat, 6. Basım İstanbul 2010, s. 64 (90 numaralı dipnot)
McNeill William H., Dünya Tarihi, s. 93
Çin ordusunda savaş arabasının kullanımı, Hunlarla mücadelelerin başladığı yıllardan daha eskiye gitmektedir. Hun çağında Çin, savaş arabalarının sayısını nispeten azaltsa da bu aracın kullanımı yıllar boyu azalarak da olsa devam etmiştir. McNeill William H., Dünya Tarihi, s. 95
Eberhard Wolfram, Çin Tarihi, s. 1
Lattimore Owen., Inner Asian Frontiers Of China, s. 58
Lattimore Owen., Inner Asian Frontiers Of China, s. 58
Baykuzu Tilla Deniz, Asya Hun İmparatorluğu, s. 97
Roux Jean Paul, Orta Asya Tarih ve Uygarlık, (Çev. Lale Arslan), Kabalcı Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul
2006, s. 48-49
Cosmo Nicola Di, Ancient China and Its Enemies The Rise Of Nomadic Power In East Asian History, Cambridge University Press, Cambridge UK 2002, s. 167
KAYNAK: Asya Hunları’nda İktisadi Hayat. Murat Öztürk. F.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı. Doktora Tezi. Elazığ 2013. s. 82-92
Hunlarda Tarımın Ortaya Çıkışı
Tarımın pek çok hammaddesi vardır. Ancak tarımın en önemli hammaddeleri, toprak, su, tohum ve işgücüdür. Tarımdaki gelişim, klasik toplumların tarımla beraber en önemli ekonomik faaliyeti olan hayvancılıktaki kadar hızlı olmamıştır. Yiyecek üreten ilk topluluklar, tarım yapmak için, üzerinde ağaç yetişmiş toprakları seçtiler. Tarım yapan ilk insanlar, ağaçların gövdelerinin kabuğunu çepeçevre kesip kurutarak, ağaçların devrilmesini ve arazinin açılmasını sağlıyorlardı. Bu, orman toprağını güneşe açtı; böylece, kuru ağaç gövdelerinin altındaki yaprakların çürümesiyle oluşan gevşek toprağa ekilen tohumlar büyüyüp gelişebildi213. Tarla açma tarımı denilen bu yöntem, halen bazı geri kalmış toplumlar tarafından uygulanmaktadır. Orman olan sahalarda tarım yapılabilmesi için, balta, çapa ve orak olması yeterliydi. Taş devrinde bu aletlerin yapımında taş kullanılırdı. Yani bu aletlerin bugün kullanılan tiplerinde demir olan yerlerinde taş olurdu. Hatta çapa yapımı için tahta bile yeterliydi. Ormanlık olmayan, tarıma daha elverişli topraklarda ise çapa ve orak olması yeterliydi.
Tarım ilerledikçe bu kez, elde edilen ürünlerin toplanmasında kullanılmak üzere sepet ve kilden kaplar yapılmaya başlandı. Üretimin artmasıyla ve kışlık yiyecek olarak ürünlerin depolanması amacıyla depolar yapılmaya başlandı. Depolar coğrafi şartlara göre, ilk olarak kilden veya toprağın kazılması suretiyle, toprak altına yapıldı. Toprağa bağlılığın artması ve özellikle depolamanın ilerlemesiyle, toplumların hareketli yapısı azaldı. Bu nokta da depolama da etkili olmuştur çünkü toprak başıboş bırakılsa bile, başkaları gelip toprağı çalamaz. Ancak depolanmış ürünlerin, hırsızlığa, yağmaya karşı korunması icap ediyordu. Böylece yerleşik hayat, yavaş yavaş başladı. Kerpiç evler, bez dokumak için tezgâhlar, tahılları ve öteki yiyecekleri pişirmeye elverişli fırınlanmış çömlek kaplar, yiyecekleri fırında pişirme ve mayalandırma sanatları hızla insan yaşamına girdi214. Artık köyler kurulmaya başlanıyordu.
Zirai faaliyetlerde, hayvancılık gibi mevsimlerin ve zamanın büyük önemi vardır. Her ürün aynı zamanda ekilemez. Hasat zamanları ürünlerin olgunlaşmasına
bakılarak anlaşılabilir ancak ekim zamanlarının belirlenebilmesi için zamanın ölçülmesi gereği doğmuştur. Artık ziraat toplumları zamanı da ölçmeye başlamışlardır. Aynı şekilde hayvancılık yapan toplumlar da hayvanların doğum zamanları, sütten kesilmeleri, yaşlarının; dolayısıyla verimlerinin belirlenebilmesi ve otlakların verimli dönemlerinin kestirilebilmesi gibi amaçlar için zamanı ölçmeye ihtiyaç duymuşlardır. Eski çağda ve klasik dönemde, türü ne olursa olsun, ekonomik faaliyetlerin artması, gelişmesi, zamanın ölçülmesi gerekliliğini de beraberinde getirmiştir. Hayvancılık yapan topluluklar gibi zirai topluluklarda, temel ekonomik faaliyetleri sebebiyle, zamana riayet etmek zorundalardı. Böylece bu toplumlarda da disiplin gelişmeye başlamıştır. Bunun yanında tarım yapan toplumlarda, ileri görüşlülük ve kendini tutma erdemlerine de gereksinim duyulmaya başlandı. Çünkü açlık zamanlarında bile, gelecek hasadı güvenceye alabilmek için gereği kadar tohumluk tahılı bir kenara ayırmak zorunluydu. Ziraat toplumlarında hasat zamanı ne kadar ürün geleceğini kestirmek ve sürekli geleceği düşünmek gerekliydi. Hasat miktarını tahmin etmek, sayısız değişken nedeniyle gerçekten zordur. Tam olgunlaşmış ürünü toplamak için kritik günler vardı ve bugünleri beklemek sabır gerektiriyordu. Çünkü hasada en çok yaklaşılan günler muhtemelen ambarın en boş olduğu günlerdi. Böylece zirai toplumda sabır gelişti. Hayvancılık yapan toplumlarda en çok öne çıkan özelliklerden biri olarak görülen cesaretin tarım toplumundaki karşılığı sabırdı.
Ziraatin gelişmesinin insanlık tarihinde yarattığı en büyük değişiklik, şüphesiz yerleşik yaşamın gelişmesi ve nüfusun artmasıdır. Ziraatin verimli olduğu bölgelerde nüfus hızla artmaya başladı. Nil Deltası, Mezopotamya, Hindistan’da İndüs Deltası bu alanların başında gelir.
Coğrafya her bölgede aynı derecede cömert değildir. Bu nedenle insanların hangi bölgede hangi ekonomik faaliyetle uğraşacağını belirleyen en önemli etken coğrafyadır. Tarımda yaşanan büyük bir gelişme coğrafi şartların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Tarımın ilk gelişiminden sonraki en önemli değişim, ırmak sularının tarım arazilerinin sulanması için kullanılmaya başlanmasıdır. Bilindiği gibi bunu ilk yapan Sümerlerdir. Dicle ve Fırat nehirlerinin arasından Basra Körfezi’ne kadar uzanan bu uygarlık, ırmak sularını sulama için kullanan ilk uygarlıktır. Sahip oldukları toprakların kuzey kesimindeki ormanlık tepelere, yaz başlarında, gelişen ekinlere hasat zamanına kadar yetecek miktarda yağmur yağıyordu. Ama yaz boyunca hemen hiç yağmur düşmeyen daha güneyde durum farklıydı. Böyle olunca hasat, ancak ırmak
sularının ekinleri sulamak üzere tarlalara getirilmesiyle güvenci altına alınabilirdi. Ne var ki, sulama kanallarının, setlerin yapımı ve bakımı yüzlerce, dahası binlerce kişinin birlikte çalışmasını ve ilk çiftçi topluluklarda görülenden çok daha sıkı bir toplumsal disiplini gerektirdi. Neolitik; yani daha eski köylerde, olasılıkla küçük biyolojik aile, sıradan çalışma topluluğunu oluşturmuştu. Her bir aile, olağan durumlarda, kendi tarlasının ürününü tüketti. Belki törensel ve dinsel açıdan önemli günler dışında, kimsenin toplum genelinde, örgütlü işbirliğine gereksinim duyulmadı. Herkes aynı derecede özgürdü, herkes havaların kararsızlığının kölesiydi. Ancak ırmak sularının kontrol altına alınması işinin büyük ölçüde örgütlü insan çabasını gerektirmesi, halkın çoğunluğunun emeğinin bir tür seçkin yönetici kesimi tarafından yönetilmesini gerektirdi215. Bu seçkin sınıfın erken zamanlarda nasıl belirlendiği belirsizdir. Fethedin bir toplumun, fethettiği toplumun efendisi olması şeklinde ortaya çıkmış olabilir.
Sulu tarımın yapılmasıyla, elde edilen ürün miktarı hatırı sayılır oranda artmıştır. Böyle olunca sulu tarım yapan toplumlarda kayda değer bir refah artışı görülmüştür. Daha önce susuzluk nedeniyle tarım yapılamayan topraklar da eğer yakınlarında akarsu varsa, ekilmeye başlanmıştır. Ziraatte ırmakları kullanan toplumlar, elde ettikleri ürünlerin fazla miktarlarını diğer ülkelere satmaya başlamışlardır. Böylece zirai ürünler de uluslar arası ticaretin bir öğesi olmaya başlamıştır. Sulamada ırmakların kullanılmasıyla ortaya çıkan verim artışı, diğer toplumları da bu sistemi kullanmaya yöneltmiştir. Ancak burada da yine coğrafyanın cömertliği önemlidir. Çünkü zirai alanların sulamasında kullanılacak akarsuyun yatağının çevresinin yüksek olmaması gereklidir. Akarsuyun etrafı yükseltilerle çevrili ise, suyu tarlalara taşımak haliyle pek mümkün olamayacaktır. Tarım arazilerinin yakınında daha düz su yataklarına sahip devletler, bu konuda daha şanslı olmuşlardır. Sulu tarımın arttığı bu ülkelerde, artan zirai verimle beraber, nüfus da hızlı bir biçimde artmıştır. Örneğin Sümerlerde, sulama yapılan alanların etrafında, birkaç bin nüfuslu kentlerin var olduğu bilinmektedir.
Fakat Sümer örneğinde gördüğümüz bu zenginleşme beraberinde bazı sorunları da getiriyordu. İç mesele olarak suyun bölüşümü en büyük problemdi. Sulama kanallarının artması, kanalların iç bölgelere doğru gittikçe uzaması suyun kullanımını arttırıyordu. Suyun kaynağına daha yakın olanlar, suyu fazlaca kullandığında, kaynağa uzak olanlarla aralarında kavga çıkması kaçınılmazdı. Bunun yanında gittikçe zenginleşen tarım toplumu, savaşçı toplumların ilgisini çekmeye başlamıştır. Bir önceki
bölümde gördüğümüz gibi, bozkır kavimlerine karşı yerleşik kavimlerin, askeri açıdan pek şansı yoktur. Bu zenginlik, gelişmiş tarım toplumlarının sonunu hazırlamıştır. Örneğimizde olduğu gibi, Çin’in zirai zenginliği her zaman Hunları cezbetmiştir. Hunlar bu zenginliği elde etmek için çeşitli yollara başvurmuşlardır. Bu konunun detaylarına ileride gireceğiz.
Tarımda akarsu kullanımından sonra yaşanan en büyük gelişme, sabanın bulunması olmuştur. M.Ö. 3000’de ama olasılıkla bundan çok önce olmayan bir tarihte, bir yerlerde insanlar, hayvanların gücünün tarım işlerine nasıl koşulacağını öğrendiler. Bunun önemli sonuçları oldu. En önemli sonuçlardan biri Tahalı yetiştiriciliğiyle hayvan besleyiciliğini, birbirlerine bağımlı kılarak, daha önce görülmemiş biçimde birleştirdi; böylece tarım, eski çağda olgunluk noktasına ulaşmaya başladı216. Burada daha önce tarım toplumlarında görülmeyen, hayvan besleme faaliyeti ortaya çıktı. Tarım toplumlarında bir tane dahi hayvan yoktur diyemeyiz ancak saban ile beraber, ekonomik faaliyetlerin yürütülmesi amacıyla hayvan yetiştirilmeye başlandı. Sabana koşulan hayvanların başında öküz gelir. Öküzden sonra da katır kullanılır. Hayvan yetiştirmeyen ancak saban kullanmak isteyen tarım toplumları, hayvancılık yapan kavimlerden öküz ve katır gibi hayvanları satın almaya başladılar. Katır bozkırlılar için de bir derece değerli bir hayvandı. Ancak bozkır kavimleri için öküzün ekonomik değeri, pek yüksek değildir. Bu nedenle, sabana koşulmak için kullanılacak hayvanların ticareti, bozkır toplumları için iç varlığı ciddi anlamda yükseltecek bir ticaret değildi. Sadece çok işe yaramayan bir mal elden çıkarılmış ve yerine daha fazla kullanılabilecek ürünler alınıyordu. Bozkır toplumlarının da ziraatle uğraştıklarını birazdan göreceğiz. O nedenle bu kavimlerin de sabanları vardı ve bu sabanlara hayvan koşuyorlardı. Bu ihtiyaçlarını, hayvan sayıları çok fazla olduğundan rahatlıkla karşılayabiliyorlardı. Elde kalan öküz ve katırları da yerleşik toplumlarla takas ediyorlardı.
Sabanın bulunması, zirai verimliliği bir derece daha arttırtmıştır. Artık daha fazla toprak, daha kısa sürelerde sürülebiliyordu. Böylece artan verimlilik ve tarım sahası, etrafında daha fazla nüfus topluyordu. Yani yerleşik yaşam daha da kuvvetlenmiştir. Refah arttıkça insanların talepleri de artmış ve böylece yeni meslek dalları ortaya çıkmaya başlamıştır. Daha fazla toprağın işlenebilmesi ile de yeni alanlar tarıma açılmıştır. Sabanın bulunmasıyla, daha önce tarım yapılmayan tepelik alanlar dâhi tarıma açılmıştır. Bu hızlı genişlemeyle suyun önemi daha da artmıştır. Tarım
alanlarının artmasıyla ve sürekli ekilmesiyle beraber toprağın verimi düşmüştür. Bu nedenle ilerleyen yıllarda insanlar, toprağı nadasa bırakmayı öğreneceklerdir.
İnsanlar ne tür iktisadi faaliyet yaparlarsa yapsınlar iktisadi faaliyetlerine göre hareket ederler ve daima faaliyet kaynaklarına yakın olmak isterler. Günümüzde insanlar, yaşayacakları şehri mesleklerine göre seçmektedirler. Bu seçim keyfi değil, pek çok insan için zorunludur. Yaşanan yer gibi yaşam biçimi de bu faaliyetlere göre şekillenir. Meslek insanin karakterine mutlaka sirayet eder. İnsan karakteri mesleğe göre şekillenir demek mübalağa olur ancak yapılan işin mizaca etkisi vardır. Günümüzde biri birinden çok farklı meslek grupları olduğundan, mesleğin insan mizacına etkisi, toplum yapısını etkileyecek kadar geniş değildir. Ancak klasik dönemde, belli başlı iktisadi faaliyetlerin sayısı çok azdı. Bu sayı onu bulmaz. Bu nedenle her toplumun, tarım gibi, hayvancılık gibi temel bir ekonomik faaliyeti vardı. Ve toplumun büyük kısmı, bu faaliyetle meşgul olduğundan, önce birey karakterine etki eden iktisadi faaliyet, toplumun büyük kesimini de etkilediğinden bu etki alanı genişler ve iktisadi faaliyet toplum yapısını, kültürü de etkiler. Çobanın sürekli muazzam evrenle beraber olduğunu gördük. Bu beraberlik, Gök Tanrı dininin geniş kitleler tarafından kabulüne sebep olmuştur. İşte bu nedenle, neredeyse istisnasız bütün bozkır kavimlerinde bu dinin halkın büyük kısmı tarafından kabul edilmesi tesadüf değildir. Bu örnek, iktisadi faaliyetin toplum üzerindeki etkisinin bir sonucudur. Bu nedenlerden ötürü, klasik dönem için, tarım toplumunun karakteri şöyledir, bozkır kavimlerinin yapısı şu şekildedir gibi genellemeler yapmak mümkündür. Ekonomik faaliyetin bozkır toplumu üzerinde etkisi daha keskendir ancak benzer etkileri tarım toplumunda da görmek mümkündür.
Tarım toplumu, yılı her günü çalışmaz. Bozkırlıların çalışma günü sayısı yerleşiklerden daha fazladır. Bozkır kavimlerinin çalışma yoğunluğu aynıyken, yerleşiklerin çalışma yoğunluğu özellikle hasat zamanı çok fazladır. Tarım toplumu kışın çalışmaz. Bu nedenle zamanla tarım toplumlarında, felsefenin, bilimin, mantığın geliştiği görülür. Bozkırlının, işinin hassasiyeti nedeniyle, başka faaliyetlere ayıracak zamanı yoktur. Burada tarım toplumundaki gelişimden bahsederken, bozkır kavimlerinin düşünmeyen insanlardan oluştuğu gibi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermek istemiyoruz. Yukarıda ve ikinci bölümde verdiğimiz, çobanın evren ilişkisi örneği, bozkırlıların da düşünen, kafa yoran insanlar olduğunu gösteren en önemli örnektir. Nitekim Hz. İbrahim, kendisine peygamberlik tebliğ edilmeden önce
gökyüzünü incelemiş, ilk olarak acaba Güneş benim yaratıcım olabilir mi diye kendi kendisine sormuştur. Ancak Güneş, akşam kaybolunca ya da önüne bulutlar girince, benim yaratıcım her zaman görünür ve sonsuz olmalıdır diyerek, Güneş’in yaratıcı olamayacağını düşünmüştür. Aynı şekilde Ay’ı ve yıldızları da gözlemleyen Hz. İbrahim, Yüce Yaratıcı’nın bunların çok daha ötesinde, bu cisimlerden çok daha güçlü olduğuna hükmetmiştir. Gök Tanrı dininin ortaya çıkışı belki biraz daha farklıdır ancak çobanın gözlemi de Hz. İbrahim gibi olduğundan, bu din neredeyse bütün bozkırlılar tarafından kabul edilmiştir. Burada bozkırlı bireyleri peygamber seviyesine çıkarmaya çabalamıyoruz. Çoban da düşünen, muhakeme edebilen bir insandır. Sadece, Orta Asyalı konargöçerlerin gözlemine benzer bir yöntemle, hemen hemen aynı sonuca varan başka konargöçerlerin de varlığına bir örnek vermek istedik. Hz. İbrahim de bilindiği gibi çobandır.
Tarım toplumu toprağa bağlılığı sebebiyle yerleşik olmak zorundadır. Böylece büyüklü küçüklü şehirler ve köyler kurulmuştur. Önceleri, tarım arazilerinin çok sınırlı, bugünkü anlamda bir bahçe kadar, olması nedeniyle herkes kendi toprağını işlemekteydi. Ancak sulamanın ve sabanın yaygınlaşmasıyla, işgücü ihtiyacı ortaya çıktı. Zaten sulama kanallarının açılmasında bile ortaya çıkan bu talep, tarım alanlarının artmasıyla doğru orantılı bir biçimde artmıştır. Tarım arazilerinin büyümesi ve beraberinde gelen zenginleşme neticesinde yavaş yavaş sınıf ayrımı ortaya çıkmaya başlamış ve insanlar, işverenler ile işçiler olarak ayrışmaya başlamıştır. Bu düzen, işgücü talebinin daha da artmasıyla köleliği de beraberinde getirmiştir. Bu durum esasen olağan karşılanmalıdır. Emek var olduğu günden beri, sömürü ve kölelik hep var olmuştur. Çünkü insan temel ihtiyaçlarını çalışmayla karşılayabilmektedir. Toprak gibi, hayvan sürüleri gibi bir varlığı olmayan insanlar, bu varlıklara sahip kişilerin yanında çalışarak, emeklerinin bir ölçüde karşılığını alarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Ancak iktisadın temel kuralı olan arz talep dengesi keşfedilince, kölelik veya ucuz işgücü sistemleri ortaya çıkmıştır. Modern iktisatta emek, yani işgücü arzını incelerken üç önemli değişken göze çarpar. Bunlar:
Çalışmak isteyen işçilerin sayısı,
Her işçinin çalışmak istediği süre ve
Her çalışma saatinde harcanan emeğin yoğunluğudur.
Bunun yanında toplumda herkes de emek piyasasına arz edilmiş işçi kesimi değildir. Aktif nüfusun içinde, sermaye veya mülk sahibi olanlar, hasta ve engelliler
mevcuttur. Şu halde, emek piyasasına hizmet arzında bulunanların sayısı, o gün içinde yürürlükte bulunan ücretleri ve iş şartlarını kabul ederek, başkalarının hesabına, üretime emekleri ile katılmak isteyenlerin miktarı ile ölçülmelidir217.
Emek piyasasında arzı etkileyen ikinci değişken, her işçinin belli bir sürede çalışmak isteyeceği süredir. İşçi sayısı sabitken, işçiler 10 saat yerine 8 saat çalışmak isterlerse, işgücü arzı %20 oranında azalmış olacaktır218.
İşgücü arzını etkileyen üçüncü değişken, emeğin yoğunluğudur. İşçi 4 saatte yaptığı işi, 6 saatte yapmaya başlarsa, yani, memnuniyetsizliği sebebiyle işi yavaşlatırsa, bu emeğin yoğunluğunun azaldığı anlamına gelir ve dolayısıyla işgücü arzında bir düşüş yaratır.
Günümüz iktisadi sistemleri için geçerli olan bu teoriler, genel anlamda klasik dönem için de geçerli sayılabilir. Klasik dönemde tarım toplumu, bozkır kavimlerine nispetle daha fazla işgücüne ihtiyaç duymuşlardır. İşveren, bugün olduğu gibi geçmişte de her zaman emek arzını arttırmayı amaçlar. Ancak bu sadece kendi elinde değildir. Emek arzını arttıran en önemli etken nüfusun artmasıdır. Tarım toplumu da işçiye fazlasıyla ihtiyaç duyduğundan, her zaman yüksek nüfus talep eder. Bu işgücü açığı göçlerle ve başka toplumlardan getirilen kölelerle tamamlanır. İşgücü arzı ne kadar yüksekse, ücretler o kadar düşük olacaktır. Dolayısıyla işverenler her zaman çalışacak aktif nüfusun artmasına isterler. Klasik dönemde kölelik bu talep neticesinde ortaya çıkmıştır. Emeği daha ucuza mal etmek isteyen sermaye sahipleri, karın tokluğuna çalışacak insanları da bulup çalıştırmaya başlayınca, tarihte köleliğin ilk emareleri görülmeye başlanmıştır. Kölelik ve çalışmak isteyen kişilerin tarım bölgelerinde toplanmasıyla, tarım toplumunun nüfusu artar. Bugün de karın tokluğuna dâhi yetmeyecek kadar düşük ücretlerle insanların çalıştırılması sebebiyle halen devam eden kölelik sistemi ilk olarak, sermayenin, yani varlığın büyümesiyle ortaya çıkmıştır. İlk olarak kimlerin varlık sahibi, kimlerin serf olduğunu, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bilemiyoruz. Bu, bir kavimin veya boyun bir diğerine hükmetmesiyle başlamış olabilir.
Bunun yanında klasik dönem ziraat toplumu, özellikle sınır boylarındaki asker ihtiyacını tımar sistemi ile karşılamaya çalışırdı. Toprağı işleyen kişi, toprak mülkiyeti karşılığında asker beslerdi. Ancak bu askerlerin yanı sıra, toprakta sürekli çalışacak insanlar da gerekliydi. Çünkü toprağı işleyen, tarım arazisinde çalışan, aynı zamanda da
asker olan kişiler zaman zaman dönüş tarihi belirsiz seferlere çıktığından, hem bir miktar işçi-asker sınırı korumak için hem de bir kısım işçi zirai faaliyetleri devam ettirmek için tarım alanlarında kalmalıydı. Yani savaş olduğunda tarım arazisi boş kalmamalıydı. Çünkü, savaşın ne zaman biteceği kesin olarak belli olmadığından, örneğin hasat veya ekim zamanı toprağın boş kalması, bir yıllık ürünün heba olması demekti. Bu durum, tarım toplumlarının işgücüne olan talebini ve dolayısıyla nüfusunun artmasının bir diğer önemli nedenidir.
Toprağın ne zaman para veya bir başka tedavül aracıyla alınıp satıldığı tam olarak bilinememektedir. Ancak eski çağda bu el değiştirmenin bazı örneklerine rastlamak mümkündür. Örneğin Shang Sülalesi döneminden itibaren, Hunlardan at satın alan at tüccarları, Çin’in iç bölgelerinde bu atları satarak zenginleşmişler ve ilerleyen dönemlerde toprak satın alarak zamanla, derebeyi haline gelmişlerdir. Atlı araba sahipleri, kısa bir zamanda, Shang devletinde imtiyazlı zadegân tabakasını teşkil ediyorlar, bir nevi asilzade oluyorlar ve devletin şekli daha ziyade bir derebeylik şekline yaklaşıyordu219. Bu kişiler atları hem satarak hem de kullanarak, imtiyazlı, varlıklı kişiler haline geliyorlardı. Bunun yanında toprak, savaşlarla da el değiştiriyordu. Toprağın yeni sahipleri, eski sahiplerini işçi veya köle olarak çalıştırıyorlardı. Çünkü köleler hemen her zaman, başka kavimlerden alınan esirlerdi.
Hayvancılıkla uğraşan toplumlarda, hayvanlarla çalışan kişi sayısı, toprakta çalışan kişi sayısına nispetle daha az olduğunu biliyoruz. Ancak bozkır kavimlerinde de işgücü talebi mevcuttur ve bir tarım toplumu kadar olmasa da, bozkır toplumunda da işçi ve köle sınıfı mevcuttur. Bozkır toplumlarında çok zengin kimseler, hayvanlarını otlatmak için işçi veya kölelere ihtiyaç duyarlardı. Bu kişiler özellikle geniş ailesi olmayan kişilerdi. Geniş aileler veya boylar, kalabalık oldukları, işgücü kendileri olurlardı ve ilave işgücüne ihtiyaç duymazlardı. Bu durumda Hunların ve diğer bozkır kavimlerinin yerleşik şehirlerin olma ihtimali daha da güçlenmektedir. Çünkü sürü sahibi zengin kişiler, işçi veya köle çalıştırdıkları için sürülerinin peşinden gitmeye gerek duymayabilirlerdi. Varlıklı aileden birkaç kişinin hayvansal ürünlerin satışını ve işlenmesini takip etmesi yeterliydi. Bu durumda ailenin en azından büyükleri ve önde gelenleri yerleşik yaşıyor olmalıdırlar. Himayelerinde çalışan kişiler olduğundan, bütün ailenin sürüyü takip etmesine gerek yoktur. Bu kişiler aynı zamanda Hun toplumunun, diğerlerinden açık bir biçimde ayrılan soylu kişileridir. Yönetimde, iktisadi faaliyetlerde
her zaman söz sahibi olmuşlardır. Bu nedenlerle, Hunlarda, yerleşik hayat vardır demek mümkündür. Bunun detaylarını ilerleyen satırlarda göreceğiz.
Hayvancılıkla veya tarımla uğraşan toplumlar şeklinde genelleme yaptığımızda, bir toplumun sadece bu ekonomik faaliyetlerden biri ile uğraştığı anlaşılmamalıdır. Bu ayrımlar sadece nüfusun büyük çoğunluğunun uğraştığı ekonomik faaliyetler sebebiyle yapılmaktadır. Bu her iki sosyal organizasyon biçiminde de insanlar biri birlerine sıkı bir biçimde bağlı ve bağımlıdırlar. Bu bağımlılık tarım toplumunda daha fazladır. Bu nedenle yerleşik hayat ve feodal yapı ortaya çıkmıştır. Sosyal anlamda feodal yapı, insanlar üzerinde daha fazla baskı kurar. Biri birlerine yakın çok sayıda insanın çalışırken, çalışma saatlerinin dışında da biri birlerine yakın yerlerde ikamet etmelerinden dolayı yine iç içe, yan yana olmaları, bu insanların sürekli biri birlerinden haberdar olmalarına sebep olur. Böylece bireylerin toplumun değerlerine ne kadar bağlı olduklarını, yaşamlarını ne derece bu değerlere uydurdukları daima takip edilir. İşte böylece toplum baskısı oluşur. Feodal yapının gücünden ötürü, bireysel yaşam ve kişisel özgürlük alanı çok sınırlıdır. Tarım toplumunda birey, bozkırlı bireye göre daha az özgürdür. Öncelikle bozkır toplumunda nüfus daha azdır. Bununla beraber nüfus yoğunluğu da daha azdır. Yaylaklar ve kışlaklar çok geniş alanlara kurulur. Ayrıca ikinci bölümümüzde, kavimlerin çayır alanlarının hayvan türlerine göre belirlendiğini de gördük. At besleyen bir kavim, koyuncu bir kavimin çok uzağındadır. Aynı hayvan türünü besleyen, ortak çayırları kullanan aileler de çok iç içe yaşamazlar. Her aile çayırın kendisine ait bölümüne yerleşir. Böyle olunca, aileler tarım toplumunun ailelerine göre daha rahat hareket ederler. Ancak bozkır toplumunda da, aile reislerinin otoriteleri çok güçlüdür. Burada bireyin üzerindeki baskı unsuru, aile veya boy reisi tarafından uygulanan töre hukukudur. Bu güçlü otoritenin sınırları bellidir. Dedikodu mahiyetindeki işler, bu otoritenin ilgi alanına girmez. Burada konuşan kişi sayısı az olduğundan ve otoritesi tüm boy tarafından tanınan bir lider başta bulunduğundan, töreye aykırılık daha kolay tespit edilebilmekte ve doğru ile yanlış daha kolay ayrılabilmektedir. Tarım toplumunda birey, davranışlarını insanlar ne der diyerek kontrol ederken, bozkırlı insan için töre hukuku ile liderin, büyüklerin ne diyeceği daha önemlidir. Bu yaşam biçiminin zamanla, atalar kültünü de oluşturduğunu söylemek mümkündür. Bozkırda ölmüş atalar dahi çok kıymetlidir. Bozkırda otorite belli iken, tarım toplumunun otoritesi, bozkıra göre biraz daha muğlâktır. Böylece bozkırlı birey
tarım toplumundaki bireye göre daha özgürdür. Ancak bu özgürlüğün sınırları çok keskin bir biçimde bellidir.
DİPNOTLAR:
213 McNeill William H., Dünya Tarihi, (Çeviren Alaeddin Şenel), İmge Kitabevi, 8. Baskı, Ankara 2004,
32
214 McNeill William H., Dünya Tarihi, s. 33
215 McNeill William H., Dünya Tarihi, s. 35
216 McNeill William H., Dünya Tarihi, s. 51
Üstünel Besim, Ekonominin Temelleri, s. 345 Üstünel Besim, Ekonominin Temelleri, s. 345
219 Eberhard Wolfram, Çin Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1995, s. 31
Asya Hunları’nda İktisadi Hayat. Murat Öztürk. F.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı. Doktora Tezi. Elazığ 2013. s. 98-107
Tarım ilerledikçe bu kez, elde edilen ürünlerin toplanmasında kullanılmak üzere sepet ve kilden kaplar yapılmaya başlandı. Üretimin artmasıyla ve kışlık yiyecek olarak ürünlerin depolanması amacıyla depolar yapılmaya başlandı. Depolar coğrafi şartlara göre, ilk olarak kilden veya toprağın kazılması suretiyle, toprak altına yapıldı. Toprağa bağlılığın artması ve özellikle depolamanın ilerlemesiyle, toplumların hareketli yapısı azaldı. Bu nokta da depolama da etkili olmuştur çünkü toprak başıboş bırakılsa bile, başkaları gelip toprağı çalamaz. Ancak depolanmış ürünlerin, hırsızlığa, yağmaya karşı korunması icap ediyordu. Böylece yerleşik hayat, yavaş yavaş başladı. Kerpiç evler, bez dokumak için tezgâhlar, tahılları ve öteki yiyecekleri pişirmeye elverişli fırınlanmış çömlek kaplar, yiyecekleri fırında pişirme ve mayalandırma sanatları hızla insan yaşamına girdi214. Artık köyler kurulmaya başlanıyordu.
Zirai faaliyetlerde, hayvancılık gibi mevsimlerin ve zamanın büyük önemi vardır. Her ürün aynı zamanda ekilemez. Hasat zamanları ürünlerin olgunlaşmasına
bakılarak anlaşılabilir ancak ekim zamanlarının belirlenebilmesi için zamanın ölçülmesi gereği doğmuştur. Artık ziraat toplumları zamanı da ölçmeye başlamışlardır. Aynı şekilde hayvancılık yapan toplumlar da hayvanların doğum zamanları, sütten kesilmeleri, yaşlarının; dolayısıyla verimlerinin belirlenebilmesi ve otlakların verimli dönemlerinin kestirilebilmesi gibi amaçlar için zamanı ölçmeye ihtiyaç duymuşlardır. Eski çağda ve klasik dönemde, türü ne olursa olsun, ekonomik faaliyetlerin artması, gelişmesi, zamanın ölçülmesi gerekliliğini de beraberinde getirmiştir. Hayvancılık yapan topluluklar gibi zirai topluluklarda, temel ekonomik faaliyetleri sebebiyle, zamana riayet etmek zorundalardı. Böylece bu toplumlarda da disiplin gelişmeye başlamıştır. Bunun yanında tarım yapan toplumlarda, ileri görüşlülük ve kendini tutma erdemlerine de gereksinim duyulmaya başlandı. Çünkü açlık zamanlarında bile, gelecek hasadı güvenceye alabilmek için gereği kadar tohumluk tahılı bir kenara ayırmak zorunluydu. Ziraat toplumlarında hasat zamanı ne kadar ürün geleceğini kestirmek ve sürekli geleceği düşünmek gerekliydi. Hasat miktarını tahmin etmek, sayısız değişken nedeniyle gerçekten zordur. Tam olgunlaşmış ürünü toplamak için kritik günler vardı ve bugünleri beklemek sabır gerektiriyordu. Çünkü hasada en çok yaklaşılan günler muhtemelen ambarın en boş olduğu günlerdi. Böylece zirai toplumda sabır gelişti. Hayvancılık yapan toplumlarda en çok öne çıkan özelliklerden biri olarak görülen cesaretin tarım toplumundaki karşılığı sabırdı.
Ziraatin gelişmesinin insanlık tarihinde yarattığı en büyük değişiklik, şüphesiz yerleşik yaşamın gelişmesi ve nüfusun artmasıdır. Ziraatin verimli olduğu bölgelerde nüfus hızla artmaya başladı. Nil Deltası, Mezopotamya, Hindistan’da İndüs Deltası bu alanların başında gelir.
Coğrafya her bölgede aynı derecede cömert değildir. Bu nedenle insanların hangi bölgede hangi ekonomik faaliyetle uğraşacağını belirleyen en önemli etken coğrafyadır. Tarımda yaşanan büyük bir gelişme coğrafi şartların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Tarımın ilk gelişiminden sonraki en önemli değişim, ırmak sularının tarım arazilerinin sulanması için kullanılmaya başlanmasıdır. Bilindiği gibi bunu ilk yapan Sümerlerdir. Dicle ve Fırat nehirlerinin arasından Basra Körfezi’ne kadar uzanan bu uygarlık, ırmak sularını sulama için kullanan ilk uygarlıktır. Sahip oldukları toprakların kuzey kesimindeki ormanlık tepelere, yaz başlarında, gelişen ekinlere hasat zamanına kadar yetecek miktarda yağmur yağıyordu. Ama yaz boyunca hemen hiç yağmur düşmeyen daha güneyde durum farklıydı. Böyle olunca hasat, ancak ırmak
sularının ekinleri sulamak üzere tarlalara getirilmesiyle güvenci altına alınabilirdi. Ne var ki, sulama kanallarının, setlerin yapımı ve bakımı yüzlerce, dahası binlerce kişinin birlikte çalışmasını ve ilk çiftçi topluluklarda görülenden çok daha sıkı bir toplumsal disiplini gerektirdi. Neolitik; yani daha eski köylerde, olasılıkla küçük biyolojik aile, sıradan çalışma topluluğunu oluşturmuştu. Her bir aile, olağan durumlarda, kendi tarlasının ürününü tüketti. Belki törensel ve dinsel açıdan önemli günler dışında, kimsenin toplum genelinde, örgütlü işbirliğine gereksinim duyulmadı. Herkes aynı derecede özgürdü, herkes havaların kararsızlığının kölesiydi. Ancak ırmak sularının kontrol altına alınması işinin büyük ölçüde örgütlü insan çabasını gerektirmesi, halkın çoğunluğunun emeğinin bir tür seçkin yönetici kesimi tarafından yönetilmesini gerektirdi215. Bu seçkin sınıfın erken zamanlarda nasıl belirlendiği belirsizdir. Fethedin bir toplumun, fethettiği toplumun efendisi olması şeklinde ortaya çıkmış olabilir.
Sulu tarımın yapılmasıyla, elde edilen ürün miktarı hatırı sayılır oranda artmıştır. Böyle olunca sulu tarım yapan toplumlarda kayda değer bir refah artışı görülmüştür. Daha önce susuzluk nedeniyle tarım yapılamayan topraklar da eğer yakınlarında akarsu varsa, ekilmeye başlanmıştır. Ziraatte ırmakları kullanan toplumlar, elde ettikleri ürünlerin fazla miktarlarını diğer ülkelere satmaya başlamışlardır. Böylece zirai ürünler de uluslar arası ticaretin bir öğesi olmaya başlamıştır. Sulamada ırmakların kullanılmasıyla ortaya çıkan verim artışı, diğer toplumları da bu sistemi kullanmaya yöneltmiştir. Ancak burada da yine coğrafyanın cömertliği önemlidir. Çünkü zirai alanların sulamasında kullanılacak akarsuyun yatağının çevresinin yüksek olmaması gereklidir. Akarsuyun etrafı yükseltilerle çevrili ise, suyu tarlalara taşımak haliyle pek mümkün olamayacaktır. Tarım arazilerinin yakınında daha düz su yataklarına sahip devletler, bu konuda daha şanslı olmuşlardır. Sulu tarımın arttığı bu ülkelerde, artan zirai verimle beraber, nüfus da hızlı bir biçimde artmıştır. Örneğin Sümerlerde, sulama yapılan alanların etrafında, birkaç bin nüfuslu kentlerin var olduğu bilinmektedir.
Fakat Sümer örneğinde gördüğümüz bu zenginleşme beraberinde bazı sorunları da getiriyordu. İç mesele olarak suyun bölüşümü en büyük problemdi. Sulama kanallarının artması, kanalların iç bölgelere doğru gittikçe uzaması suyun kullanımını arttırıyordu. Suyun kaynağına daha yakın olanlar, suyu fazlaca kullandığında, kaynağa uzak olanlarla aralarında kavga çıkması kaçınılmazdı. Bunun yanında gittikçe zenginleşen tarım toplumu, savaşçı toplumların ilgisini çekmeye başlamıştır. Bir önceki
bölümde gördüğümüz gibi, bozkır kavimlerine karşı yerleşik kavimlerin, askeri açıdan pek şansı yoktur. Bu zenginlik, gelişmiş tarım toplumlarının sonunu hazırlamıştır. Örneğimizde olduğu gibi, Çin’in zirai zenginliği her zaman Hunları cezbetmiştir. Hunlar bu zenginliği elde etmek için çeşitli yollara başvurmuşlardır. Bu konunun detaylarına ileride gireceğiz.
Tarımda akarsu kullanımından sonra yaşanan en büyük gelişme, sabanın bulunması olmuştur. M.Ö. 3000’de ama olasılıkla bundan çok önce olmayan bir tarihte, bir yerlerde insanlar, hayvanların gücünün tarım işlerine nasıl koşulacağını öğrendiler. Bunun önemli sonuçları oldu. En önemli sonuçlardan biri Tahalı yetiştiriciliğiyle hayvan besleyiciliğini, birbirlerine bağımlı kılarak, daha önce görülmemiş biçimde birleştirdi; böylece tarım, eski çağda olgunluk noktasına ulaşmaya başladı216. Burada daha önce tarım toplumlarında görülmeyen, hayvan besleme faaliyeti ortaya çıktı. Tarım toplumlarında bir tane dahi hayvan yoktur diyemeyiz ancak saban ile beraber, ekonomik faaliyetlerin yürütülmesi amacıyla hayvan yetiştirilmeye başlandı. Sabana koşulan hayvanların başında öküz gelir. Öküzden sonra da katır kullanılır. Hayvan yetiştirmeyen ancak saban kullanmak isteyen tarım toplumları, hayvancılık yapan kavimlerden öküz ve katır gibi hayvanları satın almaya başladılar. Katır bozkırlılar için de bir derece değerli bir hayvandı. Ancak bozkır kavimleri için öküzün ekonomik değeri, pek yüksek değildir. Bu nedenle, sabana koşulmak için kullanılacak hayvanların ticareti, bozkır toplumları için iç varlığı ciddi anlamda yükseltecek bir ticaret değildi. Sadece çok işe yaramayan bir mal elden çıkarılmış ve yerine daha fazla kullanılabilecek ürünler alınıyordu. Bozkır toplumlarının da ziraatle uğraştıklarını birazdan göreceğiz. O nedenle bu kavimlerin de sabanları vardı ve bu sabanlara hayvan koşuyorlardı. Bu ihtiyaçlarını, hayvan sayıları çok fazla olduğundan rahatlıkla karşılayabiliyorlardı. Elde kalan öküz ve katırları da yerleşik toplumlarla takas ediyorlardı.
Sabanın bulunması, zirai verimliliği bir derece daha arttırtmıştır. Artık daha fazla toprak, daha kısa sürelerde sürülebiliyordu. Böylece artan verimlilik ve tarım sahası, etrafında daha fazla nüfus topluyordu. Yani yerleşik yaşam daha da kuvvetlenmiştir. Refah arttıkça insanların talepleri de artmış ve böylece yeni meslek dalları ortaya çıkmaya başlamıştır. Daha fazla toprağın işlenebilmesi ile de yeni alanlar tarıma açılmıştır. Sabanın bulunmasıyla, daha önce tarım yapılmayan tepelik alanlar dâhi tarıma açılmıştır. Bu hızlı genişlemeyle suyun önemi daha da artmıştır. Tarım
alanlarının artmasıyla ve sürekli ekilmesiyle beraber toprağın verimi düşmüştür. Bu nedenle ilerleyen yıllarda insanlar, toprağı nadasa bırakmayı öğreneceklerdir.
İnsanlar ne tür iktisadi faaliyet yaparlarsa yapsınlar iktisadi faaliyetlerine göre hareket ederler ve daima faaliyet kaynaklarına yakın olmak isterler. Günümüzde insanlar, yaşayacakları şehri mesleklerine göre seçmektedirler. Bu seçim keyfi değil, pek çok insan için zorunludur. Yaşanan yer gibi yaşam biçimi de bu faaliyetlere göre şekillenir. Meslek insanin karakterine mutlaka sirayet eder. İnsan karakteri mesleğe göre şekillenir demek mübalağa olur ancak yapılan işin mizaca etkisi vardır. Günümüzde biri birinden çok farklı meslek grupları olduğundan, mesleğin insan mizacına etkisi, toplum yapısını etkileyecek kadar geniş değildir. Ancak klasik dönemde, belli başlı iktisadi faaliyetlerin sayısı çok azdı. Bu sayı onu bulmaz. Bu nedenle her toplumun, tarım gibi, hayvancılık gibi temel bir ekonomik faaliyeti vardı. Ve toplumun büyük kısmı, bu faaliyetle meşgul olduğundan, önce birey karakterine etki eden iktisadi faaliyet, toplumun büyük kesimini de etkilediğinden bu etki alanı genişler ve iktisadi faaliyet toplum yapısını, kültürü de etkiler. Çobanın sürekli muazzam evrenle beraber olduğunu gördük. Bu beraberlik, Gök Tanrı dininin geniş kitleler tarafından kabulüne sebep olmuştur. İşte bu nedenle, neredeyse istisnasız bütün bozkır kavimlerinde bu dinin halkın büyük kısmı tarafından kabul edilmesi tesadüf değildir. Bu örnek, iktisadi faaliyetin toplum üzerindeki etkisinin bir sonucudur. Bu nedenlerden ötürü, klasik dönem için, tarım toplumunun karakteri şöyledir, bozkır kavimlerinin yapısı şu şekildedir gibi genellemeler yapmak mümkündür. Ekonomik faaliyetin bozkır toplumu üzerinde etkisi daha keskendir ancak benzer etkileri tarım toplumunda da görmek mümkündür.
Tarım toplumu, yılı her günü çalışmaz. Bozkırlıların çalışma günü sayısı yerleşiklerden daha fazladır. Bozkır kavimlerinin çalışma yoğunluğu aynıyken, yerleşiklerin çalışma yoğunluğu özellikle hasat zamanı çok fazladır. Tarım toplumu kışın çalışmaz. Bu nedenle zamanla tarım toplumlarında, felsefenin, bilimin, mantığın geliştiği görülür. Bozkırlının, işinin hassasiyeti nedeniyle, başka faaliyetlere ayıracak zamanı yoktur. Burada tarım toplumundaki gelişimden bahsederken, bozkır kavimlerinin düşünmeyen insanlardan oluştuğu gibi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermek istemiyoruz. Yukarıda ve ikinci bölümde verdiğimiz, çobanın evren ilişkisi örneği, bozkırlıların da düşünen, kafa yoran insanlar olduğunu gösteren en önemli örnektir. Nitekim Hz. İbrahim, kendisine peygamberlik tebliğ edilmeden önce
gökyüzünü incelemiş, ilk olarak acaba Güneş benim yaratıcım olabilir mi diye kendi kendisine sormuştur. Ancak Güneş, akşam kaybolunca ya da önüne bulutlar girince, benim yaratıcım her zaman görünür ve sonsuz olmalıdır diyerek, Güneş’in yaratıcı olamayacağını düşünmüştür. Aynı şekilde Ay’ı ve yıldızları da gözlemleyen Hz. İbrahim, Yüce Yaratıcı’nın bunların çok daha ötesinde, bu cisimlerden çok daha güçlü olduğuna hükmetmiştir. Gök Tanrı dininin ortaya çıkışı belki biraz daha farklıdır ancak çobanın gözlemi de Hz. İbrahim gibi olduğundan, bu din neredeyse bütün bozkırlılar tarafından kabul edilmiştir. Burada bozkırlı bireyleri peygamber seviyesine çıkarmaya çabalamıyoruz. Çoban da düşünen, muhakeme edebilen bir insandır. Sadece, Orta Asyalı konargöçerlerin gözlemine benzer bir yöntemle, hemen hemen aynı sonuca varan başka konargöçerlerin de varlığına bir örnek vermek istedik. Hz. İbrahim de bilindiği gibi çobandır.
Tarım toplumu toprağa bağlılığı sebebiyle yerleşik olmak zorundadır. Böylece büyüklü küçüklü şehirler ve köyler kurulmuştur. Önceleri, tarım arazilerinin çok sınırlı, bugünkü anlamda bir bahçe kadar, olması nedeniyle herkes kendi toprağını işlemekteydi. Ancak sulamanın ve sabanın yaygınlaşmasıyla, işgücü ihtiyacı ortaya çıktı. Zaten sulama kanallarının açılmasında bile ortaya çıkan bu talep, tarım alanlarının artmasıyla doğru orantılı bir biçimde artmıştır. Tarım arazilerinin büyümesi ve beraberinde gelen zenginleşme neticesinde yavaş yavaş sınıf ayrımı ortaya çıkmaya başlamış ve insanlar, işverenler ile işçiler olarak ayrışmaya başlamıştır. Bu düzen, işgücü talebinin daha da artmasıyla köleliği de beraberinde getirmiştir. Bu durum esasen olağan karşılanmalıdır. Emek var olduğu günden beri, sömürü ve kölelik hep var olmuştur. Çünkü insan temel ihtiyaçlarını çalışmayla karşılayabilmektedir. Toprak gibi, hayvan sürüleri gibi bir varlığı olmayan insanlar, bu varlıklara sahip kişilerin yanında çalışarak, emeklerinin bir ölçüde karşılığını alarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Ancak iktisadın temel kuralı olan arz talep dengesi keşfedilince, kölelik veya ucuz işgücü sistemleri ortaya çıkmıştır. Modern iktisatta emek, yani işgücü arzını incelerken üç önemli değişken göze çarpar. Bunlar:
Çalışmak isteyen işçilerin sayısı,
Her işçinin çalışmak istediği süre ve
Her çalışma saatinde harcanan emeğin yoğunluğudur.
Bunun yanında toplumda herkes de emek piyasasına arz edilmiş işçi kesimi değildir. Aktif nüfusun içinde, sermaye veya mülk sahibi olanlar, hasta ve engelliler
mevcuttur. Şu halde, emek piyasasına hizmet arzında bulunanların sayısı, o gün içinde yürürlükte bulunan ücretleri ve iş şartlarını kabul ederek, başkalarının hesabına, üretime emekleri ile katılmak isteyenlerin miktarı ile ölçülmelidir217.
Emek piyasasında arzı etkileyen ikinci değişken, her işçinin belli bir sürede çalışmak isteyeceği süredir. İşçi sayısı sabitken, işçiler 10 saat yerine 8 saat çalışmak isterlerse, işgücü arzı %20 oranında azalmış olacaktır218.
İşgücü arzını etkileyen üçüncü değişken, emeğin yoğunluğudur. İşçi 4 saatte yaptığı işi, 6 saatte yapmaya başlarsa, yani, memnuniyetsizliği sebebiyle işi yavaşlatırsa, bu emeğin yoğunluğunun azaldığı anlamına gelir ve dolayısıyla işgücü arzında bir düşüş yaratır.
Günümüz iktisadi sistemleri için geçerli olan bu teoriler, genel anlamda klasik dönem için de geçerli sayılabilir. Klasik dönemde tarım toplumu, bozkır kavimlerine nispetle daha fazla işgücüne ihtiyaç duymuşlardır. İşveren, bugün olduğu gibi geçmişte de her zaman emek arzını arttırmayı amaçlar. Ancak bu sadece kendi elinde değildir. Emek arzını arttıran en önemli etken nüfusun artmasıdır. Tarım toplumu da işçiye fazlasıyla ihtiyaç duyduğundan, her zaman yüksek nüfus talep eder. Bu işgücü açığı göçlerle ve başka toplumlardan getirilen kölelerle tamamlanır. İşgücü arzı ne kadar yüksekse, ücretler o kadar düşük olacaktır. Dolayısıyla işverenler her zaman çalışacak aktif nüfusun artmasına isterler. Klasik dönemde kölelik bu talep neticesinde ortaya çıkmıştır. Emeği daha ucuza mal etmek isteyen sermaye sahipleri, karın tokluğuna çalışacak insanları da bulup çalıştırmaya başlayınca, tarihte köleliğin ilk emareleri görülmeye başlanmıştır. Kölelik ve çalışmak isteyen kişilerin tarım bölgelerinde toplanmasıyla, tarım toplumunun nüfusu artar. Bugün de karın tokluğuna dâhi yetmeyecek kadar düşük ücretlerle insanların çalıştırılması sebebiyle halen devam eden kölelik sistemi ilk olarak, sermayenin, yani varlığın büyümesiyle ortaya çıkmıştır. İlk olarak kimlerin varlık sahibi, kimlerin serf olduğunu, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bilemiyoruz. Bu, bir kavimin veya boyun bir diğerine hükmetmesiyle başlamış olabilir.
Bunun yanında klasik dönem ziraat toplumu, özellikle sınır boylarındaki asker ihtiyacını tımar sistemi ile karşılamaya çalışırdı. Toprağı işleyen kişi, toprak mülkiyeti karşılığında asker beslerdi. Ancak bu askerlerin yanı sıra, toprakta sürekli çalışacak insanlar da gerekliydi. Çünkü toprağı işleyen, tarım arazisinde çalışan, aynı zamanda da
asker olan kişiler zaman zaman dönüş tarihi belirsiz seferlere çıktığından, hem bir miktar işçi-asker sınırı korumak için hem de bir kısım işçi zirai faaliyetleri devam ettirmek için tarım alanlarında kalmalıydı. Yani savaş olduğunda tarım arazisi boş kalmamalıydı. Çünkü, savaşın ne zaman biteceği kesin olarak belli olmadığından, örneğin hasat veya ekim zamanı toprağın boş kalması, bir yıllık ürünün heba olması demekti. Bu durum, tarım toplumlarının işgücüne olan talebini ve dolayısıyla nüfusunun artmasının bir diğer önemli nedenidir.
Toprağın ne zaman para veya bir başka tedavül aracıyla alınıp satıldığı tam olarak bilinememektedir. Ancak eski çağda bu el değiştirmenin bazı örneklerine rastlamak mümkündür. Örneğin Shang Sülalesi döneminden itibaren, Hunlardan at satın alan at tüccarları, Çin’in iç bölgelerinde bu atları satarak zenginleşmişler ve ilerleyen dönemlerde toprak satın alarak zamanla, derebeyi haline gelmişlerdir. Atlı araba sahipleri, kısa bir zamanda, Shang devletinde imtiyazlı zadegân tabakasını teşkil ediyorlar, bir nevi asilzade oluyorlar ve devletin şekli daha ziyade bir derebeylik şekline yaklaşıyordu219. Bu kişiler atları hem satarak hem de kullanarak, imtiyazlı, varlıklı kişiler haline geliyorlardı. Bunun yanında toprak, savaşlarla da el değiştiriyordu. Toprağın yeni sahipleri, eski sahiplerini işçi veya köle olarak çalıştırıyorlardı. Çünkü köleler hemen her zaman, başka kavimlerden alınan esirlerdi.
Hayvancılıkla uğraşan toplumlarda, hayvanlarla çalışan kişi sayısı, toprakta çalışan kişi sayısına nispetle daha az olduğunu biliyoruz. Ancak bozkır kavimlerinde de işgücü talebi mevcuttur ve bir tarım toplumu kadar olmasa da, bozkır toplumunda da işçi ve köle sınıfı mevcuttur. Bozkır toplumlarında çok zengin kimseler, hayvanlarını otlatmak için işçi veya kölelere ihtiyaç duyarlardı. Bu kişiler özellikle geniş ailesi olmayan kişilerdi. Geniş aileler veya boylar, kalabalık oldukları, işgücü kendileri olurlardı ve ilave işgücüne ihtiyaç duymazlardı. Bu durumda Hunların ve diğer bozkır kavimlerinin yerleşik şehirlerin olma ihtimali daha da güçlenmektedir. Çünkü sürü sahibi zengin kişiler, işçi veya köle çalıştırdıkları için sürülerinin peşinden gitmeye gerek duymayabilirlerdi. Varlıklı aileden birkaç kişinin hayvansal ürünlerin satışını ve işlenmesini takip etmesi yeterliydi. Bu durumda ailenin en azından büyükleri ve önde gelenleri yerleşik yaşıyor olmalıdırlar. Himayelerinde çalışan kişiler olduğundan, bütün ailenin sürüyü takip etmesine gerek yoktur. Bu kişiler aynı zamanda Hun toplumunun, diğerlerinden açık bir biçimde ayrılan soylu kişileridir. Yönetimde, iktisadi faaliyetlerde
her zaman söz sahibi olmuşlardır. Bu nedenlerle, Hunlarda, yerleşik hayat vardır demek mümkündür. Bunun detaylarını ilerleyen satırlarda göreceğiz.
Hayvancılıkla veya tarımla uğraşan toplumlar şeklinde genelleme yaptığımızda, bir toplumun sadece bu ekonomik faaliyetlerden biri ile uğraştığı anlaşılmamalıdır. Bu ayrımlar sadece nüfusun büyük çoğunluğunun uğraştığı ekonomik faaliyetler sebebiyle yapılmaktadır. Bu her iki sosyal organizasyon biçiminde de insanlar biri birlerine sıkı bir biçimde bağlı ve bağımlıdırlar. Bu bağımlılık tarım toplumunda daha fazladır. Bu nedenle yerleşik hayat ve feodal yapı ortaya çıkmıştır. Sosyal anlamda feodal yapı, insanlar üzerinde daha fazla baskı kurar. Biri birlerine yakın çok sayıda insanın çalışırken, çalışma saatlerinin dışında da biri birlerine yakın yerlerde ikamet etmelerinden dolayı yine iç içe, yan yana olmaları, bu insanların sürekli biri birlerinden haberdar olmalarına sebep olur. Böylece bireylerin toplumun değerlerine ne kadar bağlı olduklarını, yaşamlarını ne derece bu değerlere uydurdukları daima takip edilir. İşte böylece toplum baskısı oluşur. Feodal yapının gücünden ötürü, bireysel yaşam ve kişisel özgürlük alanı çok sınırlıdır. Tarım toplumunda birey, bozkırlı bireye göre daha az özgürdür. Öncelikle bozkır toplumunda nüfus daha azdır. Bununla beraber nüfus yoğunluğu da daha azdır. Yaylaklar ve kışlaklar çok geniş alanlara kurulur. Ayrıca ikinci bölümümüzde, kavimlerin çayır alanlarının hayvan türlerine göre belirlendiğini de gördük. At besleyen bir kavim, koyuncu bir kavimin çok uzağındadır. Aynı hayvan türünü besleyen, ortak çayırları kullanan aileler de çok iç içe yaşamazlar. Her aile çayırın kendisine ait bölümüne yerleşir. Böyle olunca, aileler tarım toplumunun ailelerine göre daha rahat hareket ederler. Ancak bozkır toplumunda da, aile reislerinin otoriteleri çok güçlüdür. Burada bireyin üzerindeki baskı unsuru, aile veya boy reisi tarafından uygulanan töre hukukudur. Bu güçlü otoritenin sınırları bellidir. Dedikodu mahiyetindeki işler, bu otoritenin ilgi alanına girmez. Burada konuşan kişi sayısı az olduğundan ve otoritesi tüm boy tarafından tanınan bir lider başta bulunduğundan, töreye aykırılık daha kolay tespit edilebilmekte ve doğru ile yanlış daha kolay ayrılabilmektedir. Tarım toplumunda birey, davranışlarını insanlar ne der diyerek kontrol ederken, bozkırlı insan için töre hukuku ile liderin, büyüklerin ne diyeceği daha önemlidir. Bu yaşam biçiminin zamanla, atalar kültünü de oluşturduğunu söylemek mümkündür. Bozkırda ölmüş atalar dahi çok kıymetlidir. Bozkırda otorite belli iken, tarım toplumunun otoritesi, bozkıra göre biraz daha muğlâktır. Böylece bozkırlı birey
tarım toplumundaki bireye göre daha özgürdür. Ancak bu özgürlüğün sınırları çok keskin bir biçimde bellidir.
DİPNOTLAR:
213 McNeill William H., Dünya Tarihi, (Çeviren Alaeddin Şenel), İmge Kitabevi, 8. Baskı, Ankara 2004,
32
214 McNeill William H., Dünya Tarihi, s. 33
215 McNeill William H., Dünya Tarihi, s. 35
216 McNeill William H., Dünya Tarihi, s. 51
Üstünel Besim, Ekonominin Temelleri, s. 345 Üstünel Besim, Ekonominin Temelleri, s. 345
219 Eberhard Wolfram, Çin Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1995, s. 31
Asya Hunları’nda İktisadi Hayat. Murat Öztürk. F.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı. Doktora Tezi. Elazığ 2013. s. 98-107
Hunlarda Ziraat
Bir toplumun sadece bir iktisadi faaliyetle varlığını sürdüremeyeceğini biliyoruz. Esasen Hunların ekonomik yapısını anlamak için bugün hayvancılık yapan aşiretlere bakmak doğru olacaktır. Günümüzde ülkemizde hayvancılık yapan insanlar da yaylak ve kışlak hayatı yaşarlar. Geçim kaynakları olan hayvanlarını yaşatabilmek ve onlardan en yüksek ürünü elde etmek için çalışırlar. Bugün göçerler dediğimiz bu insanlar, şehirlerin dışında kırsal alanlara, kendileri ve hayvanları için mevsimlik barınaklar kurarlar. Esas yerleştikleri yer kışlaklarıdır. Memleketleri kışlaklarıdır. Göçerler ihtiyaçlarını karşılamak için, hayvansal ürünlerini şehirlere getirip satarak paraya çevirirler. Kazandıkları parayla da ihtiyaç duydukları malları alırlar. Hayvanlarının daha çok sütünden, yününden ve derisinden faydalanırlar. Hayvanlar geçim kaynakları olduğundan, bayram gibi özel günler dışında pek hayvan kesmezler. Aradan binlerce yıl geçmiş olsa da Hunların yaşantısı da bundan pek farklı değildir. Hunlar belki hayvan sayıları çok fazla olduğundan, yani daha varlıklı olduklarından, günümüz göçerlerine göre eti daha fazla tüketmiş olabilirler. Kendi kendilerine büyük oranda yetseler de özellikle tahıla ihtiyaç duymaktaydılar.
Bedevilerde, Moğollarda olduğu gibi, bir zamanlar Türkler de tahılla beslenmekteydi, onun aşlığa yani darı, arpa ya da kara buğday haşlamasına ihtiyacı vardı. Şüphesiz bunu süt, yağ ve peynirle de cömertçe çeşnilendirmekteydi. İlkbaharda sofrasına, kısrak sütü kımızı da eklemektedir. Bayram günlerinde ya da misafirperverlik görevini yerine getirmesi gerektiğinde, sürüsünün azalmasına katlanıp bir tay ya da koyun kesip etini yerlerdi. Başka zamanlarda ölen hayvanlarınki dışında et yemezlerdi.
Yani bugün de olduğu gibi hayvanların kendisiyle değil, kumaş ve tahıl gibi şeyler karşılığında yerleşiklere verdikleri hayvansal ürünlerle geçinmekteydiler. Yerleşecek verimli bir toprak bulduklarındaysa gönüllü olarak çiftçilere dönüşürlerdi225. Hunlar zannedildiği gibi, beslenmek için sürekli sürülerinden hayvanları kesmezlerdi. Dini törenlerde kesilen çok sayıda hayvan, uzun müddet kendilerine yeterdi. Et kurutularak tüketilirdi. Böylece uzun süre muhafaza edilmesi mümkündü. Bunun dışında bozkırlının hayvan kesmesi, bir tüccarın bedelsiz olarak mal dağıtmasına benzer. Hayvan Hunların geçim kaynağıdır ve sürünün sayısı gereksiz yere azaltılmamalıdır. Bu nedenle Hunlar, ihtiyaçlarını karşılamak için ticaretle ve tarımla uğraşmışlardır. Bu tarım faaliyeti elbette Çin’deki kadar uzmanlaşmış bir şekilde ve geniş çaplı yapılmamıştır. Amaç iç talebi karşılayabilmektir. Hunların tarım yoluyla zenginleşmek gibi bir hedefleri hiçbir zaman olmamıştır. Hunların en büyük zenginlik alameti, sahip olunan hayvan sayısıydı.
İktisatta dışa bağımlılık, devletlerin uzak durmak istedikleri bir durumdur. Bir devletin tamamen kendisine yetmesi mümkün değildir. İnsanın bütün ihtiyaçlarını kendi başına karşılayamadığı gibi devletler de ihtiyaçlarının tamamını karşılayamaz. Bunun, en başta coğrafya olmak üzere, çeşitli nedenleri vardır. İnsanların kendi aralarında yaptığı ticareti, devletler de kendi aralarında yaparlar. Ancak devletler, özellikle temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için dışa bağımlılığı azaltmaya çalışırlar. Dışa bağımlılık kaçınılmazsa ithal edilen ürün, başka devletlerden alınmaya çalışılır. Türkiye bugün, yurt dışından doğalgaz ve petrol almaktadır. Türkiye, temel ihtiyaçlar için gerekli olan bu enerji kaynaklarını satın aldığı ülkelerin sayısını arttırmaya gayret ederek, olası risklerin önüne geçmeye çalışmaktadır. Bir taraftan da kendi topraklarında bu enerji kaynaklarını bulabilmek amacıyla çeşitli çalışmalar yürütmektedir. Burada hedef, stratejik değeri yüksek bu ürünlerin her ülkeden en az miktarda alınmasını sağlayarak, tek bir ülkeye bağımlı kalmamaktır.
İnsanın var olduğu günden beri en önemli ihtiyacı beslenme ihtiyacıdır. Beslenme gereksinimi hiç bitmez. Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, insanın bu gereksinimi değişmeyecektir. Dolayısıyla ziraat, ilk yapılmaya başlandığı günden bu yana, stratejik önemini korumuştur. Bugün ziraatin önemini kavrayamayan bazı kişiler, gelişmiş ülkelerin ekonomisinde tarımın ağırlığının az olduğunu, teknolojik yatırımların ve hizmet sektörünün ağırlığının fazla olduğunu ileri sürerler. Bu doğrudur ancak yanlış yorumlanan nokta şudur: Bu devletler tarım üretimlerini azaltarak, başka ülkelerden
şeker, buğday gibi temel gıda maddelerini ithal ederek gelişmiş bir ekonomiye sahip olmamışlardır. Tarım üretimini azaltan gelişir diye düşünmek iktisadı bilmemekten ileri gelir. Bu büyük ekonomiler, öncelikle kendilerine yetmiş, fazla ürünlerini ihraç ederek büyümüşlerdir. İhraç edilen ürünlerin içinde her sektöre ait ürün görmek mümkündür. Ekonomi büyüdükçe, önce sanayi, sonra da hizmet sektörü büyüyerek ürettikleri iktisadi değerlerin niceliğini arttırmışlardır. Bu sektörler büyürken tarım da büyümeye devam etmiştir ancak tarım sektöründeki büyüme, uzun yıllardır tarım yapıldığından, bu derece hızlı olmamıştır. Bu nedenle, gelişmiş ekonomi tarım üretimini azaltmış gibi görünmektedir. Ancak yeni sektörlerin ortaya çıkması ve hızlı gelişmesiyle tarımın sadece gayrı safi yurt içi hâsıladaki payı azalmıştır. Aslında üretilen toplam değer artmıştır. İşte bu değişimi anlayamayan zihniyet, sanki insanlar beslenmenin farklı bir yolunu bulmuş gibi, ekonomide ilerlemenin yolunun zirai üretimi azaltmaktan geçtiğini öne sürer. Ancak insan biyolojisi değişmeyeceğinden, tarım her daim önemini koruyacaktır. Ve tarımda dışa bağımlılık, sessiz bir tehlikedir. Sonuçları ağır olabilir.
Klasik dönemde de tarımın önemi, en az bugünkü kadar yüksekti. İşte bunun farkında olan Hunlar, tahıl için, bölgenin ziraat devi Çin’e tamamen bağlanmanın felaket olacağının bilincindeydiler. Hunların tarım ürünü alabilecekleri tek komşuları Çin’di. Hunların tahıl ithal ettikleri ülkeleri çeşitlendirme şansları yoktu. Böyle olunca ya tamamen Çin’e bağlı kalacaklar ya da kendi ziraatlerini yapacaklardı. Hunlar ikinci seçeneği tercih ettiler. Ticaretle, vergilerle, yağmalarla tahıl alınabiliyordu ancak bu ihtiyaç sürekliydi. Çin güçlendiğinde, bu tahıl temin vasıtalarının hepsini ortadan kaldırabilirdi. O zaman Hunlar da tahılsız kalacak ve açlıkla yüz yüze gelmeleri kaçınılmaz olacaktı. Bu nedenle Hunlar kendi tarım ürünlerini üreterek, en azından kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmeye çalışmışlardır. Böylece Çin’e bağımlılık azaltılmıştır. Hunlar çok rahat yağma yapabildikleri dönemlerde tarım yapmayı azaltmış olabilirler ancak hiçbir zaman tarım yapmaktan vazgeçmemişlerdir. Ancak tekrar belirtmek gerekir ki, bu faaliyet sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir.
Hunların tarım yapmaya ilk nasıl ne zaman başladığı konusuyla ilgili bilgiler biraz efsanevi de olsa değerlidir. Eski çağlarda Çin’in Shen-si gibi ana bölgelerinde, sığır ve koyun sürüleri güden, Altay ve Tibet kavimleri dolaşıyorlardı. Yine aynı bölgenin, güneydoğu bölgelerinde oluşan Yang-shao Kültürü ile Hsia Devleti’nde ise, ziraat kültürü gelişmeye başlamıştı. Hsia Devleti yıkılınca, kuzeye kaçan ziraatçılar, hayvancıların arasına girmiş ve onlara ziraat öğretmeye başlamışlardı. Ziraatçı Liu,
eskiden darı işleri veziri (Hou-tsı) olan atasının yaptığı işleri, orada da sürdürdü. Sabanlama ve tohum ekme işlerini, durmadan yoluna koydu. Böylece ekin ekmeye uygun tarlalar yaptırdı. Bölgesini Ch’i ve Ch’ü ırmaklarından, Wei ırmağını kadar uzattı. Faydalı ve yararlı bir tarım ile bitki bölgesine sahip oldu. Konargöçer kavimleri de yerleştirmeyi başardı. Yerleşik hayata geçen bu kavimler ise mal ve mülk sahibi oldular. Halk bolluk içinde yaşamaya başladı. Yüzlerce boy onlar için, kalplerinde sevgi ve saygı beslediler. Birçokları da yerlerini bırakarak onlara geldiler ve onların himayesine sığındılar. Bu çağlarda artık Chou Sülalesi’nin yıldızı parlamıştı. Bu bilgi yarı yarıya mitolojiktir. Bu kaynakta adı geçen darı işleri veziri mitolojik bir kişidir. Aynı zamanda bu kişi Çin mitolojisinde Bereket Tanrısı olarak da görülür226. Bu bilginin, özellikle Hsia Sülalesi ile ilgili bölümünün mitolojik olduğu kesindir. Zaten Hsia Devleti’nin kendisi de biraz mitolojiktir. Var olup olmadığı dâhi belli değildir ancak anlatılanlar Chou Devleti’ne dek ulaşmaktadır. Fakat bu mitolojik kayıtları yabana atmamak ve dikkatli değerlendirmek gerekir.
Ögel’in De Groot’dan yaptığı alıntıları kendi yorumları ile harmanladığı yukarıdaki satırlarda Yang-shao Kültürü ile ilgili ifadeler geçmektedir. Adını İsveçli araştırmacıların onu buldukları Honan eyaletinin batısındaki prehistorik yerden almıştır. Çok güzel olan çanak ve çömlekleri bu kültür için tipiktir. Bu çanak çömlekler boyalıdır ve renkleri kırmızı, beyaz ve siyahtır. Halk köylerde otururdu, çünkü ziraatle oldukça meşgul olurlardı. Fakat bundan başka hayvan da beslerlerdi. Bu onların, ekonomilerinin esasını teşkil etmiş gibi görünüyor. Aletlerinin çoğu taştan olup, pek azı kemiktendi. Baltaları dört köşeli balta tipindeydi. Maden onlarca meçhuldü227. M.Ö. iki binli yıllara tarihlenen Yang-shao Kültürü’nün boyalı çanak çömlekleri ile Ön Asya’da bulunan benzer buluntular arasında bazı benzerlikler tespit edilmiştir. Yang-shao buluntularının daha yeni olanları Batı Çin’de bulunmuştur. Daha eski tabakalar ise Orta Çin’de bulunmuştur. Burada Hint Avrupa etkisi olduğunun iddia edenlerin savı, haliyle çürümüştür. Yang –shao malzemelerinin bulunduğu yerlerde eski Çin’in iskân izlerine pek rastlanmamaktadır. Bu kültürün bulunduğu bütün bölgelerde Tibet kabileleri galiba Türklerle karışmış olarak yaşamakta idiler. Yang-shao kültürü, içerisinde en kuvvetlisi Tibet unsuru, sonra Türk ve bunlara ilaveten daha zayıf bir unsur olarak Tai kavimlerinin unsuru bulunan çok karışık bir kültür olacaktır. Eğer bu kabul edilecek
olursa, Çin’deki boyalı çanak çömleğin benzer izlerinin Doğu Türkistan’da bulunmasının sebebi de anlaşılabilecektir. O halde Türk kavimleri tarafından yapılmış olacaklardır. Fakat diğer taraftan da bazı Tibet kabilelerinde, örneklerin Yang-shao kültüründekilere benzeyen boyalı tahta kapların, hâlâ bugün bile kullanılmasının sebebi de anlaşılacaktır228. Yang-shao kültürünün Çinlilere ait olduğu ileri sürülmüştür. Ancak daha önce de bahsettiğimiz gibi, eski çağ Orta Asya’sında kültürler hep iç içe geçmiştir. Farklı kültürler birbirine yakın coğrafyalarda yaşamıştır. Ancak kültürlerin çerçeveleri belirlendiğinde ve kavimler bu kültürlerin içine yerleştirildiğinde, kimin hangi kavime mensup olduğu daha rahat anlaşılabilir. Böylece hangi kavimin hangi dönemde, nerede yaşadığı da anlaşılır.
Yang-shao kültürüne ait malzemelerin, ağırlıklı olarak Türk ve Tibet kavimlerinin yaşadığı sahalarda bulunması gerçekten ilgi çekici bir bilgidir. Yukarıda Ögel’den aktardığımız mitolojik bilgileri içeren satırlarda Yang-shao Kültürü döneminde tarım yapıldığını gördük. Bulunan malzemelerden de bu rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Eberhard da bu kültüre mensup kişilerin tarımla yoğun bir şekilde uğraştığını söyler. Buradan M.Ö. iki binli yıllarda, ziraat yapan Türk kavimlerinin var olduğu sonucu rahatlıkla çıkarılabilir. Buradaki en önemli veri, Yang-shao çanak ve çömleklerinin bulunduğu coğrafyadır. Bu dönemde Çinliler daha doğudadır. Bu dönemde Çinlilere atfedilen kültür Lung-shan Kültürü’dür. Bu kültür de Yang-shao gibi, dönemi için ileri sayılabilecek bir kültürdür. Kullandıkları kapların şekilleri, bilâhare Çin ve zaten bütün Doğu Asya çanak çömleği için tipik kalmıştır. Bu Lung-shan kültürüne, sonraki Çin kültürünün mübeşşiri adı verilebilir229.
Yang-shao kültürü mensuplarının büyük çoğunluğu Tibetlilerdir. Ancak az ya da çok sayıda Türk kavimi de vardır ve bunlar ziraatçidir. Bizim için önemli olan tarım yapan Türklerin sayısı değil; bu tarihlerde Türklerin tarımla uğraşmış olmasıdır. Burada sabanın kullanılıp kullanılmadığı konusunda net bir şey söylemek zordur. M.Ö. 3000’den önce, ama olasılıkla çok önce olmayan bir tarihte, bir yerlerde insanlar, hayvanların gücünün tarım işlerine nasıl koşulacağını öğrendiler. Bunun önemli sonuçları oldu. Tahıl yetiştiriciliğiyle hayvan besleyiciliğini birbirlerine bağımlı kılarak, daha önce görülmemiş bir biçimde birleştirdi. Böylece tarım olgunlaştı230. Yang-shao kültürü mensupları saban kullanmış olabilirler. Sabanın bulunmasından yaklaşık bin yıl
sonra bu kültürün izleri görülmüştür. Aynı zamanda hayvan da besleyen bu insanların saban kullanmış olması olasıdır.
Yukarıda aktardığımız bir başka ifade de Hsia Devleti yıkıldıktan sonra, çiftçilerin kuzeye göç ederek, kuzeylilere tarımı öğrettiğidir. Bu dönemde kuzeyde de tarım yapılmış olabilir. Hsia Devleti’ne atfedilen saltanat tarihleri M.Ö. 1800-1500 arasıdır. M.Ö. 1500’den sonra kuzeye giden çiftçiler ziraat tekniklerini de kuzeye taşımış olabilirler. Fakat bu konuyla ilgili yeterli verimiz olmadığından fazla yorum yapamayacağız. Bizim için önemli olan Türklerin ilk olarak ne zaman tarım yapmaya başladığıdır.
Zamanla hayvancılığın, özellikle hayvan sayısının ve çeşidinin artmasıyla, ilerlemesi sonucu ziraatin ekonomi içindeki payı azalmıştır. Burada yağma akınları, pazarlar ve Çin’in vergiye bağlanması vasıtasıyla tahıl alınması, Hunların tarımı azaltmalarının en önemli sebebidir. Fakat bu zaman zaman yaşanan, kısa süreli, geçici bir durum olmuştur. Sadece yağma yapmanın çiftçilikten daha kolay olduğu, yani Hunların güçlü, Çin’in zayıf olduğu dönemlerde tarım üretimi azalmıştır. Ancak dört mevsim neredeyse her gün tahıla ihtiyaç duyulması sebebiyle, Hunlar çiftçiliği hiçbir zaman tamamen terk etmemişlerdir.
Hatta Hunlar bu faaliyette, sanılanın aksine, sulama kanalı açmak ve saban gibi, o dönem için ileri teknikler de kullanmışlardır. Prof. Ögel, Altay bölgesinde Hun çağında açılmış sulama kanallarına rastlandığını, Başkaus bölgesinde, Çalışman Nehri yakınlarında, sulama kanallarının izlerini açık olarak bugün bile görüldüğünü vurgulamaktadır. Arkeolog Kisilev, Altay Dağı bölgesinde bulunan Tötö Kanalı’nın M.Ö. I. yüzyılın başlarında yapılmış olabileceğini belirtmektedir231. Sulama kanallarının yapımının uzmanlık ve iyi bir organizasyon gerektirdiğini Sümerler örneğinde gördük. Demek ki Hunlar da aynı sistemle bu kanalları açmışlardır. Ayrıca M.Ö. I. yüzyılın sonları, Hunların zayıflamaya başladığı dönemlerdir. Bu dönemde Çin’den vergi ve yağma yolu ile tahıl elde etmenin zor olduğu yıllardır. O nedenle Hunlar zirai tekniklerde mecburi bir ilerleme sağlamış olabilirler.
Bunun yanında, bazı Hun mezarlarında yapılan kazılarda çapanın bulunması da dikkat değerdir. İç Moğolistan’da arkeologlar, Hun mezarlığı ve Savaşan Devletler232 dönemiyle çağdaş yerleşim kalıntıları bulmuşlardır. Dahası, demir çapa, demir keser ve bazı taş aletler gibi tarım araç gereçleri de aynı mezarda ok başı gibi diğer tipik Hun objeleri ile beraber bulunmuştur233. Hun mezarlarında bulunan demir çapa ve keserden başka, pek çok benzer demir ve bronz alet henüz kazı yapılarak çıkarılmamıştır. Arkeologların bulunan mezarlıkla, yerleşim yeri arasındaki yakın ilişki ile ilgili şüpheleri yoktur. Erken dönemde bu bölgede tarım aletlerinin yaygın kullanımı bilgisiyle, Hun yerleşim yerlerinde daha sonra Sovyet ve Moğol arkeologlar tarafından yapılan kazılarda elde edilen verilerle, yerleşimin göçebelerin tamamen bölgede göründüğü dönemde de var olduğunu söylemek mantıklı olacaktır. Tarım toplumlarının Çin’den tamamen izole olmadan fakat tamamen göreceli bir özerklik biçiminde geliştiği söylenebilir234. Çinli arkeologlar bu görüşlerden farklı olarak, bu ziraat yapan yerleşik Hunların, Çin’in bir parçası, Çin’den ayrılıp kuzeye göç eden Çinliler olduğunu iddia etseler de Hun mezarlarında bulunan ve Çin kültüründen ayrılan tipik Hun eşyaları, bu temelsiz görüşleri çürütmektedir. Mezarlarda bulunan demir çapa gibi aletler ortak olabilir. Ancak tipik Hun askeri malzemesi olan ok başı bu iddiaları çürütmeye yetmektedir. Ok başı gibi pek çok başka buluntu da bu mezarlarda mevcuttur.
Bu arkeolojik veriler, üzerinde fazla yorum yapmaya gerek bırakmayacak kadar sağlam verilerdir. Hunların savaşan devletler döneminde, yani M.Ö. 5 ve 3. yüzyıllarda tarım yaptıklarını ispatlayan bu buluntular aynı zamanda Hunların, bildiğimiz devlet düzenine geçmeden çok önce şehirleşme, demiri işleme gibi faaliyetler yaptıklarını da gözler önüne serer. Hunların devlet kurmalarını daha önce tartışmıştık. Kaynakların bize Hunlardan bahsetmeye başladığı yılları, Hunların kuruluş tarihi olarak kabul etmek bir yanılgıdır. Aslında kaynaklar Hunların öncesinden de bahsederler fakat Shan-yü ve kavimlerin önde gelen kişilerinin isimleri geçmez. Sadece şuraya saldırdılar, sonuçları şu şekilde oldu gibi ifadeler görülmektedir. Bunları görmüştük. Burada ziraat ile ilgili verdiğimiz bilgiler de Hunların M.Ö. 3. yüzyıldan çok önce teşkilatlı bir şekilde tarih sahnesinde yer aldığını göstermektedir. Burada, bu tarım yapan kavimlerin daha sonra Hunlar tarafından itaat altına alınmış, Hunlardan ayrı bir kavim olabileceği ihtimali akla gelse de mezarlarda bulunan tipik Hun malzemeleri bu düşünceyi çürütmektedir. Çiftçilik yapan bu insanlar Hunlardır.
Ziraat için seçilen sahalar genellikle, nehir yatakları kenarında bulunan dar, uzun şerit biçiminde arazilerdi. Toprak tahtadan yapılmış sabanla açılır ve arpa, buğday ve çavdar tohumlarından biri ekildikten sonra, büyük toprak parçaları çıplak elle
parçalanırdı. Bu çalışmalardan sonra göçebeler yazın, yaylaklarına giderler ve sonbaharda ekili alanlarına geri döndüklerinde hasat yaparlardı. Rona-Tas’a göre Bugünkü Moğolistan’da tahıl hasadı orak kullanılmadan elle yapılırdı. Toprağı sürme ise at ya da öküzle yapılırdı. Daha sonra iki ya da üç kişi tahta kürek kullanarak, buğdayı samandan, çöplerden ayırmak için ürünü yayarlardı. Sonra artık olarak kalan saman, 50 cm. derinliğinde ve 50 ile 70 cm arasında genişlikte buğdayın depolanacağı küçük çukurları çizgilerle belirlemek için kullanılıyordu. Değirmen taşları, değirmenlerde atlar tarafından çekilerek, öğütme işlemi için kullanılıyordu235. Rona-Tas’ın bu değerli çalışması, aynı zamanda, bugünkü Moğolistan’ın iç bölgelerinde bulunan tohum ve değirmen taşlarının kime ait olduğu konusunda da bizlere fikir vermektedir. Bugünkü Moğolistan topraklarında, antik dönemde yapılan ziraat faaliyetleri ile ilgili bu değerlendirmeler, Hunlardan öncesine aittir ve bu bölgede tarımın kadim çağlardan itibaren yapıldığının delilidir.
Hunlar yaşadıkları dönem için ileri teknikler kullanarak tarım yapmışlardır. Bu tekniklerden biri de yukarıda gördüğümüz gibi saban kullanımıdır. Saban ilk kez M.Ö. üçüncü binlerde kullanılmaya başlanmıştır. Sabanda hayvan gücü kullanılır. Temel iktisadi faaliyeti hayvancılık olan Hunlarda sabana koşulacak türden çok sayıda hayvan vardı. Özellikle öküzün ağır yükleri çekmek dışında bir vasfı yoktu. En önemli hayvanlarından biri sığır olan Hunların, haliyle çok sayıda öküzü de vardı. Bunun yanına katır ve at da eklenince, sabana koşulacak hayvanları bulmak gibi bir problemi Hunlar hiç yaşamamışlardır. Hayvan sıkıntısı olmadığından geriye sadece sabanı yapmak kalıyordu. Bugünkü Moğolistan’ın iç bölgelerine, yani Hun topraklarına sabanın nereden geldiği bilinmemektedir. Sabanın Hunlara Çin’den gittiği yönünde görüşler varsa da, bu görüşleri ispat etmek pek kolay değildir. Çünkü yapılan kazılarda, Hun topraklarında Han döneminden çok öncelerine ait sabanlar bulunmuştur. Tarihçilerin çoğu, sabanın ilk kez Mezopotamya ve bugünkü ifadeyle Ortadoğu bölgelerinde bulunduğu hususunda hem fikirdirler. Eğer bu görüş doğruysa ve saban bu bölgeden tüm Dünya’ya yayıldıysa, Önce Çin’e sonra da bozkırlara gelmiş olabilir. Bu bir ihtimaldir. Ancak Mezopotamya’da insanlar saban kullanırken, İç Asya’da da insanlar, bir süre sonra sabanı icat edip kullanmaya başlamış olabilirler. Dolayısıyla, Hunların sabanı nasıl bulduğu konusunda kesin bir şey söylemek pek mümkün değildir.
Fakat kesin olan bir şey varsa, sabanın bu bölgede Hunlardan önce ve daha sonra Hunlar tarafından da kullanıldığıdır. İlk örnekleri yukarıda belirttiğimiz gibi tahta olan sabanın Hunlara ait olanları demirden yapılmıştır.
Moğolistan’ın başkenti Ulan Batur’un güney batısında bulunan Bajan Chongor bölgesinde yapılan kazılarda, kayaların üzerine çizilmiş saban resmi bulunmuştur. Alman arkeolog Ditmar Lauer’in aktardığına göre bu resimler, M.Ö. 8. yüzyıla, İskit dönemine ya da M.Ö. 3. Yüzyıla, Hun dönemine tarihlenmektedir. Bu tarihleme, eğer doğruysa, bu bölgede saban kullanımı Hunların ilk dönemlerine ve hatta belki de onlardan daha eski dönemlere kadar gitmektedir236. Bu tarihlemeyle, sabanın önce Karadeniz’in kuzeyindeki İskitlere gittiği, sonra Hunlara geldiği ve Hunlardan da Çin’e gitmiş olabileceği de düşünülebilir. Ancak bu görüş sadece bir varsayımdır.
Bu kaya resimlerinden başka, bu alanlarda zirai faaliyetlerin yapıldığını gösteren daha sağlam kanıtlar vardır. Sovyet Rusya döneminde yapılan çalışmalar, bu bölgede Hun döneminden önce, demir sabanın kullanıldığı gelişmiş bir tarımın var olduğunu uzun zaman önce ortaya koymuştur. Bu kazılarda demir sabanın yanı sıra değirmen taşları ve büyük miktarda tohum bulunmuştur. Bu, Mançurya ve Baykal Gölü’nün kuzeyinde, sadece ilkel çapa tarımının değil, daha gelişmiş saban tarımının hayvan gücüyle yapıldığını gösterir. Bunun yanında, Baykal Gölü bölgesinde bulunan Neolitik Çağ (M.Ö. 5000 evveli ve M.Ö. 1600 arası)’a ve Bronz Çağı (M.Ö. 1600-M.Ö. 800)’na ait taştan yapılma çapa ve aynı dönemlere ait Mançurya’da bulunan taştan yapılma saban, ziraatin bölgede çok erken dönemlerde başladığını gösterir. Ayrıca bu buluntular, Geç Bronz ve Demir Çağlarında tarımın, göreceli olarak daha karmaşık bir yapıya ulaştığının da ispatıdır237. Bundan başka Noin-Ula’da bir kurganda sabanla birlikte bulunan darı tohumları, Hunların ileri seviyede ziraat yaptığının kanıtıdır.
Ancak Hunlar verimli toprakları, özellikle Gobi Çölü’nün güney bölümleri ile Türkistan’ı (Sin-kiang) içine alan batı bölgelerini kaybettikleri zaman, aynen hayvancılıkta olduğu gibi, ziraat yapmakta da zorlanıyorlardı. Bunun sebebi iklimin ve coğrafi şartların nispeten tarıma elverişsiz oluşudur. Sadece kuzey bölgelerde yapılan zirai faaliyetler de nüfusun tamamının ihtiyacını karşılamaya yetmemiştir. Hunlar kuzeye itilmeleri, zirai faaliyetlerin de eskisi gibi verimli olamamıştır. İklim hayvanları da olumsuz etkileyince Hunlar için hayat oldukça zorlaşmıştır. Nitekim Han Hanedanı kitabındaki Hunlar kısmındaki bir kayda göre, M.Ö. 88 yılı sonbaharında aralıksız yağan yağmurlar ve birkaç ay boyunca devam eden kar yağışı nedeniyle Hunların hayvanları ölmüş, tahılları olgunlaşamamış ve halk arasında bulaşıcı hastalıklar
görülmeye başlamıştı238. Bu tarih Hunların güç kaybettiği ve Gobi’nin kuzeyinde kaldıkları dönemdir.
Arkeolojik veriler bahsettiklerimizle sınırlı değildir. Bugünkü Kazakistan topraklarında, Güney Sibirya’da, Gobi Çölü’nün güneyinde de benzer Hun araç gereçleri bulunmuştur. Burada sadece birkaç önemli örnek verdik. Tarımla uğraşan Hunların haliyle yerleşim yerleri de olmalıdır. Yapılan kazı çalışmalarında, ziraat sahalarının yakınında irili ufaklı yerleşimlere ait kalıntılar bulunmuştur. Bunların en önemlisi 1928-29 yıllarında Sovyet arkeologlar tarafından kazıları yapılan ve kuruluşu M.Ö. III ile I. yüzyıllar arasına tarihlenen Ivolga’dır. Bugünkü Moğolistan’ın Ulan Ude şehrinin 100 km. güneyindedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Hunların en azından kışlaklarında yerleşik olduklarını düşünüyoruz. Tarım sahalarının yakınındaki bu buluntular, Hunların kışlakları olabilir. Hunların zirai faaliyetlerde zannedilenden daha ileri bir durumda olduğunu gördük. Bu durumda, Hunlar aynı anda yoğun bir biçimde hem hayvancılıkla hem de tarımla nasıl uğraşmışlardır gibi bir soru akla gelebilir. Hunların öncelikle hayvancılıkta uzmanlaştığını gördük. Bu Hunların temel ekonomik faaliyetidir. Fakat bir toplumun tamamının tek bir iktisadi faaliyetle uğraştığını söylemek biraz abes olur. Bazı Hunlar hayvancı iken, bazıları çiftçi olmuşlardır. Ticaret bölümünde de değineceğimiz gibi, Hun topraklarında zaman zaman Çin paraları kullanılmıştır. Demek ki Hun ülkesinde iç ticaret de yapılmaktaydı. İç ticaret takas vasıtasıyla da yapılmıştır. Hun ülkesinde Çin paralarının var olması, ülke içi ticaretin canlı olduğunun en büyük kanıtıdır.
Göçebeler mevsimsel göçleriyle uyumlu bir biçimde, küçük ölçekli tarım yapıyorlardı. Zengin aileler ise, çiftçilikte kendilerine yardım ederek ve hayvan sahipleri uzaktayken, ürünlere göz kulak olarak yanlarında çalışmalarına izin veriyorlardı239. Bu örnekleme Moğol göçebeler için geçerli gösterilse de Hun sistemi de bunun gibidir.
Tüm bu bilgiler ışığında denilebilir ki, Hunların içinde ağırlıklı olarak çiftçilik yapan yerleşikler de vardı. Bunun yanında bildiğimiz gibi Hun ailesi geniş babaerkil ailedir. Bütün kardeşler ve onların aileleri, büyükleriyle beraber yaşarlar. Aynı ailenin bir kısmı hayvancılıkla uğraşırken, bir kısmı da çiftçilik yapmış olabilir. Yukarıda aktardığımız gibi, bozkırlılar yaylaklarına gitmeden topraklarını ekerlerdi. Gelince de
hasat yaparlardı. Ancak ziraat yapılan toprağın tamamen başıboş bırakılmaması gerekir. Sulamanın ve gerekli bakımların yapılması için mutlaka arazinin başında birilerinin bulunması gerekir. Tarım arazilerini işlemek için hayvancılık faaliyetinde gerekenden daha fazla işgücüne ihtiyaç vardır. Bu nedenle toprak sahibi ailenin bir kısmı toprağın ve işçiler ile kölelerin başında bulunmalıdır. Hun ailelerinin bazılarının fertleri, hayvanların başında yaylaklara göç ederken ailenin diğer fertleri de ailenin işlenmiş topraklarının başında kalıyor olmalıydılar. Böylece kışlık tahıl ve hayvanlar için gerekli saman ve arpa da hazırlanmış oluyordu.
DİPNOTLAR:
224 Loewe Michael, The Former Han Dynasty.s. 162
225 Cahun Leon, Asya Tarihine Giriş, (Çev: Sabit İnan Kaya), Seç Yayın Dağıtım, İstanbul 2006, s. 37
226 Ögel Bahaeddin, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1981, Cilt I, s.
32-33
227 Eberhard Wolfram, Çin Tarihi, s. 20
228 Eberhard Wolfram, Çin Tarihi, s. 21
229 Eberhard Wolfram, Çin Tarihi, s. 22
230 McNeill William H., Dünya Tarihi, s. 51
Sarıtaş Eyüp, Çin’de Yapılan Arkeolojik Kazılara Göre İslamiyetten Önce Türklerde Kültürel Hayat, Scala Yayıncılık, İstanbul 2010, s. 139
232 M.Ö. 481-256 yılları arasında yaşanan bu dönemde, derebeylerinin hepsi imparatora bağlılık hislerini
kaybetmiş ve müstakil beylikler olarak hareket etmişlerdir. Zamanla 1000 derebeyliğinden sadece 14
tanesi kalmıştır. (Wolfram Eberhard, Çin Tarihi, s. 51)
233 Cosmo Nicola Di, Ancient Inner Asian Nomads: Their Economic Basis and Its Signifance In Chinese
History, The Journal Of Asian Studies, Vol: 53 No:4, Kasım 1994, s. 1092-1126
234 Cosmo Nicola Di, Ancient Inner Asian Nomads, s. 1098
235 Rona-Tas Andras., Some Data on The Agriculture Of The Mongols, Opuscula Ethnologica Memoriae Ludovici Biro Sacra, s. 443-72, Budapest, 1959: Akademiai Kiado. Nakleden: Nicola Di Cosmo, Ancient Inner Asian Nomads, s. 1100
Cosmo Nicola Di, Ancient Inner Asian Nomads, s. 1101 Cosmo Nicola Di, Ancient Inner Asian Nomads, s. 1102
Sarıtaş Eyüp, İslamiyetten Önce Türklerde Kültürel Hayat, s. 143 Cosmo Nicola Di, Ancient Inner Asian Nomads, s. 1094
KAYNAK: Asya Hunları’nda İktisadi Hayat. Murat Öztürk. F.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı. Doktora Tezi. Elazığ 2013. s. 111-123
Bedevilerde, Moğollarda olduğu gibi, bir zamanlar Türkler de tahılla beslenmekteydi, onun aşlığa yani darı, arpa ya da kara buğday haşlamasına ihtiyacı vardı. Şüphesiz bunu süt, yağ ve peynirle de cömertçe çeşnilendirmekteydi. İlkbaharda sofrasına, kısrak sütü kımızı da eklemektedir. Bayram günlerinde ya da misafirperverlik görevini yerine getirmesi gerektiğinde, sürüsünün azalmasına katlanıp bir tay ya da koyun kesip etini yerlerdi. Başka zamanlarda ölen hayvanlarınki dışında et yemezlerdi.
Yani bugün de olduğu gibi hayvanların kendisiyle değil, kumaş ve tahıl gibi şeyler karşılığında yerleşiklere verdikleri hayvansal ürünlerle geçinmekteydiler. Yerleşecek verimli bir toprak bulduklarındaysa gönüllü olarak çiftçilere dönüşürlerdi225. Hunlar zannedildiği gibi, beslenmek için sürekli sürülerinden hayvanları kesmezlerdi. Dini törenlerde kesilen çok sayıda hayvan, uzun müddet kendilerine yeterdi. Et kurutularak tüketilirdi. Böylece uzun süre muhafaza edilmesi mümkündü. Bunun dışında bozkırlının hayvan kesmesi, bir tüccarın bedelsiz olarak mal dağıtmasına benzer. Hayvan Hunların geçim kaynağıdır ve sürünün sayısı gereksiz yere azaltılmamalıdır. Bu nedenle Hunlar, ihtiyaçlarını karşılamak için ticaretle ve tarımla uğraşmışlardır. Bu tarım faaliyeti elbette Çin’deki kadar uzmanlaşmış bir şekilde ve geniş çaplı yapılmamıştır. Amaç iç talebi karşılayabilmektir. Hunların tarım yoluyla zenginleşmek gibi bir hedefleri hiçbir zaman olmamıştır. Hunların en büyük zenginlik alameti, sahip olunan hayvan sayısıydı.
İktisatta dışa bağımlılık, devletlerin uzak durmak istedikleri bir durumdur. Bir devletin tamamen kendisine yetmesi mümkün değildir. İnsanın bütün ihtiyaçlarını kendi başına karşılayamadığı gibi devletler de ihtiyaçlarının tamamını karşılayamaz. Bunun, en başta coğrafya olmak üzere, çeşitli nedenleri vardır. İnsanların kendi aralarında yaptığı ticareti, devletler de kendi aralarında yaparlar. Ancak devletler, özellikle temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için dışa bağımlılığı azaltmaya çalışırlar. Dışa bağımlılık kaçınılmazsa ithal edilen ürün, başka devletlerden alınmaya çalışılır. Türkiye bugün, yurt dışından doğalgaz ve petrol almaktadır. Türkiye, temel ihtiyaçlar için gerekli olan bu enerji kaynaklarını satın aldığı ülkelerin sayısını arttırmaya gayret ederek, olası risklerin önüne geçmeye çalışmaktadır. Bir taraftan da kendi topraklarında bu enerji kaynaklarını bulabilmek amacıyla çeşitli çalışmalar yürütmektedir. Burada hedef, stratejik değeri yüksek bu ürünlerin her ülkeden en az miktarda alınmasını sağlayarak, tek bir ülkeye bağımlı kalmamaktır.
İnsanın var olduğu günden beri en önemli ihtiyacı beslenme ihtiyacıdır. Beslenme gereksinimi hiç bitmez. Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, insanın bu gereksinimi değişmeyecektir. Dolayısıyla ziraat, ilk yapılmaya başlandığı günden bu yana, stratejik önemini korumuştur. Bugün ziraatin önemini kavrayamayan bazı kişiler, gelişmiş ülkelerin ekonomisinde tarımın ağırlığının az olduğunu, teknolojik yatırımların ve hizmet sektörünün ağırlığının fazla olduğunu ileri sürerler. Bu doğrudur ancak yanlış yorumlanan nokta şudur: Bu devletler tarım üretimlerini azaltarak, başka ülkelerden
şeker, buğday gibi temel gıda maddelerini ithal ederek gelişmiş bir ekonomiye sahip olmamışlardır. Tarım üretimini azaltan gelişir diye düşünmek iktisadı bilmemekten ileri gelir. Bu büyük ekonomiler, öncelikle kendilerine yetmiş, fazla ürünlerini ihraç ederek büyümüşlerdir. İhraç edilen ürünlerin içinde her sektöre ait ürün görmek mümkündür. Ekonomi büyüdükçe, önce sanayi, sonra da hizmet sektörü büyüyerek ürettikleri iktisadi değerlerin niceliğini arttırmışlardır. Bu sektörler büyürken tarım da büyümeye devam etmiştir ancak tarım sektöründeki büyüme, uzun yıllardır tarım yapıldığından, bu derece hızlı olmamıştır. Bu nedenle, gelişmiş ekonomi tarım üretimini azaltmış gibi görünmektedir. Ancak yeni sektörlerin ortaya çıkması ve hızlı gelişmesiyle tarımın sadece gayrı safi yurt içi hâsıladaki payı azalmıştır. Aslında üretilen toplam değer artmıştır. İşte bu değişimi anlayamayan zihniyet, sanki insanlar beslenmenin farklı bir yolunu bulmuş gibi, ekonomide ilerlemenin yolunun zirai üretimi azaltmaktan geçtiğini öne sürer. Ancak insan biyolojisi değişmeyeceğinden, tarım her daim önemini koruyacaktır. Ve tarımda dışa bağımlılık, sessiz bir tehlikedir. Sonuçları ağır olabilir.
Klasik dönemde de tarımın önemi, en az bugünkü kadar yüksekti. İşte bunun farkında olan Hunlar, tahıl için, bölgenin ziraat devi Çin’e tamamen bağlanmanın felaket olacağının bilincindeydiler. Hunların tarım ürünü alabilecekleri tek komşuları Çin’di. Hunların tahıl ithal ettikleri ülkeleri çeşitlendirme şansları yoktu. Böyle olunca ya tamamen Çin’e bağlı kalacaklar ya da kendi ziraatlerini yapacaklardı. Hunlar ikinci seçeneği tercih ettiler. Ticaretle, vergilerle, yağmalarla tahıl alınabiliyordu ancak bu ihtiyaç sürekliydi. Çin güçlendiğinde, bu tahıl temin vasıtalarının hepsini ortadan kaldırabilirdi. O zaman Hunlar da tahılsız kalacak ve açlıkla yüz yüze gelmeleri kaçınılmaz olacaktı. Bu nedenle Hunlar kendi tarım ürünlerini üreterek, en azından kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmeye çalışmışlardır. Böylece Çin’e bağımlılık azaltılmıştır. Hunlar çok rahat yağma yapabildikleri dönemlerde tarım yapmayı azaltmış olabilirler ancak hiçbir zaman tarım yapmaktan vazgeçmemişlerdir. Ancak tekrar belirtmek gerekir ki, bu faaliyet sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir.
Hunların tarım yapmaya ilk nasıl ne zaman başladığı konusuyla ilgili bilgiler biraz efsanevi de olsa değerlidir. Eski çağlarda Çin’in Shen-si gibi ana bölgelerinde, sığır ve koyun sürüleri güden, Altay ve Tibet kavimleri dolaşıyorlardı. Yine aynı bölgenin, güneydoğu bölgelerinde oluşan Yang-shao Kültürü ile Hsia Devleti’nde ise, ziraat kültürü gelişmeye başlamıştı. Hsia Devleti yıkılınca, kuzeye kaçan ziraatçılar, hayvancıların arasına girmiş ve onlara ziraat öğretmeye başlamışlardı. Ziraatçı Liu,
eskiden darı işleri veziri (Hou-tsı) olan atasının yaptığı işleri, orada da sürdürdü. Sabanlama ve tohum ekme işlerini, durmadan yoluna koydu. Böylece ekin ekmeye uygun tarlalar yaptırdı. Bölgesini Ch’i ve Ch’ü ırmaklarından, Wei ırmağını kadar uzattı. Faydalı ve yararlı bir tarım ile bitki bölgesine sahip oldu. Konargöçer kavimleri de yerleştirmeyi başardı. Yerleşik hayata geçen bu kavimler ise mal ve mülk sahibi oldular. Halk bolluk içinde yaşamaya başladı. Yüzlerce boy onlar için, kalplerinde sevgi ve saygı beslediler. Birçokları da yerlerini bırakarak onlara geldiler ve onların himayesine sığındılar. Bu çağlarda artık Chou Sülalesi’nin yıldızı parlamıştı. Bu bilgi yarı yarıya mitolojiktir. Bu kaynakta adı geçen darı işleri veziri mitolojik bir kişidir. Aynı zamanda bu kişi Çin mitolojisinde Bereket Tanrısı olarak da görülür226. Bu bilginin, özellikle Hsia Sülalesi ile ilgili bölümünün mitolojik olduğu kesindir. Zaten Hsia Devleti’nin kendisi de biraz mitolojiktir. Var olup olmadığı dâhi belli değildir ancak anlatılanlar Chou Devleti’ne dek ulaşmaktadır. Fakat bu mitolojik kayıtları yabana atmamak ve dikkatli değerlendirmek gerekir.
Ögel’in De Groot’dan yaptığı alıntıları kendi yorumları ile harmanladığı yukarıdaki satırlarda Yang-shao Kültürü ile ilgili ifadeler geçmektedir. Adını İsveçli araştırmacıların onu buldukları Honan eyaletinin batısındaki prehistorik yerden almıştır. Çok güzel olan çanak ve çömlekleri bu kültür için tipiktir. Bu çanak çömlekler boyalıdır ve renkleri kırmızı, beyaz ve siyahtır. Halk köylerde otururdu, çünkü ziraatle oldukça meşgul olurlardı. Fakat bundan başka hayvan da beslerlerdi. Bu onların, ekonomilerinin esasını teşkil etmiş gibi görünüyor. Aletlerinin çoğu taştan olup, pek azı kemiktendi. Baltaları dört köşeli balta tipindeydi. Maden onlarca meçhuldü227. M.Ö. iki binli yıllara tarihlenen Yang-shao Kültürü’nün boyalı çanak çömlekleri ile Ön Asya’da bulunan benzer buluntular arasında bazı benzerlikler tespit edilmiştir. Yang-shao buluntularının daha yeni olanları Batı Çin’de bulunmuştur. Daha eski tabakalar ise Orta Çin’de bulunmuştur. Burada Hint Avrupa etkisi olduğunun iddia edenlerin savı, haliyle çürümüştür. Yang –shao malzemelerinin bulunduğu yerlerde eski Çin’in iskân izlerine pek rastlanmamaktadır. Bu kültürün bulunduğu bütün bölgelerde Tibet kabileleri galiba Türklerle karışmış olarak yaşamakta idiler. Yang-shao kültürü, içerisinde en kuvvetlisi Tibet unsuru, sonra Türk ve bunlara ilaveten daha zayıf bir unsur olarak Tai kavimlerinin unsuru bulunan çok karışık bir kültür olacaktır. Eğer bu kabul edilecek
olursa, Çin’deki boyalı çanak çömleğin benzer izlerinin Doğu Türkistan’da bulunmasının sebebi de anlaşılabilecektir. O halde Türk kavimleri tarafından yapılmış olacaklardır. Fakat diğer taraftan da bazı Tibet kabilelerinde, örneklerin Yang-shao kültüründekilere benzeyen boyalı tahta kapların, hâlâ bugün bile kullanılmasının sebebi de anlaşılacaktır228. Yang-shao kültürünün Çinlilere ait olduğu ileri sürülmüştür. Ancak daha önce de bahsettiğimiz gibi, eski çağ Orta Asya’sında kültürler hep iç içe geçmiştir. Farklı kültürler birbirine yakın coğrafyalarda yaşamıştır. Ancak kültürlerin çerçeveleri belirlendiğinde ve kavimler bu kültürlerin içine yerleştirildiğinde, kimin hangi kavime mensup olduğu daha rahat anlaşılabilir. Böylece hangi kavimin hangi dönemde, nerede yaşadığı da anlaşılır.
Yang-shao kültürüne ait malzemelerin, ağırlıklı olarak Türk ve Tibet kavimlerinin yaşadığı sahalarda bulunması gerçekten ilgi çekici bir bilgidir. Yukarıda Ögel’den aktardığımız mitolojik bilgileri içeren satırlarda Yang-shao Kültürü döneminde tarım yapıldığını gördük. Bulunan malzemelerden de bu rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Eberhard da bu kültüre mensup kişilerin tarımla yoğun bir şekilde uğraştığını söyler. Buradan M.Ö. iki binli yıllarda, ziraat yapan Türk kavimlerinin var olduğu sonucu rahatlıkla çıkarılabilir. Buradaki en önemli veri, Yang-shao çanak ve çömleklerinin bulunduğu coğrafyadır. Bu dönemde Çinliler daha doğudadır. Bu dönemde Çinlilere atfedilen kültür Lung-shan Kültürü’dür. Bu kültür de Yang-shao gibi, dönemi için ileri sayılabilecek bir kültürdür. Kullandıkları kapların şekilleri, bilâhare Çin ve zaten bütün Doğu Asya çanak çömleği için tipik kalmıştır. Bu Lung-shan kültürüne, sonraki Çin kültürünün mübeşşiri adı verilebilir229.
Yang-shao kültürü mensuplarının büyük çoğunluğu Tibetlilerdir. Ancak az ya da çok sayıda Türk kavimi de vardır ve bunlar ziraatçidir. Bizim için önemli olan tarım yapan Türklerin sayısı değil; bu tarihlerde Türklerin tarımla uğraşmış olmasıdır. Burada sabanın kullanılıp kullanılmadığı konusunda net bir şey söylemek zordur. M.Ö. 3000’den önce, ama olasılıkla çok önce olmayan bir tarihte, bir yerlerde insanlar, hayvanların gücünün tarım işlerine nasıl koşulacağını öğrendiler. Bunun önemli sonuçları oldu. Tahıl yetiştiriciliğiyle hayvan besleyiciliğini birbirlerine bağımlı kılarak, daha önce görülmemiş bir biçimde birleştirdi. Böylece tarım olgunlaştı230. Yang-shao kültürü mensupları saban kullanmış olabilirler. Sabanın bulunmasından yaklaşık bin yıl
sonra bu kültürün izleri görülmüştür. Aynı zamanda hayvan da besleyen bu insanların saban kullanmış olması olasıdır.
Yukarıda aktardığımız bir başka ifade de Hsia Devleti yıkıldıktan sonra, çiftçilerin kuzeye göç ederek, kuzeylilere tarımı öğrettiğidir. Bu dönemde kuzeyde de tarım yapılmış olabilir. Hsia Devleti’ne atfedilen saltanat tarihleri M.Ö. 1800-1500 arasıdır. M.Ö. 1500’den sonra kuzeye giden çiftçiler ziraat tekniklerini de kuzeye taşımış olabilirler. Fakat bu konuyla ilgili yeterli verimiz olmadığından fazla yorum yapamayacağız. Bizim için önemli olan Türklerin ilk olarak ne zaman tarım yapmaya başladığıdır.
Zamanla hayvancılığın, özellikle hayvan sayısının ve çeşidinin artmasıyla, ilerlemesi sonucu ziraatin ekonomi içindeki payı azalmıştır. Burada yağma akınları, pazarlar ve Çin’in vergiye bağlanması vasıtasıyla tahıl alınması, Hunların tarımı azaltmalarının en önemli sebebidir. Fakat bu zaman zaman yaşanan, kısa süreli, geçici bir durum olmuştur. Sadece yağma yapmanın çiftçilikten daha kolay olduğu, yani Hunların güçlü, Çin’in zayıf olduğu dönemlerde tarım üretimi azalmıştır. Ancak dört mevsim neredeyse her gün tahıla ihtiyaç duyulması sebebiyle, Hunlar çiftçiliği hiçbir zaman tamamen terk etmemişlerdir.
Hatta Hunlar bu faaliyette, sanılanın aksine, sulama kanalı açmak ve saban gibi, o dönem için ileri teknikler de kullanmışlardır. Prof. Ögel, Altay bölgesinde Hun çağında açılmış sulama kanallarına rastlandığını, Başkaus bölgesinde, Çalışman Nehri yakınlarında, sulama kanallarının izlerini açık olarak bugün bile görüldüğünü vurgulamaktadır. Arkeolog Kisilev, Altay Dağı bölgesinde bulunan Tötö Kanalı’nın M.Ö. I. yüzyılın başlarında yapılmış olabileceğini belirtmektedir231. Sulama kanallarının yapımının uzmanlık ve iyi bir organizasyon gerektirdiğini Sümerler örneğinde gördük. Demek ki Hunlar da aynı sistemle bu kanalları açmışlardır. Ayrıca M.Ö. I. yüzyılın sonları, Hunların zayıflamaya başladığı dönemlerdir. Bu dönemde Çin’den vergi ve yağma yolu ile tahıl elde etmenin zor olduğu yıllardır. O nedenle Hunlar zirai tekniklerde mecburi bir ilerleme sağlamış olabilirler.
Bunun yanında, bazı Hun mezarlarında yapılan kazılarda çapanın bulunması da dikkat değerdir. İç Moğolistan’da arkeologlar, Hun mezarlığı ve Savaşan Devletler232 dönemiyle çağdaş yerleşim kalıntıları bulmuşlardır. Dahası, demir çapa, demir keser ve bazı taş aletler gibi tarım araç gereçleri de aynı mezarda ok başı gibi diğer tipik Hun objeleri ile beraber bulunmuştur233. Hun mezarlarında bulunan demir çapa ve keserden başka, pek çok benzer demir ve bronz alet henüz kazı yapılarak çıkarılmamıştır. Arkeologların bulunan mezarlıkla, yerleşim yeri arasındaki yakın ilişki ile ilgili şüpheleri yoktur. Erken dönemde bu bölgede tarım aletlerinin yaygın kullanımı bilgisiyle, Hun yerleşim yerlerinde daha sonra Sovyet ve Moğol arkeologlar tarafından yapılan kazılarda elde edilen verilerle, yerleşimin göçebelerin tamamen bölgede göründüğü dönemde de var olduğunu söylemek mantıklı olacaktır. Tarım toplumlarının Çin’den tamamen izole olmadan fakat tamamen göreceli bir özerklik biçiminde geliştiği söylenebilir234. Çinli arkeologlar bu görüşlerden farklı olarak, bu ziraat yapan yerleşik Hunların, Çin’in bir parçası, Çin’den ayrılıp kuzeye göç eden Çinliler olduğunu iddia etseler de Hun mezarlarında bulunan ve Çin kültüründen ayrılan tipik Hun eşyaları, bu temelsiz görüşleri çürütmektedir. Mezarlarda bulunan demir çapa gibi aletler ortak olabilir. Ancak tipik Hun askeri malzemesi olan ok başı bu iddiaları çürütmeye yetmektedir. Ok başı gibi pek çok başka buluntu da bu mezarlarda mevcuttur.
Bu arkeolojik veriler, üzerinde fazla yorum yapmaya gerek bırakmayacak kadar sağlam verilerdir. Hunların savaşan devletler döneminde, yani M.Ö. 5 ve 3. yüzyıllarda tarım yaptıklarını ispatlayan bu buluntular aynı zamanda Hunların, bildiğimiz devlet düzenine geçmeden çok önce şehirleşme, demiri işleme gibi faaliyetler yaptıklarını da gözler önüne serer. Hunların devlet kurmalarını daha önce tartışmıştık. Kaynakların bize Hunlardan bahsetmeye başladığı yılları, Hunların kuruluş tarihi olarak kabul etmek bir yanılgıdır. Aslında kaynaklar Hunların öncesinden de bahsederler fakat Shan-yü ve kavimlerin önde gelen kişilerinin isimleri geçmez. Sadece şuraya saldırdılar, sonuçları şu şekilde oldu gibi ifadeler görülmektedir. Bunları görmüştük. Burada ziraat ile ilgili verdiğimiz bilgiler de Hunların M.Ö. 3. yüzyıldan çok önce teşkilatlı bir şekilde tarih sahnesinde yer aldığını göstermektedir. Burada, bu tarım yapan kavimlerin daha sonra Hunlar tarafından itaat altına alınmış, Hunlardan ayrı bir kavim olabileceği ihtimali akla gelse de mezarlarda bulunan tipik Hun malzemeleri bu düşünceyi çürütmektedir. Çiftçilik yapan bu insanlar Hunlardır.
Ziraat için seçilen sahalar genellikle, nehir yatakları kenarında bulunan dar, uzun şerit biçiminde arazilerdi. Toprak tahtadan yapılmış sabanla açılır ve arpa, buğday ve çavdar tohumlarından biri ekildikten sonra, büyük toprak parçaları çıplak elle
parçalanırdı. Bu çalışmalardan sonra göçebeler yazın, yaylaklarına giderler ve sonbaharda ekili alanlarına geri döndüklerinde hasat yaparlardı. Rona-Tas’a göre Bugünkü Moğolistan’da tahıl hasadı orak kullanılmadan elle yapılırdı. Toprağı sürme ise at ya da öküzle yapılırdı. Daha sonra iki ya da üç kişi tahta kürek kullanarak, buğdayı samandan, çöplerden ayırmak için ürünü yayarlardı. Sonra artık olarak kalan saman, 50 cm. derinliğinde ve 50 ile 70 cm arasında genişlikte buğdayın depolanacağı küçük çukurları çizgilerle belirlemek için kullanılıyordu. Değirmen taşları, değirmenlerde atlar tarafından çekilerek, öğütme işlemi için kullanılıyordu235. Rona-Tas’ın bu değerli çalışması, aynı zamanda, bugünkü Moğolistan’ın iç bölgelerinde bulunan tohum ve değirmen taşlarının kime ait olduğu konusunda da bizlere fikir vermektedir. Bugünkü Moğolistan topraklarında, antik dönemde yapılan ziraat faaliyetleri ile ilgili bu değerlendirmeler, Hunlardan öncesine aittir ve bu bölgede tarımın kadim çağlardan itibaren yapıldığının delilidir.
Hunlar yaşadıkları dönem için ileri teknikler kullanarak tarım yapmışlardır. Bu tekniklerden biri de yukarıda gördüğümüz gibi saban kullanımıdır. Saban ilk kez M.Ö. üçüncü binlerde kullanılmaya başlanmıştır. Sabanda hayvan gücü kullanılır. Temel iktisadi faaliyeti hayvancılık olan Hunlarda sabana koşulacak türden çok sayıda hayvan vardı. Özellikle öküzün ağır yükleri çekmek dışında bir vasfı yoktu. En önemli hayvanlarından biri sığır olan Hunların, haliyle çok sayıda öküzü de vardı. Bunun yanına katır ve at da eklenince, sabana koşulacak hayvanları bulmak gibi bir problemi Hunlar hiç yaşamamışlardır. Hayvan sıkıntısı olmadığından geriye sadece sabanı yapmak kalıyordu. Bugünkü Moğolistan’ın iç bölgelerine, yani Hun topraklarına sabanın nereden geldiği bilinmemektedir. Sabanın Hunlara Çin’den gittiği yönünde görüşler varsa da, bu görüşleri ispat etmek pek kolay değildir. Çünkü yapılan kazılarda, Hun topraklarında Han döneminden çok öncelerine ait sabanlar bulunmuştur. Tarihçilerin çoğu, sabanın ilk kez Mezopotamya ve bugünkü ifadeyle Ortadoğu bölgelerinde bulunduğu hususunda hem fikirdirler. Eğer bu görüş doğruysa ve saban bu bölgeden tüm Dünya’ya yayıldıysa, Önce Çin’e sonra da bozkırlara gelmiş olabilir. Bu bir ihtimaldir. Ancak Mezopotamya’da insanlar saban kullanırken, İç Asya’da da insanlar, bir süre sonra sabanı icat edip kullanmaya başlamış olabilirler. Dolayısıyla, Hunların sabanı nasıl bulduğu konusunda kesin bir şey söylemek pek mümkün değildir.
Fakat kesin olan bir şey varsa, sabanın bu bölgede Hunlardan önce ve daha sonra Hunlar tarafından da kullanıldığıdır. İlk örnekleri yukarıda belirttiğimiz gibi tahta olan sabanın Hunlara ait olanları demirden yapılmıştır.
Moğolistan’ın başkenti Ulan Batur’un güney batısında bulunan Bajan Chongor bölgesinde yapılan kazılarda, kayaların üzerine çizilmiş saban resmi bulunmuştur. Alman arkeolog Ditmar Lauer’in aktardığına göre bu resimler, M.Ö. 8. yüzyıla, İskit dönemine ya da M.Ö. 3. Yüzyıla, Hun dönemine tarihlenmektedir. Bu tarihleme, eğer doğruysa, bu bölgede saban kullanımı Hunların ilk dönemlerine ve hatta belki de onlardan daha eski dönemlere kadar gitmektedir236. Bu tarihlemeyle, sabanın önce Karadeniz’in kuzeyindeki İskitlere gittiği, sonra Hunlara geldiği ve Hunlardan da Çin’e gitmiş olabileceği de düşünülebilir. Ancak bu görüş sadece bir varsayımdır.
Bu kaya resimlerinden başka, bu alanlarda zirai faaliyetlerin yapıldığını gösteren daha sağlam kanıtlar vardır. Sovyet Rusya döneminde yapılan çalışmalar, bu bölgede Hun döneminden önce, demir sabanın kullanıldığı gelişmiş bir tarımın var olduğunu uzun zaman önce ortaya koymuştur. Bu kazılarda demir sabanın yanı sıra değirmen taşları ve büyük miktarda tohum bulunmuştur. Bu, Mançurya ve Baykal Gölü’nün kuzeyinde, sadece ilkel çapa tarımının değil, daha gelişmiş saban tarımının hayvan gücüyle yapıldığını gösterir. Bunun yanında, Baykal Gölü bölgesinde bulunan Neolitik Çağ (M.Ö. 5000 evveli ve M.Ö. 1600 arası)’a ve Bronz Çağı (M.Ö. 1600-M.Ö. 800)’na ait taştan yapılma çapa ve aynı dönemlere ait Mançurya’da bulunan taştan yapılma saban, ziraatin bölgede çok erken dönemlerde başladığını gösterir. Ayrıca bu buluntular, Geç Bronz ve Demir Çağlarında tarımın, göreceli olarak daha karmaşık bir yapıya ulaştığının da ispatıdır237. Bundan başka Noin-Ula’da bir kurganda sabanla birlikte bulunan darı tohumları, Hunların ileri seviyede ziraat yaptığının kanıtıdır.
Ancak Hunlar verimli toprakları, özellikle Gobi Çölü’nün güney bölümleri ile Türkistan’ı (Sin-kiang) içine alan batı bölgelerini kaybettikleri zaman, aynen hayvancılıkta olduğu gibi, ziraat yapmakta da zorlanıyorlardı. Bunun sebebi iklimin ve coğrafi şartların nispeten tarıma elverişsiz oluşudur. Sadece kuzey bölgelerde yapılan zirai faaliyetler de nüfusun tamamının ihtiyacını karşılamaya yetmemiştir. Hunlar kuzeye itilmeleri, zirai faaliyetlerin de eskisi gibi verimli olamamıştır. İklim hayvanları da olumsuz etkileyince Hunlar için hayat oldukça zorlaşmıştır. Nitekim Han Hanedanı kitabındaki Hunlar kısmındaki bir kayda göre, M.Ö. 88 yılı sonbaharında aralıksız yağan yağmurlar ve birkaç ay boyunca devam eden kar yağışı nedeniyle Hunların hayvanları ölmüş, tahılları olgunlaşamamış ve halk arasında bulaşıcı hastalıklar
görülmeye başlamıştı238. Bu tarih Hunların güç kaybettiği ve Gobi’nin kuzeyinde kaldıkları dönemdir.
Arkeolojik veriler bahsettiklerimizle sınırlı değildir. Bugünkü Kazakistan topraklarında, Güney Sibirya’da, Gobi Çölü’nün güneyinde de benzer Hun araç gereçleri bulunmuştur. Burada sadece birkaç önemli örnek verdik. Tarımla uğraşan Hunların haliyle yerleşim yerleri de olmalıdır. Yapılan kazı çalışmalarında, ziraat sahalarının yakınında irili ufaklı yerleşimlere ait kalıntılar bulunmuştur. Bunların en önemlisi 1928-29 yıllarında Sovyet arkeologlar tarafından kazıları yapılan ve kuruluşu M.Ö. III ile I. yüzyıllar arasına tarihlenen Ivolga’dır. Bugünkü Moğolistan’ın Ulan Ude şehrinin 100 km. güneyindedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Hunların en azından kışlaklarında yerleşik olduklarını düşünüyoruz. Tarım sahalarının yakınındaki bu buluntular, Hunların kışlakları olabilir. Hunların zirai faaliyetlerde zannedilenden daha ileri bir durumda olduğunu gördük. Bu durumda, Hunlar aynı anda yoğun bir biçimde hem hayvancılıkla hem de tarımla nasıl uğraşmışlardır gibi bir soru akla gelebilir. Hunların öncelikle hayvancılıkta uzmanlaştığını gördük. Bu Hunların temel ekonomik faaliyetidir. Fakat bir toplumun tamamının tek bir iktisadi faaliyetle uğraştığını söylemek biraz abes olur. Bazı Hunlar hayvancı iken, bazıları çiftçi olmuşlardır. Ticaret bölümünde de değineceğimiz gibi, Hun topraklarında zaman zaman Çin paraları kullanılmıştır. Demek ki Hun ülkesinde iç ticaret de yapılmaktaydı. İç ticaret takas vasıtasıyla da yapılmıştır. Hun ülkesinde Çin paralarının var olması, ülke içi ticaretin canlı olduğunun en büyük kanıtıdır.
Göçebeler mevsimsel göçleriyle uyumlu bir biçimde, küçük ölçekli tarım yapıyorlardı. Zengin aileler ise, çiftçilikte kendilerine yardım ederek ve hayvan sahipleri uzaktayken, ürünlere göz kulak olarak yanlarında çalışmalarına izin veriyorlardı239. Bu örnekleme Moğol göçebeler için geçerli gösterilse de Hun sistemi de bunun gibidir.
Tüm bu bilgiler ışığında denilebilir ki, Hunların içinde ağırlıklı olarak çiftçilik yapan yerleşikler de vardı. Bunun yanında bildiğimiz gibi Hun ailesi geniş babaerkil ailedir. Bütün kardeşler ve onların aileleri, büyükleriyle beraber yaşarlar. Aynı ailenin bir kısmı hayvancılıkla uğraşırken, bir kısmı da çiftçilik yapmış olabilir. Yukarıda aktardığımız gibi, bozkırlılar yaylaklarına gitmeden topraklarını ekerlerdi. Gelince de
hasat yaparlardı. Ancak ziraat yapılan toprağın tamamen başıboş bırakılmaması gerekir. Sulamanın ve gerekli bakımların yapılması için mutlaka arazinin başında birilerinin bulunması gerekir. Tarım arazilerini işlemek için hayvancılık faaliyetinde gerekenden daha fazla işgücüne ihtiyaç vardır. Bu nedenle toprak sahibi ailenin bir kısmı toprağın ve işçiler ile kölelerin başında bulunmalıdır. Hun ailelerinin bazılarının fertleri, hayvanların başında yaylaklara göç ederken ailenin diğer fertleri de ailenin işlenmiş topraklarının başında kalıyor olmalıydılar. Böylece kışlık tahıl ve hayvanlar için gerekli saman ve arpa da hazırlanmış oluyordu.
DİPNOTLAR:
224 Loewe Michael, The Former Han Dynasty.s. 162
225 Cahun Leon, Asya Tarihine Giriş, (Çev: Sabit İnan Kaya), Seç Yayın Dağıtım, İstanbul 2006, s. 37
226 Ögel Bahaeddin, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1981, Cilt I, s.
32-33
227 Eberhard Wolfram, Çin Tarihi, s. 20
228 Eberhard Wolfram, Çin Tarihi, s. 21
229 Eberhard Wolfram, Çin Tarihi, s. 22
230 McNeill William H., Dünya Tarihi, s. 51
Sarıtaş Eyüp, Çin’de Yapılan Arkeolojik Kazılara Göre İslamiyetten Önce Türklerde Kültürel Hayat, Scala Yayıncılık, İstanbul 2010, s. 139
232 M.Ö. 481-256 yılları arasında yaşanan bu dönemde, derebeylerinin hepsi imparatora bağlılık hislerini
kaybetmiş ve müstakil beylikler olarak hareket etmişlerdir. Zamanla 1000 derebeyliğinden sadece 14
tanesi kalmıştır. (Wolfram Eberhard, Çin Tarihi, s. 51)
233 Cosmo Nicola Di, Ancient Inner Asian Nomads: Their Economic Basis and Its Signifance In Chinese
History, The Journal Of Asian Studies, Vol: 53 No:4, Kasım 1994, s. 1092-1126
234 Cosmo Nicola Di, Ancient Inner Asian Nomads, s. 1098
235 Rona-Tas Andras., Some Data on The Agriculture Of The Mongols, Opuscula Ethnologica Memoriae Ludovici Biro Sacra, s. 443-72, Budapest, 1959: Akademiai Kiado. Nakleden: Nicola Di Cosmo, Ancient Inner Asian Nomads, s. 1100
Cosmo Nicola Di, Ancient Inner Asian Nomads, s. 1101 Cosmo Nicola Di, Ancient Inner Asian Nomads, s. 1102
Sarıtaş Eyüp, İslamiyetten Önce Türklerde Kültürel Hayat, s. 143 Cosmo Nicola Di, Ancient Inner Asian Nomads, s. 1094
KAYNAK: Asya Hunları’nda İktisadi Hayat. Murat Öztürk. F.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı. Doktora Tezi. Elazığ 2013. s. 111-123
Hunlar ile Çin Arasında Ticaret
Gelişerek devam eden takas ticareti, artık Hun çağına geldiğimizde, olgunlaşmış bir biçimde karşımıza çıkmaktadır. Daha önce bahsettiğimiz ticaretin varoluş nedenleri, Hun toplumunda da vardı. Her alanda tam anlamıyla kendisine yetebilmesi mümkün değildi. Hunların pek çok iktisadi alanda kendilerine yettiklerini biliyoruz fakat tam anlamıyla hiçbir dış kaynağa ihtiyaç duymama söz konusu değildi. İşte bu nedenle Hunlar da hemen her toplum gibi ticarete ihtiyaç duymuştur.
Bir devlet ticareti, elde olmayan veya ihtiyaç duyulan malın fazlaca bulunduğu bir başka ülke ile yapar. Hunların kuzeydoğusundaki Moğol kavimleri ile batıdaki Yüeçiler, Hunlar ile benzer ekonomik faaliyetleri yürütmekteydiler. Bu nedenle Hunlar ile bu devletler arasında alışverişin olmadığını veya en azından sınırlı olduğunu söyleyebiliriz. Hunların en çok ihtiyaç duyduğu malları üreten ülke, güneydeki komşuları Çin’di. Çin’in ağırlıklı iktisadi faaliyeti tarımdır. Hunların bazen artan, bazen azalan tahıl ihtiyacını karışlayabilmek için Çin’den ticaret de dâhil olmak üzere, çeşitli yollarla faydalandığı biliyoruz. Ancak bu faydalanma tek taraflı olmamıştır. Hunların Çin mallarına ihtiyaç duyduğu gibi Çin de Hun mallarına ihtiyaç duymaktaydı. Çin’in ihtiyaç duyduğu malların başında hayvanlar, hayvansal gıda ürünleri, keçe, yün, deri ve kereste kütük gibi ağaç ürünlerinin yanı sıra, saf madenler ve bu madenlerden elde edilen silahlar ile günlük hayatta kullanılan çeşitli araç gereçler gelmekteydi. Açıkça görüldüğü gibi, Çin’in Hunlardan almak istediği malların çeşidi daha fazladır.
Hunlar çok çeşitli üretim faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Ancak ağırlıklı olarak yapılan faaliyet hayvancılıktı. Ancak hayvancılığı incelediğimiz ikinci bölümde de değindiğimiz gibi, hayvancılık faaliyetinin bazı riskleri mevcuttu. Hayvansal ürünlerin tarım ürünleri gibi depo edilememesi, hayvanların ömürlerinin belli bir döneminde verimli olup bir müddet sonra ölmesi, kıtlık, soğuk gibi sebeplerle ani olarak çok sayıda hayvanın kaybedilmesi gibi riskli durumlar, bozkır ekonomisinin dengelerini aniden sarsabiliyordu. Bu iç zayıflık, konar göçer devletlerin başarılı yöneticilerini daha güvenli bir ekonomik yapı geliştirmeye zorluyordu251. Çin ile yapılan ticaret, bu güvenli yapıyı oluşturabilmek için atılmış en önemli adımlardan biriydi. Shan-yü idaresindeki Hun yönetimi, Çin’den mal getirmek ve ticari fayda sağlamak için kullanılan göçebe
aşiretleri organize etmiştir252. Bu kişiler Hun tüccarlarıydı ve zamanla zenginleşerek, Hun elitleri arasına girmişlerdir.
DİPNOTLAR:
Barfield Thomas J. The Hsiung-nu Confederacy: Organization and Foreign Policy, The Journal Of Asian Studies, Vol: 41, No:1, November 1981, s. 45-61, s. 52
KAYNAK: Asya Hunları’nda İktisadi Hayat. Murat Öztürk. F.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı. Doktora Tezi. Elazığ 2013. s. 130-131
Bir devlet ticareti, elde olmayan veya ihtiyaç duyulan malın fazlaca bulunduğu bir başka ülke ile yapar. Hunların kuzeydoğusundaki Moğol kavimleri ile batıdaki Yüeçiler, Hunlar ile benzer ekonomik faaliyetleri yürütmekteydiler. Bu nedenle Hunlar ile bu devletler arasında alışverişin olmadığını veya en azından sınırlı olduğunu söyleyebiliriz. Hunların en çok ihtiyaç duyduğu malları üreten ülke, güneydeki komşuları Çin’di. Çin’in ağırlıklı iktisadi faaliyeti tarımdır. Hunların bazen artan, bazen azalan tahıl ihtiyacını karışlayabilmek için Çin’den ticaret de dâhil olmak üzere, çeşitli yollarla faydalandığı biliyoruz. Ancak bu faydalanma tek taraflı olmamıştır. Hunların Çin mallarına ihtiyaç duyduğu gibi Çin de Hun mallarına ihtiyaç duymaktaydı. Çin’in ihtiyaç duyduğu malların başında hayvanlar, hayvansal gıda ürünleri, keçe, yün, deri ve kereste kütük gibi ağaç ürünlerinin yanı sıra, saf madenler ve bu madenlerden elde edilen silahlar ile günlük hayatta kullanılan çeşitli araç gereçler gelmekteydi. Açıkça görüldüğü gibi, Çin’in Hunlardan almak istediği malların çeşidi daha fazladır.
Hunlar çok çeşitli üretim faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Ancak ağırlıklı olarak yapılan faaliyet hayvancılıktı. Ancak hayvancılığı incelediğimiz ikinci bölümde de değindiğimiz gibi, hayvancılık faaliyetinin bazı riskleri mevcuttu. Hayvansal ürünlerin tarım ürünleri gibi depo edilememesi, hayvanların ömürlerinin belli bir döneminde verimli olup bir müddet sonra ölmesi, kıtlık, soğuk gibi sebeplerle ani olarak çok sayıda hayvanın kaybedilmesi gibi riskli durumlar, bozkır ekonomisinin dengelerini aniden sarsabiliyordu. Bu iç zayıflık, konar göçer devletlerin başarılı yöneticilerini daha güvenli bir ekonomik yapı geliştirmeye zorluyordu251. Çin ile yapılan ticaret, bu güvenli yapıyı oluşturabilmek için atılmış en önemli adımlardan biriydi. Shan-yü idaresindeki Hun yönetimi, Çin’den mal getirmek ve ticari fayda sağlamak için kullanılan göçebe
aşiretleri organize etmiştir252. Bu kişiler Hun tüccarlarıydı ve zamanla zenginleşerek, Hun elitleri arasına girmişlerdir.
DİPNOTLAR:
Barfield Thomas J. The Hsiung-nu Confederacy: Organization and Foreign Policy, The Journal Of Asian Studies, Vol: 41, No:1, November 1981, s. 45-61, s. 52
KAYNAK: Asya Hunları’nda İktisadi Hayat. Murat Öztürk. F.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı. Doktora Tezi. Elazığ 2013. s. 130-131
Bursanın Fethi Ve Osman Gazinin Vefatı
Sultan Osman, Bursa’yı fethetmek ve Osmanlı Devleti’nin payitahtı yapmak istiyordu. Fakat Bursa’nın üzerine yapılacak sefer ve bu seferin icabı olan savaş çok kanlı olacağından, birçok insanın telef ve İslâm mücahidlerinin şehid sayısının artacağını, ileri görüş ve müslüman olmanın basiretiyle anladığından, Kaplıca ve dağ taraflarında iki hisar yaptırdı. Birisine, kardeşinin oğlu Aktimur’u, diğerine de Balabancık adlı mücahidi kumandan tayin ederek onlara: «Buradaki halkın kalbini fethetmeye bakınız. Çünkü Din’i Mübin-i İslâm, ilkönce insana hitab eder.» deyip nasihatte bulundu.
Aktimur ve Balabancık, sultanlarının tavsiyesine aynen uydular ve oradaki halkı kendilerine bağlamasını bildiler. O ahalide, onlara kendikilerinden yiyecek veriyorlardı. Bu davranışları sayesinde, Bursa muhasarası uzun sürmesine rağmen, müvahhidler hiç yiyecek sıkıntısı çekmediler.
Bursa muhasarası devam ederken, Sultan Gazi, Bolu, Kandıra, Akyazı ve Kanarya civan ile Sakarya nehrinin her iki yakasını da ele geçirdi. Buraları, savaşta başarı gösteren gazilere, yani mücahidlere tımar olarak verdi.
Bursa’nın muhasarası yedi yıl sürmüştü… Muhasaraya karşı koyan Bursa halkının takati kesilmişti… Sultan Osman Gazi ise, 70 yaşma varmış olmanın yükü ile birlikte, birbiri üstüne binen hastalıklarla boğuşuyordu… Buna rağmen Bursa Muhasarası O’nu düşündürüyordu.. H. 725 (M. 1325) Yılında, oğlu Orhan Bey’in başkumandanlığında bir ordu tertih etmiş ve kesin sonuç için Bursa üzerine göndermişti..
Bursa’nın fethinden 4 ay önce Şeyhi Edeb Ali 120 yaşında iken vefat etti. Şeyhin kızı, Sultan Osman Gâzi’nin hanımı Mal Hatun da vefat etti. Dedesi ve annesinin, vefatıyla Orhan Bey, çok üzüntülü bir haldeyken -Cenab-ı Hakk’m lütfuyia-Bursa’yı feth etti, Fakat sevinmeye fırsat bulamadı. Çünkü Sultan Osman Gazi de vefat etmiş bulunuyordu..
H. 726 (M. 1326) senesi, Ramazan’ın 12. günü Orhan Bey, Osmanlı Devletinin 2. Sultanı olarak tahta oturdu ve babasının nâşını, Bursa şehrindeki manastırın kubbesi altına defnettirmek için teşebbüse geçti…
Cennetlik Sultan Osman Gazi, orta boylu, karayağız, değirmi yüzlü, geniş omuzlu, ayakta durduğu zaman elleri dizlerinden aşağıya inerdi… Gayet mütevazı giyinir. Başına kırmızı çuhadan yapılmış Çağatayhlar biçiminde Horasanı giyerdi. Sevimli, tatlı dilli bir hükümdardı. Savaşlarda, sadece idare eden olarak değil, bilfiil savaşan bir mücahid olarak da kahramanlıkta eşsizdi. Âlimlere çok saygı gösterirdi. Tarih kitaplarında okuma-yazma bilmezdi diye yazarsa da, gürül gürül Kur’an-ı Kerim okuyan bir zata «okuma bilmez» demek, ne demektir, onu anlamak güçtür. Adaleti gerçekleştirmek en büyük meziyetiydi ve bunda da muvaffak olduğunu herkes tasdik ederdi.
Son söz olarak şunu deriz ki; üzerinde yaşadığımız bu toprakların fâtihlerinin atası olan Sultan Osman Gazi Hazretleri, yeni yetişen İslâm Neslinin dirilişini beklerken, İslâm Dini için bütün güçleriyle mücedeleye atılmış bu uğurda şehid olmuşları, cennetin kapısının önünde, yeşil örtüleri içinde karşılıyor, onları kutluyor… Yine islâm Dini için gazi olmuş kardeşlerimizi, ruh-u maneviyyesi ile müjdeliyor…
Aktimur ve Balabancık, sultanlarının tavsiyesine aynen uydular ve oradaki halkı kendilerine bağlamasını bildiler. O ahalide, onlara kendikilerinden yiyecek veriyorlardı. Bu davranışları sayesinde, Bursa muhasarası uzun sürmesine rağmen, müvahhidler hiç yiyecek sıkıntısı çekmediler.
Bursa muhasarası devam ederken, Sultan Gazi, Bolu, Kandıra, Akyazı ve Kanarya civan ile Sakarya nehrinin her iki yakasını da ele geçirdi. Buraları, savaşta başarı gösteren gazilere, yani mücahidlere tımar olarak verdi.
Bursa’nın muhasarası yedi yıl sürmüştü… Muhasaraya karşı koyan Bursa halkının takati kesilmişti… Sultan Osman Gazi ise, 70 yaşma varmış olmanın yükü ile birlikte, birbiri üstüne binen hastalıklarla boğuşuyordu… Buna rağmen Bursa Muhasarası O’nu düşündürüyordu.. H. 725 (M. 1325) Yılında, oğlu Orhan Bey’in başkumandanlığında bir ordu tertih etmiş ve kesin sonuç için Bursa üzerine göndermişti..
Bursa’nın fethinden 4 ay önce Şeyhi Edeb Ali 120 yaşında iken vefat etti. Şeyhin kızı, Sultan Osman Gâzi’nin hanımı Mal Hatun da vefat etti. Dedesi ve annesinin, vefatıyla Orhan Bey, çok üzüntülü bir haldeyken -Cenab-ı Hakk’m lütfuyia-Bursa’yı feth etti, Fakat sevinmeye fırsat bulamadı. Çünkü Sultan Osman Gazi de vefat etmiş bulunuyordu..
H. 726 (M. 1326) senesi, Ramazan’ın 12. günü Orhan Bey, Osmanlı Devletinin 2. Sultanı olarak tahta oturdu ve babasının nâşını, Bursa şehrindeki manastırın kubbesi altına defnettirmek için teşebbüse geçti…
Cennetlik Sultan Osman Gazi, orta boylu, karayağız, değirmi yüzlü, geniş omuzlu, ayakta durduğu zaman elleri dizlerinden aşağıya inerdi… Gayet mütevazı giyinir. Başına kırmızı çuhadan yapılmış Çağatayhlar biçiminde Horasanı giyerdi. Sevimli, tatlı dilli bir hükümdardı. Savaşlarda, sadece idare eden olarak değil, bilfiil savaşan bir mücahid olarak da kahramanlıkta eşsizdi. Âlimlere çok saygı gösterirdi. Tarih kitaplarında okuma-yazma bilmezdi diye yazarsa da, gürül gürül Kur’an-ı Kerim okuyan bir zata «okuma bilmez» demek, ne demektir, onu anlamak güçtür. Adaleti gerçekleştirmek en büyük meziyetiydi ve bunda da muvaffak olduğunu herkes tasdik ederdi.
Son söz olarak şunu deriz ki; üzerinde yaşadığımız bu toprakların fâtihlerinin atası olan Sultan Osman Gazi Hazretleri, yeni yetişen İslâm Neslinin dirilişini beklerken, İslâm Dini için bütün güçleriyle mücedeleye atılmış bu uğurda şehid olmuşları, cennetin kapısının önünde, yeşil örtüleri içinde karşılıyor, onları kutluyor… Yine islâm Dini için gazi olmuş kardeşlerimizi, ruh-u maneviyyesi ile müjdeliyor…
Kayı Boyu Ve Osmanlı Ailesinin Anadolu'ya Yerleşmesi
' Osmanoğulları âilesinin bilinen ilk ataları Gündüz Alp'tir. Gündüz Alp'in Söğüt’e gelmeden öldüğü biliniyor. Os-manoğulları âilesinin mensup olduğu Kayı Boyunu Söğüt'e Gündüz Alp'in oğlu Ertuğrul Bey getirmiştir. Ertuğrul Ga- zi'nin mezarı halen Söğüt'te bulunmaktadır. Kayı, kelimesinin anlamı güç ve kudret demektir.
Osmanlı Devletinin kurucusu ve devlete adını veren Ertuğrul Gazinin oğlu Osman Gazi, Kayı Boyıı'nnn "Beyi" idi. Kayılan, Oğuzların Bozok kolundan ve Gün Han soyundandı.
Kayı Boyu'nnn Anadolu'ya gelişi hakkında kaynaklar iki rivâyet nakletmektedirler. Birincisi, Kayılan, diğer Türk boyları gibi, 1071 Malazgirt Zaferinden sonra Anadolu'ya gelmişlerdi. İkincisi ise, Kayılan Anadolu'ya 13. yüzyıl ortalarına doğru, Orta Asya'da Moğol tehlikesinin belirmesinden sonra gelmişlerdir.
Kayı Boyu, Türkiye Selçuklu Sultanı I. Alâaddin Keyku- bad (1220-1237) devrinde Orta Anadolu'da Karacadağ yöresine yerleştirildi. Daha sonra Kayılan ikiye ayrıldılar. Bir kısmı güneye doğru gitti, bir kısmı ise, Ertuğrul Gazinin beyliğinde Söğüt'e yerleştiler. Söğüt, Bizans sınırında bir "Uç" bölgesiy- di. Kayılar burada BizanslIlarla mücadeleye giriştiler. Böylece, Ertuğrul Bey ve kendine bağlı olan küçük oymağı, Türkiye Selçuklu Devletinin "uç" teşkilatı içinde yerini almış oluyordu. Söğüt kışlıkları, Domaniç ise yaylaları idi. Ertuğrul Gazi, Kayı Boyunun beyi olması ve Binaznslılara karşı başarılı mücadeleler yapmış olması sebebi ile diğer uç boyları arasında ün kazanmış, sözü dinlenir olmuştu. Ertuğrul Gazi 1281 yılında doksan yaşlarında iken öldü. Yerine küçük oğlu Osman Bey, geçti. 1258'de Söğüt'te doğan Osman Bey, bu sırada 23 yaşında idi.
KAYNAK: Ana Hatlarıyla Siyasi Ve Kültürel Osmanlı Siyasi Tarihi. Veli Şirin. Marifet Yayınları. İstanbul. s. 20-21
Osmanlı Devletinin kurucusu ve devlete adını veren Ertuğrul Gazinin oğlu Osman Gazi, Kayı Boyıı'nnn "Beyi" idi. Kayılan, Oğuzların Bozok kolundan ve Gün Han soyundandı.
Kayı Boyu'nnn Anadolu'ya gelişi hakkında kaynaklar iki rivâyet nakletmektedirler. Birincisi, Kayılan, diğer Türk boyları gibi, 1071 Malazgirt Zaferinden sonra Anadolu'ya gelmişlerdi. İkincisi ise, Kayılan Anadolu'ya 13. yüzyıl ortalarına doğru, Orta Asya'da Moğol tehlikesinin belirmesinden sonra gelmişlerdir.
Kayı Boyu, Türkiye Selçuklu Sultanı I. Alâaddin Keyku- bad (1220-1237) devrinde Orta Anadolu'da Karacadağ yöresine yerleştirildi. Daha sonra Kayılan ikiye ayrıldılar. Bir kısmı güneye doğru gitti, bir kısmı ise, Ertuğrul Gazinin beyliğinde Söğüt'e yerleştiler. Söğüt, Bizans sınırında bir "Uç" bölgesiy- di. Kayılar burada BizanslIlarla mücadeleye giriştiler. Böylece, Ertuğrul Bey ve kendine bağlı olan küçük oymağı, Türkiye Selçuklu Devletinin "uç" teşkilatı içinde yerini almış oluyordu. Söğüt kışlıkları, Domaniç ise yaylaları idi. Ertuğrul Gazi, Kayı Boyunun beyi olması ve Binaznslılara karşı başarılı mücadeleler yapmış olması sebebi ile diğer uç boyları arasında ün kazanmış, sözü dinlenir olmuştu. Ertuğrul Gazi 1281 yılında doksan yaşlarında iken öldü. Yerine küçük oğlu Osman Bey, geçti. 1258'de Söğüt'te doğan Osman Bey, bu sırada 23 yaşında idi.
KAYNAK: Ana Hatlarıyla Siyasi Ve Kültürel Osmanlı Siyasi Tarihi. Veli Şirin. Marifet Yayınları. İstanbul. s. 20-21
Etiketler:
anadolu,
Gündüz Alp,
Kayı Boyu,
Osmanlı Ailesi,
osmanoğulları,
söğüt
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)