12 Nisan 2016 Salı

Sultan Osman Ve Bizans

Günden güne kuvvetlenmeye başlayan Osmanlı Devleti Bizans Kayserinin korkulu rüyası olmuştu. Çünkü Koyun hisar savaşının galip kumandanlarından Kara Ali Alp, önünde ki tekfur askerlerini kovalaya kovalaya birçok yerleri fethet meye başlamış, hatta Mudanya önündeki Kalo Limmi adasının bile zabtetmişti. Bu adaya şimdi (Emîr Ali) İmralı adası denir. Bu arada Marmara nahiyesi ile Keşten kalesi de Os­manlı topraklarına katılmıştı.

Bütün bunlar gözünün önünde cereyan ederken, Bizans Kayser’i, çareyi Asya’nın hakimi durumunda olan Gazan han’a kızını ve birçok hediyeler göndermekte bulmuştu. Ga­zan Han ölünce, Moğol tahtına geçen Hüdabende Mehmed Han, Kayser’in kızıyla evlenerek, onun hatırı için Türkmen Beylerİ’ne ve bilhassa Osman Bey’e; «Kayser Devleti, Moğol Hanlarıyla anlaşma yapmıştır, kimse onun memleketine el uzatmasın!» diye fermanlar göndermişti.

Sultan Osman, bu fermana çok kızdı. Derhal mücahidleri toplayıp İznik'e, oradan İstanbul Boğazı’nda bulunan İstavroz köyüne kadar olan bütün Kayser memleketlerini çiğneyip geçti. Koçhisar’ı, Lefke’yi ele geçirdi. Akhisar ve Geyve Tek­furları da kendisine boyun eğdiler.

Mihal Bey’in Müslüman Olması

Sultan Osman’ın halis dostu, Harmankaya Tekfuru Köse Mihal de müslüman olmuş ve Osmanlı Beylerinden biri ola­rak gerek kendini, gerek çocuk ve torunları, Osmanlı Devle­ti, dolayısıyla İslam Dini’ne büyük hizmetlere bulunmuşlardır.

Moğolların Kayser’e Yardımı

ühaniler Hükümdarı Hüdabende, karısının teşvikiyle Mo-ğollara, Bizans Kayser’ine yardım etmeleri için emirler gön­dermişti. Moğollar, Karahisar sahil şehrinde bulunan «Çavdar Tatarları» reisinin yanına toplanmaya başladılar. Sultan Os­man’ın düşmanı olan Germiyanoğlu’nun Türkmenlerinden bazıları da Tatarlar tarafına geçip büyük bir ordu meydana getirdiler.

İstihbarata çok önem veren Sultan Osman, bu ordunun Kütahya önlerine toplandıklarını haber alınca, oğlu Orhan Bey’i kumandan, danışmanlığına da Köse Mihal Bey’i vere­rek Eskişehir tarafına gönderdi. Bu sırada Tatarlar aniden müslümanlann pazarı olan Karacahisar pazarını basıp yağ­maladılar. Bu haber, Eskişehir taraflarında bulunan Orhan Bey’e geldiğinde, derhal harekete geçerek, yıldırım sür’atiyle Tatar Ordusunu Oynaşhisarı önünde yakaladı. Başlarında Çavdar aşireti reisi olduğu halde Tatarlar’ın hepsini yakaladı. Yenişehir’e götürdüğünde, babası Sultan Osman Gazi’den takdirkâr sözler işittiği ve ayrıca babasını hoşnut ettiği için sevindi. Esir ettiği Tatarlar’dan aldığı söz üzerine, kendilerini salıverdi. Bu olaydan sonra Çavdar Tatarları Osmanlı Devle­tine sadık kalmışlardır.

Tarih Öncesi Bakır Çağı

Bakır Taş Çağı veya Kalkolitik Çağ M.Ö. 5000-3000 arasında yaşanmış bir tarih öncesi dönemdir. Bakır Çağı’nın bir diğer adı Maden Taş Çağı’dır.

Dönem hakkında

Adını taşın yanısıra bakır kullanımından da alan Kalkolitik Çağ, kültür tarihinde ilk ön kent kültürlerinin başladığı dönem olarak bilinir. Yeni veriler, madenin ilk işlenmesinin Neolitik Çağ’ın Çanak Çömleksiz evresinde başladığını ortaya koymuşsa da, kullanımının çeşitlenmesi ve yaygınlaşması bu dönemde gerçekleşmiştir. M.Ö. yaklaşık 5000-3000 yılları arasına tarihlenen Kalkolitik Çağ, İlk, Orta ve Son olmak üzere üç aşamada incelenir.

Gelişkin tarım ve hayvancılık, değişimleri giderek çabuklaştıadamları, çeşitli zanaatçılar gibi farklı grupların yanısıra anıtsal mimari, savunma ve sulama sistemleri, uzak mesafe ticareti ile lüks/prestij maddelerinin ticareti gelişmiştir. Bu gelişim sonucu, Anadolu’da, söz konusu çağ yerleşme yerlerinin (Adana), Yumuktepe Tarsus, Mersin, Arslantepe (Malatya), Değirmentepe (Malatya), Girikihaciyan (Diyarbakır) sayılabilir.

Bakır Çağı aynı zamanda Kalkolitik Çağ demektir. Bakır Çağı yani Kalkolitik Çağ kendi dönemi içinde iki döneme ayrılmaktadır. Bunlar ise,

- Erken Kalkolitik
– Geç Kalkolitik

Erken Kalkolitik
Geç Neolitik dönemde yaşanan yangınlardan sonra ileri üretici dönem denen Kalkolitik dönem başlamıştır. Bu dönemin en önemli özelliği taş aletlerin yanısıra bakırın da kullanılmaya başlamasıdır. İkinci belirgin özellik ise özgün bezemeli kaplardır. Kalkolitik Çağın ilk evresi olan Erken Kalkolitik’te nüfus artışıyla birlikte yerleşim yerlerinde de bir artış görülmektedir. Önemli yerleşim yerleri arasında Hacılar, Kuruçay, Can Hasan, Köşkhöyük, Yümüktepe, Tülintepe, Norşuntepe, Korucutepe,Kurban Höyük, Samsat ve Tilkitepe sayılabilir. tüm bu yerleşimlerin yanısıra Doğu Anadolu’da, günümüz Malatya şehrinin sınırları içersinde yer alan Aslantepe (Eski Malatya)yerel kalkolitik kültürlerin anlaşılması ve doğru algılanması için oldukça büyük bir önem taşımaktadır. Mezopotamyanın etkisi ile bölgede bir kentleşme sürecinin başladığı fikiri Aslantepe ve Hacınebi (Şanlıurfa)gibi kazılardan elde edilen buluntularla değişmiş. Anadolu yerli insanının da kendi içersinde bir şehirleşme sürecine girmiş olduğu anlaşılmıştır.

Geç Kalkolitik
İkinci evreyi oluşturan geç kalkolitik dönem kabaca M.Ö. 4. bine tarihlenir. Anadolu bu dönemde büyük olasılıkla Boğazlar üzerinden gelen göçlere sahne olmuştur. Buna bağlı olarak nüfus artmış ve yeni yerleşim yerleri ortaya çıkmıştır. Artık Anadolunun bütününde homojen bir kültürden söz etmek söz konusu değildir. Göçlerle gelen etkiler sonucu eski ince kap formlarının yanında onlardan tümüyle farklı, siyah zemin üzerine beyaz boya ile yapılmış çizgilerle bezenmiş yeni kap çeşitleri ortaya çıkmıştır. Daha önceki gerçekçi Anatanrıça figürinlerinin aksine son derece soyut, fakat yine Anatanrıçayı ifade eden, mermerden yapılma idoller yaygınlaşmıştır. Küçük kutsal alanlardan başka ortak tapınaklar bulunmamaktadır. Genel olarak sadece bebekler ev içlerine gömülmüştür. Yetişkinler ise yerleşim dışına gömülmektedir. Halk tarım ve hayvancılıkla yaşamını sürdürmekte, zaman zaman avcılık ve balıkçılık da yapmaktadır. Maden kullanımıyla ilgili olarak ticaret oldukça yaygınlaştırılmıştır.

Tarih Öncesi Taş Devri

Taş Devri

1 Paleolitik Çağ
2 Orta Taş Çağı
3 Yeni Taş Çağı

Taş devri kendi içinde olmak üzere pleolitik, orta taş ve yeni taş olmak üzere üçe ayrılır.

Paleolitik Çağ

Paleolitik Çağ, tarihöncesi uygarlığının gelişme sürecinde, kültürel evrelerin en uzunu (insanlık tarihinin %99’u) ve Buzul Çağlarının kültürel karşılığı olan; insanlığın ilk ortaya çıkışından, M.Ö. yaklaşık 10.000 yıl öncesinde Neolitik Çağ’ın başlamasına kadar süren arkeolojik çağdır. Bu çağda çaytaşı, çakmaktaşı, hayvan kemikleri ve ağaç gibi doğal maddelerden besinleri pişirmeye ve ısınmaya başlanmıştır. Mağara ve kaya sığınaklarının duvarlarına çizilen resimler yine bu çağın belirgin özelliklerindendir.

Paleolitik Alt, Orta ve Üst olmak üzere üç alt döneme ayrılmaktadır…

Dönem: Eski Taş Çağı M.Ö. 600000 – 10000
Bu devrin en önemli özelliği yılın sonunda ateşin bulunmasıdır.Bu devirde insanlar hayvan postlarıyla korunuyor,avcılık ve toplayıcılık ile uğraşıyorlardı.
Diğer adları: Paleolitik Çağ, Epipaleolitik Çağ, Eski Taş Çağı, Yontma Taş Çağı, Kabataş Devri.

Üç dönem sistemi
Holosen Çağ Tarihte Dönem
Demir Çağı
Geç Tunç Çağı
Orta Tunç Çağı
Erken Tunç Çağı
Tunç Çağı
Bakır Çağı
Cilalı Taş Devri
Orta Taş Çağı/Epipaleolitik
Buzul Çağı Üst Paleolitik
Orta Paleolitik
Alt Paleolitik
Eski Taş Çağı
Taş Devri

Antalya Müzesinde sergilenen Paleolitik çağa ait Karain Mağarasından elde edilen buluntularTarihöncesi uygarlığının gelişme sürecinde, kültürel evrelerin en uzunu (insanlık tarihinin neredeyse %99’u) ve Buzul Çağlarının, jeolojik ismiyle Pleistosen’in, kültürel karşılığı olan; insanlığın ilk ortaya çıkışından, M.Ö. yaklaşık 10.000 yıl öncesinde Neolitik Çağ’ın başlamasına kadar süren arkeolojik çağ. Bu çağı inceleyen arkeoloji dalı, Pleistosen arkeolojisi, ya da Paleolitik Çağ arkeolojisidir.

Paleolitik Çağ, insanın kanıtları bugüne kalan ilk aletleriyle başlar. Bu aletler yaklaşık 2,5 milyon yıl önce doğu Afrika’da yapılmıştır. Bu ilk taş alet kültürünün adı Oldowan’dır. Onu Acheul kültürü izler. Bu dönemde çeşitli insan türleri bir arada yaşamıştır. Ancak Afrika dışına ilk çıkan, Homo erectus’tur.

Paleolitik Alt, Orta ve Üst olmak üzere üç alt döneme ayrılmaktadır.

Alt Paleolitik Çağ’da, genellikle Homo erectus’un yaptığı kültürler egemenken,
Orta Paleolitik Çağ’da Neanderthaller ortaya çıkarlar. Ateşin yaygın kullanımı ve denetimi, mızrak gibi fırlatmalı aletlerin ortaya çıktığı dönem, Orta Paleolitik Çağ’dır.
Üst Paleolitik Çağ ise, yaklaşık 35 bin yıl önce başlar. Bu çağda etkin olan insan türü, modern insan olan Homo sapiens’tir. Bu çağda, mağara duvarlarına yapılmış resimler ve taşınabilir figürinlerden oluşmuş sanat, Avrupa’dan iyi bilinmektedir.
Epipaleolitik Çağ ise, doğayı denetimi altına almaya başlayananın, besin üretimine geçişinin hemen öncesinde yer alan çağdır. Anadolu ve Trakya için ise, bugüne kadar bilinen 212 Paleolitik/Epipaleolitik yerleşme arasında Yarımburgaz (İstanbul) veKarain (Antalya) mağaraları, bu çağı en iyi yansıtan yerleşmelerdir. Anadolu’dan bilinen en eski Paleolitik Çağ buluntu yerleri Kaletepe ve Dursunlu’dur. Kaletepe, Alt Paleolitik ile Orta Paleolitik çağlara ait yaklaşık bir milyon yıllık bir süreci yansıtan, Anadolu’nun şimdilik en uzun Paleolitik Çağ tabakalanmasıdır.

Orta Taş Çağı

Orta Taş Çağı bilinen diğer isimleri Yontma Taş Devri, Mezolitik Devir.

Dönem: M.Ö. 100000-M.Ö. 6000

İnsanların taşları yontmaya başladığı, taşları kendilerini savunmak ve avlanmak için kullandıkları devirdir. Basit aletler yapılmıştır. İnsanlar mağara duvarlarına resimler yapmaya başlamışlardır. Bu dönemde insanlar yaşamlarını avcılık ve toplayıcılıkla sürdürmüşlerdir. İnsanlar bu çağda doğal sığınaklar sayesinde vahşi hayvanlardan korunmuşlardır.

Yeni Taş Çağı ( Cilalı Taş Devri, Neolitik Çağ. )

Gezegende yaşanan son buzul çağının sona ermesi ardından, insan topluluklarının yayılma eğilimi gösterdikleri ılıman iklim kuşaklarında, yepyeni bir evrimsel açılım yaşanmaya başlanmıştır. Buzulların çekilmesiyle ılıman iklim kuşağında gerek fauna gerekse flora, hem çeşitlilik hem de popülasyon olarak belirgin gelişmeler göstermiştir. Bu mevsimsel farklılıkların oldukça belirgin olduğu ve genellikle kurak sayılabilecek yaşam alanlarında ortaya çıkan ve yayılabilen türler, kaçınılmaz olarak dayanıklı, uyum sağlama ve üreme yetenekleri geniş, görece daha küçük cüsseli türlerdi. İşte bu ortam, insan topluluklarına geniş olanaklar sunmuştur.

Buğday ve arpa gibi yaygın ve kurak iklime uyumlu bitki türlerinin ve koyun, keçi, sığır gibi otçul türlerin ortaya çıkması ve yaygınlaşmasıyla insan topluluklarının yaşam biçimi de değişmeye başlamıştır. Doğaya doğrudan müdahale ederek, besin olarak kullanılabilecek bitki türlerini yetiştirme ve bazı hayvan türlerini evcilleştirerek sürüler oluşturmak, bu dönemin belirgin özelliği olmuştur.

İnsan toplulukları bu yeni yaşam tarzında iki ana kolda gelişme göstermişlerdi. Bazı topluluklar evcilleştirdikleri hayvanlardan oluşan sürüleri temel besin kaynağı olarak kullanırken bazı topluluklar ise sınırlı ölçüde de olsa bahçe tarımına başlamışlardır. Her iki ana kol da avcı-toplayı topluluklar olmaktan zamanla çıkmış, bir anlamda besin üreten topluluklar haline dönüşmeye başlamışlardır. Kuşkusuz ağırlıklı olarak tarımla uğraşan topluluklar, avcı-toplayıcı toplulukların yaşam tarzını bırakarak yerleşik düzene geçmek zorunda kalmışlardır. Ağırlıklı olarak hayvan sürülerini kullanan topluluklar ise göçebe ya da yarı-göçebe topluluklar haline gelmişlerdir.

Ek Bilgi

Yeni Taş Devri ( Neolitik, Cilalı Taş Devri )

Cilalı Taş Devri

Dönem hakkında

Bu dönemde önceki devirlere göre daha sert ve daha düzgün taş aletler yapılmıştır. Topraktan veya kilden yapılan kaplar ateşte pişirilmiş, bunun sonucunda seramik sanatı başlamıştır. Bu devirdeki insanlar bilgi ve teknikte önceki dönemlere göre oldukça ileri bir düzeye çıkmışlardır. Kemik ve taştan daha kullanışlı aletler yapılmıştır. İnsanların yerleşik düzene geçmesi de bu dönemde meydana gelmiştir. Birbirine yakın aileler topluca bir yerde oturarak köyleri meydana getirmişlerdir. Böylece tarihteki ilk köyler kurulmuştur. Ayrıca insanlar tahıl üretimine de başlamış, hayvanlar evcilleştirilmiş, insanlar tüketicilikten üretici duruma geçmişlerdir. İlk defa ticaret başlamıştır.
İskoçya’da Cilalı Taş Devri’nden kalma bir yerleşim alanı.Gezegende yaşanan son buzul çağının sona ermesi ardından, insan topluluklarının yayılma eğilimi gösterdikleri ılıman iklim kuşaklarında, yepyeni bir evrimsel açılım yaşanmaya başlanmıştır. Buzulların çekilmesiyle ılıman iklim kuşağında gerek fauna gerekse flora, hem çeşitlilik hem de popülasyon olarak belirgin gelişmeler göstermiştir. Bu mevsimsel farklılıkların oldukça belirgin olduğu ve genellikle kurak sayılabilecek yaşam alanlarında ortaya çıkan ve yayılabilen türler, kaçınılmaz olarak dayanıklı, uyum sağlama ve üreme yetenekleri geniş, görece daha küçük cüsseli türlerdi. İşte bu ortam, insan topluluklarına geniş olanaklar sunmuştur.

Buğday ve arpa gibi yaygın, kurak iklime uyumlu bitki türlerinin ve koyun, keçi, sığır gibi otçul türlerin ortaya çıkması ve yaygınlaşmasıyla insan topluluklarının yaşam biçimi de değişmeye başlamıştır. Doğaya doğrudan müdahale ederek, besin olarak kullanılabilecek bitki türlerini yetiştirme ve bazı hayvan türlerini evcilleştirerek sürüler oluşturmak, bu dönemin belirgin özelliği olmuştur.

İnsan toplulukları bu yeni yaşam tarzında iki ana kolda gelişme göstermişlerdi. Bazı topluluklar evcilleştirdikleri hayvanlardan oluşan sürüleri temel besin kaynağı olarak kullanırken bazı topluluklar ise sınırlı ölçüde de olsa bahçe tarımına başlamışlardır. Her iki ana kol da avcı-toplayı topluluklar olmaktan zamanla çıkmış, bir anlamda besin üreten topluluklar haline dönüşmeye başlamışlardır. Kuşkusuz ağırlıklı olarak tarımla uğraşan topluluklar, avcı-toplayıcı toplulukların yaşam tarzını bırakarak yerleşik düzene geçmek zorunda kalmışlardır. Ağırlıklı olarak hayvan sürülerini kullanan topluluklar ise göçebe ya da yarı-göçebe topluluklar haline gelmişlerdir.
Konya’daki Çatalhöyük’ten bir görüntü.Özellikle tarım yapmanın öğrenilmesi bu toplumların beslenme ve yaşam tarzlarında kökten değişikliklere yol açmıştır. Büyük ölçüde rastlantılara, ileri derecede uzmanlaşmaya bağlı olan avcı-toplayıcı yaşam tarzı yerini, besin maddelerini stoklayabilen ve beslenme açısından daha güvenli toplumlar yaratmıştır.

Bu gelişmeler, “Neolitik Devrim” olarak adlandırılan ve insan topluluklarının yaşam biçiminde köklü değişikliklere yol açan bir süreçtir. Kuşkusuz gezegenin her yöresinde yaşamakta olan topluluklarda zamandaş olarak ortaya çıkmayan Neolitik Devrim, başlangıçta, Orta Doğu, Önasya, Uzakdoğu gibi, geniş ve düzenli akarsuların yaygın olduğu bölgelerde ortaya çıkmıştır.

Neolitik Çağ (Yeni Taş Çağı – Cilalı Taş) • Tarım keşfedilmiş. • Hayvanlar evcilleştirilmiştir. • Çanak çömlek yapımı başlamıştır.

Neolitik çağ, o Çanak çömlek öncesi Neolitik o Çanak çömlekli Neolitik olmak üzere ikiye ayrılır.

Çanak çömlek öncesi Neolitik Tarımın keşfedildiği ilk yer Orta Doğu’ da verimli hilal adı verilen bölgedir. Tarımın keşfedilmiş olması üretici ekonomiye geçişin başlangıcı olduğundan en önemli gelişmedir. Ayrıca bu dönemde hayvanlar evcilleştirilmiye başlanmıştır. Hatta köpek Mezolotik dönemde evcilleştirilmiştir. Köpek evcilleştirilen ilk hayvandır. Etinden, sütünden, yününden vb. faydalanmak amacı ile koyun, keçi, domuz ve sığır gibi hayvanlar daha sonraları evcilleştirilen hayvanlardır. Daha sonraki gelişmelerde, ev yapımı vardır. İlk önceleri dairesel kulubeler halinde başlayan ev yapımları, sonraları dikdörtgenler şeklinde gerçek ev görünümünde yapılmıştır. Doğal sonucu olarak köyler ortaya çıkmıştır. Uzun mesafeli ticarete konu olan ilk mal, obsidyendur. (Obsidyen, lav veya cam taşıdır. Siyah renkli volkanik taştır) Obsidyen alet yapımında kullanılan hammaddedir. Bu çağda bakırda kullanılmaya başlamıştır.

Çanak çömlekli Neolitik Bu çağda, avcılık tamamen terkedilmiştir. Artık besin üretimine dayalı ekonomi tamamen yerleşmiştir. Düzenli evler yapılmıştır. Bu evlerin ayrı ayrı odaları vardır. Ayrıca Jeriko ve Jarma (Filistin) gibi yerleşim yerlerinin etrafına sur duvarları yapılmıştır. Sur durvarları derin hendeklerle çevrilmiştir. Bu duvarların önemi, ortak emek gücünün kullanılması ve ileri düzeyde bir toplumsal örgütlenmenin görülmesidir. Bu dönemin sonuna doğru, ölüler evlerin tabanına gömülmek yerine yerleşim yerlerinin dışında bir yere gömülmeye başlanmıştır.

indus Vadisi Uygarlığı

İndus Vadisi Uygarlığı, ya da Harappa Uygarlığı, İndus vadisinin bel kemiğini oluşturduğu çok geniş bir bölgeye yayılmış, Güney Asya’daki en eski kent uygarlığıdır. İÖ 3.300 yılları dolaylarında bir kent uygarlığı şeklini aldığı kabul edilmektedir. Uygarlığa ilişkin ilk arkeolojik buluntular, 1921 yılında Pakistan’ın Pencap eyaletinde Harappa ve 1922 yılında Sind eyaletindeki Mohenco-daro antik yerleşimlerinde bulunmuştur.

Bu iki kentin dışında yüzün üstünde kent, kasaba ve köyde hüküm sürdüğü bilinen İndus Uygarlığı’nın 250-500 kadar karakterden oluştuğu sanılan yazı dili henüz çözülememiştir.

İndus Irmağı’nın verimli ovalarında taşkınları önleyecek, daha verimli tarım yapılmasını sağlayacak teknikleri geliştiren uygarlık, İndus Vadisi boyunca yayılmıştır. Ağırlıklı olarak buğday, arpa, bezelye, pamuk ve susam tarımı yapılmaktadır ve kedi, köpek, sığır, kümes hayvanları, manda, domuz ve deve evcilleştirilmiştir. Fildişi takılardan, filin de evcilleştirilmiş olduğu anlaşılmaktadır.

Arkeolojik bulguların büyük bir bölümü, ince işlemeli mühürlerdir. Mühürlerde insan, hayvan ve Şiva figürleri kullanılmıştır. Bulgular, Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarıyla ticari ilişkilerde bulunulduğunu göstermektedir.

Uygarlık, İ.Ö. 2. bin yılın ortalarında kentlere saldıran Ari kabilelerce yıkılmıştır.

İndus Vadisi Medeniyetleri Şunlardır,

Taş devri 70,000–3300 MÖ
* Mehrgarh Kültürü 7000–3300 MÖ
İndus Vadisi Uygarlığı 3300–1700 MÖ
Geç Harappan kültürü 1700–1300 MÖ
Vedic Dönemi 1500–500 MÖ
* Demir Çağı 1200–500 MÖ
* Vedic Krallığı 1200–700 MÖ
Maha Janapadas 700–300 MÖ
Magadha İmğaratorluğu 684 BC– 320 MÖ
*Maurya İmparatorluğu 321–184 MÖ
Orta Krallıklar 230 MÖ–MS 1279
* Satavahana İmparatorluğu 230 MÖ–MS 199
* Kushan İmparatorluğu 60–240
* Gupta İmparatorluğu 240–550
* Pala İmparatorluğu 750–1174
* Chola Hanedanlığı 250 –1279
İslami sultanlar 1206–1596
* Delhi Sultanlığı 1206–1526
* Deccan Sultanlıkları 1490–1596
Hoysala İmparatorluğu 1040–1346
Kakatiya İmparatorluğu 1083–1323
Vijayanagara İmparatorluğu 1336–1565
Mughal İmparatorluğu 1526–1707
Maratha İmparatorluğu 1674–1818
Sikh İmparatorluğu 1799–1849
Sömürge Era 1757–1947
Modern devletler 1947 ve sonrası

Tarih Öncesi Demir Çağı

Demir Çağı pek çok bölgede değişik tarihlerde başlamış ve bitmiş olsa da Anadolu’da genel olarak, M.Ö. 13. yüzyılda başladığı, M.Ö. 4. yüzyılda bittiği kabul edilen ve demirin ergitilerek kullanılmasıyla karakterize olan bir dönemdir.

Bu dönemde bulunan demirin bulunup işlenmesi, sanayinin gelişmesine neden olmuştur.Başlangıçta ‘dövme’ tekniği kullanılarak az sayıda araç üretilebilmiştir. Bakır ve tunçun yerini demirden silah ve eşyalar almıştır. Ticaret hızlanmış, toplumların birbirleriyle ilişkileri sağlanmıştır. Demir Çağı’na ait Anadolu uygarlıklarından bazıları, Geç Hitit Kent Devletleri, Urartular, Frigler, Lidyalılar ve Likyalılar’dır.

Demirden silahların yaılmasıyla birlikte, insanlar kendilerini daha fazla koruyabilmişlerdir. Ancak, bu durum, devletler arasında çekişmelere sebep olmuştur.
Ek Bilgi
Demir Çağı
Demir Çağı, insanlık tarihinin ilkçağların­da, hayvanları öldürmek için kullanılan kes­kin bıçakların, ağaç kesmeye yarayan baltala­rın ve savaş aracı olan kılıçların demirden yapılmaya başlandığı döneme verilen addır. Demir Çağı, Tunç Çağı’ndan sonradır.

Demir cevheri yani içinde demir bulunan kayaç ve topraklar dünyada en çok rastlanan madenlerdendir. Doğada yer yüzeyine yakın yerlerde bulunduğu için tunç yapımında kul­lanılan bakırdan çok daha kolay elde edildi. Bu nedenle de daha ucuzdu. Demir odunkömürü ateşinde eritilirdi ve bu işlem için çok fazla araç gereç gerekmiyordu. Ormanlara yakın kurulan odunkömürü ocakları demir elde edilmesini çok kolaylaştırmıştı. Demir kullanımının yaygınlaşmasıyla, çok miktarda üretilebilen tarım ve sanayi aletleri herkesin edinebileceği mallardan oldu. Oysa tunç eşya­lar ve aletler yalnızca zenginlerin alabileceği kadar değerli ve pahalıydı. Artık kendisine tarla açmak isteyen herkes çarşıdan bir balta ve bu tarlayı sürmek için saban demiri satın alabilirdi. Zanaatçılar demirden yapılmış aletleri kolayca bulabiliyorlardı. Gene demirden yapılmış ucuz savaş aletleri zengin olmayan halkların da savaşlarda söz sahibi olmasmı sağladı. Tunç ise kova, kazan, kaçak gibi ev eşyaları ile yüzük, bilezik, broş ve iğne gibi süs eşyalarının yapımına ayrıldı.

Demir Çağı MÖ 1200’lerde başladı. Daha önceleri de demir madeni biliniyor ve kullanı­lıyordu, ama çok az bulunduğu için çok değerliydi. Bu madenden, süs eşyaları ile kral hançerlerinin sivri bölümlerinin yapımında yararlanılıyordu. MÖ 14. yüzyılın ortalarında yaşamış ünlü Mısır Firavunu Tutanhamon’un mezarında demirden bir hançer bulundu. Demir MÖ 15. yüzyılda Yunanistan’da altın kadar değerliydi. MÖ 3000 yıllarından kalan Mısır mezarlarında, MÖ 2500-2200 dönemin­den Alacahöyük kral mezarlarında, gene MÖ 2700’lerden kalma Mezopotamya’daki Ur kral mezarlarında demir eşyalar bulunmuştur. Elimizde Hititler’den kalma demir eşya yoktur, ama MÖ 2000 yıllarından kalan yazılı Hitit belgelerinde çok değerli bir maden olarak de­mir kullanımından söz edilmektedir.
Demir Çağı Yakındoğu’daki ileri uygarlık­lara son veren barbar akınlarının ardından Doğu Akdeniz ülkelerinde başladı. Önceleri İran, Suriye, Filistin, daha sonra Mezopo­tamya, Kafkasya, Kıbrıs ve Girit’te demir üretimi ve kullanımı belirgin ölçüde arttı; Batı Avrupa’da ise MÖ 10. yüzyıldan başlayarak gelişti. İtalya ve Alpler’de MÖ 8. yüzyılda, Yunanistan’da ise MÖ 1000’in başlarında gö­rüldü. Demir Çağı İngiltere’ye MÖ 500’de, yani Çin’e ulaşmasından bir yüzyıl sonra geldi. Demir İngiltere’ye mallarını satmak için dolaşan tacirler ve yeni topraklar arayan kavimlerce getirildi. Bu kavimler Avrupa’dan batıya doğru göç ettiler ve MÖ 5.-3. yüzyıllar arasında İngiltere’ye yerleştiler.
Demir Çağındaki Gelişmeler

Çağın ilk dönemlerinde eskinin büyük impa­ratorlukları yerini tüccar ve zanaatçıların ağır­lıkta olduğu küçük kent devletlerine bıraktı. Ucuz demirden yapılan tarım aletlerinin bol­laşması tarımın hızla gelişmesine yol açtı. Ayrıca kıskaç, pergel, kerpeten gibi bazı yeni aletler geliştirildi. Demir araç gereçlerle or­manlar kesildi; yeni alanlar tarıma açıldı; besin üretiminin artması sonucunda da hızlı nüfus artışları oldu. Ayrıca demir gemi yapımında da kullanılmaya başlandı.

Tarih Öncesi Tunç Çağı

Period: (M.Ö. 3000-1200)

Kalay ve bakırın karışımından oluşan tunç Anadolu’da Kalkolitik sonunda görülür. Ancak tunç madeninin alet ve kap yapılmasında kullanılması 3. binin başlarına rastlar.

Mezopotamya’da ve Mısır’da tunçtan eserlerin yapılmaya başlandığı sıralarda (M.Ö. 4. bin sonu) yazı keşfedilmiş bulunduğundan bu ülkeler için Tunç Çağı deyimi yerine yazılı belgelerden elde edilen kronoloji ve sınıflandırmalar kullanılır. Buna karşılık yazıyı henüz kullanmayan Anadolu, Hellas (Yunanistan), Balkanlar ve Avrupa gibi bölgeler için Tunç Çağı deyimi geçerlidir. Tunç Çağı Anadolu’da 3000, Girit’te, Ege’de ve Hellas’ta 2500-2000, Avrupa’da ise 2000 yıllarında başlar.

Anadolu’da Tunç Çağı üç evre gösterir:

Tunç Çagı üç bölüme ayrılır:

Erken Tunç Çağı (3300-2000)
Orta Tunç Çağı (2000-1750)
Geç Tunç Çağı (1750-1200)
Erken Tunç Çağı (M.Ö. 3300–2000)

Anadolu ve Trakya’da yaklaşık M.Ö. 3000-2000 yılları arasına tarihlendirilen Erken Tunç Çağı (İlk Tunç Çağı), genel karakteri ile üzerinde tapınak ve idari binaların da bulunduğu organize, tahkimli, bağımsız şehir devletlerinden oluşan bir dönemi kapsar. Sosyal, dinsel ve teknolojik değişime tanıklık eder.

Bu yeni dönem, önceki çağların tarım hayvancılık, dokumacılık, çömlekçilik gibi buluşlarına, daha güçlü silahların üretilmesine, daha ince süs eşyalarının yapılmasına olanak veren bakır ve kalay alaşımı olan tuncun keşfini eklemiştir. Bakırın kalay ile karıştırılarak tuncun elde edilmesi dönemin madenciliği açısından önemli bir gelişmedir.

Besin üretimi alanında olduğu gibi, metal işleme alanında da teknolojik gelişmeler her bölgede eş zamanlı olarak yaşanmamıştır.

Bu dönemde altın ve gümüş gibi değerli madenlerden yapılmış gömü hediyeleri içeren mezarlıklar toplumsal değişikliğin kanıtıdır.

Bu dönemde ayrıca ticaret gelişmiş, Ege, Orta Doğu ve Balkanlar’ı kapsayan geniş bir ticaret ağı kurulmuştur. Tunç Çağına Anadolu’da M.Ö. 3000, Girit, Ege Adaları ve Yunanistan’da M.Ö. 2500, Avrupa’da ise M.Ö. 2000 yıllarında ulaşılabilmiştir.

Anadolu’da M.Ö. 3000-1200 yılları arasında ele alınan Tunç Çağı kazılarında bulunan çanak çömleğin yapısına, üretimde ve mimaride kullanlan teknolojinin düzeyine göre Erken, Orta ve Geç Tunç olmak üzere üç evrede incelenir.
Erken Tunç Çağı kendi arasında 4 bölüme ayrılır.

Erken Tunç Çağı I M.Ö. 3300–3000
Erken Tunç Çağı II M.Ö. 3000–2700
Erken Tunç Çağı III M.Ö. 2700–2200
Erken Tunç Çağı IV M.Ö. 2200–2000
Erken Tunç I

Erken Tunç I, II, III olarak incelenen bu evrenin ilk döneminde daha çok, Kalkolitik dönemin tarıma dayalı köy kültürü sürdürülmektedir. Bronz alet kullanımı çok yaygın değildir. Mezopotamya ve Mısır’da M.Ö. 4. binin sonlarından itibaren yazının kullanılmasına rağmen Anadolu henüz bu aşamaya ulaşamamıştır. Çömlekçi çarkı da henüz kullanıma girmemiş olmasına rağmen daha gelişmiş koyu renkli ve iyi açkılı seramikler yapılmıştır. Yapılar yine taş temeller üzerine kerpiçten megaron planlı olarak inşa edilmiş olup, bazı yerleşim alanlarının etrafı bir surla çevrilmeye başlanmıştır

Ölüler artık yerleşim alanı dışına, ölü armağanlarıyla birlikte ve bacaklar karına çekik (hoker) durumda gömülmektedir (Extramural). Çağın inanışlarındaki bir başka özellik de daha çok Batı Anadolu’da rastlanan keman biçimli mermer idollerdir. Anatanrıça’yı temsil eden bu idoller eski dönemin gerçekçi figürinlerinin aksine tümüyle soyutlaşmışlardır.

Bu dönemin en önemli teknolojik buluşu kağnı biçimindeki dört tekerlekli arabadır. Bu evrede Anadolu’da yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan en önemli yerleşim yerleri Troia I, Demircihöyük, Semahöyük, Beycesultan, Tarsus, Alişar, Alacahöyük, Karaoğlan, İkiztepe, Kültepe ve Norşuntepe olarak sayılabilir.
Erken Tunç II

Erken Tunç II, Orta Anadolu’da güçlü beyliklerin ortaya çıktığı bir dönemdir. Batı Anadolu’daki Troia II’nin yanısıra Kızılırmak batısında, Ankara yakınlarnda Karaoğlan, Ahlatlıbel, Etiyokuşu, Polatlı, Kızılırmak doğusunda ise Alişar ve Alacahöyük bu dönemin en önemli yerleşimleri olmuştur.

Bunlar içinde Alacahöyük’ün özel bir yeri vardır. Dönemin sonlarında zengin ve etkin bir beyliğin merkezi gibi görünen Alacahöyük’ün en önemli özelliği Kral Mezarları olarak adlandırılan 13 gömüdür. Yerleşme alanı yamaçlarında bulunan bu mezarlıktaki gömülerin dönemin derebeyleri ve eşlerine ait olduğu düşünülmektedir. Gömülerin kimileri 3-8 m uzunluğunda, 2-5 m genişliğinde ve 1 m kadar derinliğinde dikdörtgen planlı çukurlara yapılmıştır. Çevresi ağaç ve taşlarla sınırlandırılan mezar çukurlarına, ayakları karına çekik durumdaki ceset, zengin armağanlarla birlikte yerleştirilmiş, sonra üzeri ağaç, çamur ve toprakla örtülmüştür. Gömü işlemi bitirildikten sonra mezar üzerinde bir ölü yemeği yenmiş; yemekten geri kalan öküz kafaları ve bacak kemikleri de sıralar halinde bırakılmıştır. Bu mezar armağanları Troia hazineleriyle çağdaş olup benzer nitelikte altın, gümüş, elektrum, tunç ve demirdendir. Bu mezar hediyelerinin en ilginçlerini hatalı olarak “Hitit Güneş Kursları” diye adlandırılan geyik ve boğa motifli, son derece karmaşık ve gelişmiş dökme ve dövme teknikleriyle yapılmış tunç diskler oluşturmaktadır.

Buradan anlaşılmaktadır ki Erken Tunç II döneminde, biri Troia yöresinde, diğeriyse Orta Anadolu ve Karadeniz bölgeleri arasında yer alan iki yerel madencilik okulu bulunmaktadır. Diğer bir önemli gelişme ise Anadolu’da ilk kez bu dönemde görülen çömlekçi çarkının Troia’da kullanımıdır. Çömlekçi çarkının Troia’ya Mezopotamya’dan deniz yoluyla geldiği düşünülmektedir.

Erken Tunç II döneminin sonlarında Batı ve Güney Anadolu’da büyük yangın izlerine rastlanmıştır. Birçok yerleşimin ıssızlaşması bu ortak felaketle ilgili görülmektedir. Ayrıca bu felaketlerden sonra ortaya çıkan yerleşme yerlerinin sayısında meydana gelen 1/4 oranındaki azalma ve yakılıp yıkılan iskan yerlerinin tekrar iskan edilmemesi bu felaketlere birtakım göçebe toplulukların yol açtığını göstermektedir. Aynı dönemde Trakya ve Balkanlar’da meydana gelen ıssızlaşma bu toplulukların Balkanlar üzerinden gelen Hint-Avrupa kökenli Luviler’in olabileceklerini göstermektedir.

Erken Tunç III

M.Ö. 2300 yıllarında ortaya çıkan bu felaketten sonra Erken Tunç III evresine gelinir. Yerleşim yerleri önceki dönemin özelliklerini küçük farklarla sürdürmelerine rağmen çoğu küçük birer köy niteliğindedir. Bu dönemde felaketlerden fazla etkilenmeyen Doğu Anadolu’daki Norşuntepe, Korucutepe, Tepecik, Arslantepe gibi nispeten büyük merkezlere İmikuşağı, Köşkerbaba, Pulur, Değirmentepe gibi yeni yerleşimler eklenmiştir.

Dikkat çekici bir gelişme görülmeksizin 500-600 yıl kadar yaşayan bu köysel yerleşimler M.Ö. 1700 yıllarında son bulmuştur.

Orta Tunç Çağı

Orta Tunç Çağı, aynı zamanda Asur Ticaret Kolonileri çağı ve Eski Hitit Çağı olarak adlandırılır. Orta Tunç Çağı döneminde Asur’dan gelen tüccarlar sayesinde Anadolu’da ticaret merkezleri kurulmuştur. Bu merkezlerin büyüğüne “karum”, küçüğüne ise “wabartum” denir. Asurlu tüccarlar Anadolu’ya kalay ve kumaş getirmişlerdir. Anadolu’dan gümüş, altın, işlenmiş bakır götürmüşlerdir. Kültepe’de çivi yazılı tabletler bırakmışlardır.Bu yazılı tabletlerin sayısı 20.000’i bulmaktadır,arkeologlar bu yazılı tabletlerle yazının Mezopotamya’dan Anadolu’ya geldiğini söylemektedir.

Geç Tunç Çağı

EK BİLGİ

Bu yeni dönem, önceki çağların tarım hayvancılık, dokumacılık, çömlekçilik gibi buluşlarına, daha güçlü silahların üretilmesine, daha ince süs eşyalarının yapılmasına olanak veren bakır ve kalay alaşımı olan tuncun keşfini eklemiştir. Besin üretimi alanında olduğu gibi, metal işleme alanında da teknolojik gelişmeler her bölgede eş zamanlı olarak yaşanmamıştır. Tunç Çağına Anadolu’da M.Ö. 3000, Girit, Ege Adaları ve Yunanistan’da M.Ö. 2500, Avrupa’da ise M.Ö. 2000 yıllarında ulaşılabilmiştir. Anadolu’da M.Ö. 3000-1200 yılları arasında ele alınan Tunç Çağı kazılarında bulunan çanak çömleğin yapısına, üretimde ve mimaride kullanlan teknolojinin düzeyine göre Erken, Orta ve Geç Tunç olmak üzere üç evrede incelenir.

Erken Tunç Çağı (M.Ö. 3000-2500)

Erken Tunç I, II, III olarak incelenen bu evrenin ilk döneminde daha çok, Kalkolitik dönemin tarıma dayalı köy kültürü sürdürülmektedir. Bronz alet kullanımı çok yaygın değildir. Mezopotamya ve Mısır’da M.Ö. 4. binin sonlarından itibaren yazının kullanılmasına rağmen Anadolu henüz bu aşamaya ulaşamamıştır. Çömlekçi çarkıda henüz kullanıma girmemiş olmasına rağmen daha gelişmiş koyu renkli ve iyi açkılı seramikler yapılmıştır. Yapılar yine taş temeller üzerine kerpiçten megaron planlı olarak inşa edilmiş olup, bazı yerleşim alanlarının etrafı bir surla çevrilmeye başlanmıştır. Ölüler artık yerleşim alanı dışına, ölü armağanlarıyla birlikte ve bacaklar karına çekik (hoker) durumda gömülmektedir (Extramural). Çağın inanışlarındaki bir başka özellik de daha çok Batı Anadolu’da rastlanan keman biçimli mermer idollerdir. Anatanrıça’yı temsil eden bu idoller eski dönemin gerçekçi figürinlerinin aksine tümüyle soyutlaşmışlardır. Bu dönemin en önemli teknolojik buluşu kağnı biçimindeki dört tekerlekli arabadır. Bu evrede Anadolu’da yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan en önemli yerleşim yerleri Troia I, Demircihöyük, Semahöyük, Beycesultan, Tarsus, Alişar, Alacahöyük, Karaoğlan, İkiztepe, Kültepe ve Norşuntepe olarak sayılabilir.

Erken Tunç II, Orta Anadolu’da güçlü beyliklerin ortaya çıktığı bir dönemdir. Batı Anadolu’daki Troia II’nin yanısıra Kızılırmak batısında, Ankara yakınlarnda Karaoğlan, Ahlatlıbel, Etiyokuşu, Polatlı, Kızılırmak doğusunda ise Alişar ve Alacahöyük bu dönemin en önemli yerleşimleri olmuştur. Bunlar içinde Alacahöyük’ün özel bir yeri vardır. Dönemin sonlarında zengin ve etkin bir beyliğin merkezi gibi görünen Alacahöyük’ün en önemli özelliği Kral Mezarları olarak adlandırılan 13 gömüdür. Yerleşme alanı yamaçlarında bulunan bu mezarlıktaki gömülerin dönemin derebeyleri ve eşlerine ait olduğu düşünülmektedir. Gömülerin kimileri 3-8 m. uzunluğunda, 2-5 m. genişliğinde ve 1m. kadar derinliğinde dikdörtgen planlı çukurlara yapılmıştır. Çevresi ağaç ve taşlarla sınırlandırılan mezar çukurlarına, ayakları karına çekik durumdaki ceset zengin armağanlarla birlikte yerleştirilmiş, sonra üzeri ağaç, çamur ve toprakla örtülmüştür. Gömü işlemi bitirildikten sonra mezar üzerinde bir ölü yemeği yenmiş; yemekten geri kalan öküz kafaları ve bacak kemikleri de sıralar halinde bırakılmıştır. Bu mezar armağanları Troia hazineleriyle çağdaş olup benzer nitelikte altın, gümüş, elektrum, tunç ve demirdendir. Bu mezar hediyelerinin en ilginçlerini hatalı olarak”Hitit Güneş Kursları” diye adlandırılan geyik ve boğa motifli, son derece karmaşık ve gelişmiş dökme ve dövme teknikleriyle yapılmış tunç diskler oluşturmaktadır.

Buradan anlaşılmaktadır ki Erken Tunç II döneminde, biri Troia yöresinde, diğeriyse Orta Anadolu ve Karadeniz bölgeleri arasında yer alan iki yerel madencilik okulu bulunmaktadır. Diğer bir önemli gelişme ise Anadolu’da ilk kez bu dönemde görülen çömlekçi çarkının Troia’da kullanımıdır. Çömlekçi çarkının Troia’ya Mezopotamya’dan deniz yoluyla geldiği düşünülmektedir.

Erken Tunç II döneminin sonlarında Batı ve Güney Anadolu’da büyük yangın izlerine rastlanmıştır. Birçok yerleşimin ıssızlaşması bu ortak felaketle ilgili görülmektedir. Ayrıca bu felaketlerden sonra ortaya çıkan yerleşme yerlerinin sayısında meydana gelen 1/4 oranındaki azalma ve yakılıp yıkılan iskan yerlerinin tekrar iskan edilmemesi bu felaketlere birtakım göçebe toplulukların yol açtığını göstermektedir. Aynı dönemde Trakya ve Balkanlar’da meydana gelen ıssızlaşma bu toplulukların Balkanlar üzerinden gelen Hint-Avrupa kökenli Luviler’in olabileceklerini göstermektedir.

M.Ö. 2300 yıllarında ortaya çıkan bu felaketten sonra Erken Tunç III evresine gelinir.Yerleşim yerleri önceki dönemin özelliklerini küçük farklarla sürdürmelerine rağmen çoğu küçük birer köy niteliğindedir. Bu dönemde felaketlerden fazla etkilenmeyen Doğu Anadolu’daki Norşuntepe, Korucutepe, Tepecik, Arslantepe gibi nispeten büyük merkezlere İmikuşağı, Köşkerbaba, Pulur, Değirmentepe gibi yeni yerleşimler eklenmiştir. Dikkat çekici bir gelişme görülmeksizin 500-600 yıl kadar yaşayan bu köysel yerleşimler M.Ö. 1700 yıllarında son bulmuştur.

ORTA TUNÇ ÇAĞI (M.Ö 2500-2000)

Asur Ticaret Kolonileri Çağı:

M.Ö. 2. binin başlarında Tunç Çağının orta dönemine girilir. Orta Tunç Çağının en belirgin özelliği Meopotamya ile başlayan çok sıkı ve iyi örgütlü ticaret ilişkileri ve bunun sonucunda yazının Anadoluya girişidir.

Anadolu ile Mezopotamya ve Kuzey Suriye arasında Aseramik Neolitik Dönemden beri var olan ve obsidyen ticaretine dayanan sistem maden ticaretinin artmasıyla ters yönde işlemeye başlamıştır. Tunç yapımında gerek duyulan kalay Anadolu’da az bulunduğu için Mezopotamya kalayına ihtiyaç duyulmuş ve bu kalayı Anadolu pazarına getirme işini de Asurlu tüccarlar üstlenmişti. Büyük kervanlarla Anadolu’ya gelen tüccarlar, kalayın yanısıra parfüm, kumaş gibi malları da getiriyor, yerine altın, gümüş ve değerli taşlar götürüyorlardı. Bu ticaret karşılığında yerli beylere vergi de ödüyorlardı. Asurlular ticaret ağını sağlamlaştırmak amacı ile Anadolu’nun çeşitli yerlerinde KARUM adı verilen ticaret merkezleri kurmuşlardı. Bunların merkezi ve en büyüğü Kültepe’deki Kaneş Karumu’dur. Bundan başka Hattuşaş, Alişar, Acemhöyük, Karahöyük gibi yerleşimlerin de aralarında olduğu 9 yerde daha karumlar kurulmuştu. Asur’dan Orta Anadolu’ya uzanan yol üzerinde ise WABARTUM denen küçük konaklama birimleri oluşturulmuştu. Tüm bu olaylardan ötürü bu dönem ASUR TİCARET KOLONİLERİ ÇAğI olarak anılmaktadır.

Bu dönemde Ticaret Kolonileriyle birlikte yazı da anlaşmalardan ticarete, evlenme belgelerinden evlat edinmeye kadar her alanda kullanılmaya başlanmıştır. Kaneş, Hattuşaş, Alişar ve Karahöyük gibi yerleşmelerde yapılan kazılarda binlerce tabletten oluşan arşivlere rastlanmıştır. Bu tabletler pişmiş kilden yapılmış olup Asur Çivi Yazısıyla yazılmışlardır.

Dönemin ikinci büyük gelişmesi çömlekçi çarkının tüm Anadolu’da yayılmasıdır. Çarkın kullanımıyla birlikte çok değişik formlarda kaplar yapılmaya başlanmıştır. Kalkolitik dönemde görülmeye başlanan insan ve hayvan şeklindeki kaplar en favori kap formlarını oluşturmaktadır. Her nekadar Anadolu’nun eski gelenekleri sürdürülse bile ticaretle birlikte Mezopotamya etkisi kap formlarına da yansımıştır. Mezopotamya’dan gelen diğer bir etki de mühürlerde görülmektedir. Artık Anadolu’nun geleneksel damga mühürlerinin yanısıra Mezopotamya’dan gelen silindir mühürler de yaygın şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Koloni Çağı’nın sonlarında Kültepe Karum’u Orta Anadolu’nun birçok yeriyle birlikte M.Ö. 1725 yıllarında bir yangınla son bulmuştur. Olasılıkla yerli beyler arasındaki çekişmelerden kaynaklanan bu olaylardan sonra Hitit Devleti belirmeye başlamıştır.

GEÇ TUNÇ ÇAĞI (M.Ö 2000-1200)

Hitit tarihinin son dönemi aynı zamanda Tunç Çağının da sonu olmuştur. M.Ö. 1400 yıllarında Hitit Devleti I.şuppiluliuma önderliğinde imparatorluk haline gelmiştir. Sınırların Suriye’ye değin genişlemesi üzerine bu ülke üzerinde çıkarları olan Mısırlılarla ilişkiler gerilmiş, sonunda Muwatalli zamanında Mısır Firavunu II.Ramses ile Suriye egemenliği için Kadeş savaşı yapılmıştır (M.Ö. 1296). Her iki tarafın da birbirine belirgin bir üstünlük sağlayamaması üzerine M.Ö. 1280 de ünlü Kadeş barışı imzalanmıştır. Fakat Kadeş savaşının yarattığı yıpranma kolay kolay tamir edilemez ve III.Hattuşili ve IV.Tudhaliya gibi son güçlü krallardan sonra imparatorluk hızla çökmeye başlamıştır. Bu devirde Anadolu’da büyük bir kuraklık ve kıtlığın yaşanması bu çöküşü hızlandıran etkenlerdendir. Sonunda başkent Hattuşaş, M.Ö. 1200 yıllarında Karadeniz dağlarından gelen Kaşkalar tarafından yakılıp yıkılmış ve Hitit İmparatorluğu sona ermiştir.

İmparatorluk Çağı kültürü hemen hemen her yönüyle Eski Hitit kültürünün devamıdır. Ancak bu dönemde gerek mimarlık gerekse betimleme sanatında imparatorluğa yakışan eserler ortaya konmuştur. Özellikle başkent Hattuşaş imparatorluğun tüm görkemini yansıtmaktadır. Özellikle IV Tudhaliya döneminde başkentte toplanan tapınaklarla, Yazılıkaya Açık Hava Tapınağı mimarisi ve kabartmaları ile dikkat çekicidir. Yine bu dönemde İmparatorluğun dört bir yanı kaya kabartmaları ile bezenmiştir. Ele geçirdikleri ülkelerin tüm tanrılarını kabul etmelerinden dolayı çok tanrılı bir dine sahip olan Hititler bu kaya kabarmalarında daha çok dinsel sahneleri işlemişlerdir. Bu dönemde çivi yazısı resmi yazışmalarda, Hiyeroglif ise kaya kabartmalarında kullanılmıştır. İmparatorluk döneminde Hitit seramiği hem teknik hem de form yönünden oldukça gerilemiştir. Hayvan şeklindeki kap yapımı ise devam etmiştir.

Hoysala imparatorluğu

Hoysala İmparatorluğu (Kannada dili: 10. ve 14. yüzyıllar arasında, günümüz Hindistanı’nın Karnataka eyaletinin bulunduğu bölgede hüküm sürmüş olan bir Güney Hindistan imparatorluğudur. İmparatorluğun başkenti önce Belur sonra da Halebidu olmuştur.

Hoysala hükümdarları Batı Ghat sıradağlarının yüksek bir bölgesi olan Malnad’dan çıkmıştır. 12. yüzyılda hüküm süren Batı Çalukyalar ile Kalaçuri krallıkları arasındaki kanlı savaşlardan yararlanarak günümüz Karnataka bölgesinde ve günümüz Tamil Nadu eyaletinde Kaveri nehri deltasının kuzeyinde idareyi ele geçirdiler. 13. yüzyıla gelindiğinde Karnataka’nın tamamına yakın bir bölgeyi, Tamil Nadu’nun bazı kısımlarını ve Andra Pradeş’in batı bölümlerini yönetimleri altına aldılar.

Hoysala çağı, Güney Hindistan’da sanat, mimarlık ve dinin gelişimi açısından önemli bir dönemdir. İmparatorluk günümüzde asıl olarak tapınak mimarisiyle anılmaktadır. Karnataka bölgesinde yüzü aşkın sayıda tapınak günümüze kadar ayakta kalabilmiştir. Bunların arasında Belur’daki Çennakeşava tapınağı, Halebidu’daki Hoysaleşvara tapınağı ve Somanathapura’daki Keşava tapınağı sayılabilir. Hoysala hükümdarları aynı zamanda güzel sanatlar hamiliği de yapmıştır. Bu teşvik ve koruma sonucunda Kannada dili ve Sanskritçe edebiyat gelişmiştir.

Haysala İmparatorluğu Hükümdarlar Listesi

1026 – 1047 II. Nripa Kama
1047 – 1098 Hoysala Vinayaditya
1098 – 1102 Ereyanga
1102 – 1108 I. Veera Ballala
1108 – 1152 Vişnuvardhana
1152 – 1173 I. Narasimha
1173 – 1220 II. Veera Ballala
1220 – 1235 II. Vira Narasimha
1235 – 1254 Vira Someşvara
1254 – 1291 III. Narasimha
1292 – 1343 III. Veera Ballala
Hoysala Mimarisi

Hoysala mimarisi (Kannada dili: ಹೊಯ್ಸಳ ವಾಸ್ತುಶಿಲ್ಪ), günümüz Hindistanı’nda Karnataka eyaletinin olduğu bölgede 11. ve 14. yüzyıllar arasında hüküm sürmüş olan Hoysala İmparatorluğu döneminde gelişen özgün mimari tarzdır. Hoysala nüfuzu Güney Deccan yaylasına egemen olduğu 13. yüzyılda doruk noktasına erişmiştir. Bu dönemde inşa edilen Belur’daki Çennakeşava tapınağı, Halebidu’daki Hoysaleşvara tapınağı ve Somanathapura’daki Keşava tapınağı gibi irili ufaklı birçok tapınak Hoysala mimarisinin örnekleri olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Hoysala mimari ustalığının diğer örnekleri Belavadi, Amrithapura, Hosaholalu ve Nuggehalli’de bulunan tapınaklardır. Hoysala mimari tarzının incelenmesi sonucunda Hint-Aryan etkisinin önemsiz olduğu ve asıl Güney Hint tarzının baskın olduğu anlaşılır.

Hoysala İmparatorluğu’nda tapınakların çok yaygın olmasının sebebi dönemin sosyal, kültürel ve siyasal olaylarıdır. Karnata tapınak inşa geleneğinin biçimsel dönüşümü Vaişnava ve Viraşaiva düşünürleri ile sembolleşen dinî eğilimler kadar sanatsal açıdan Batı Çalukya derebeylerini geçmeyi arzulayan Hoysala krallarının yükselen askerî başarılarını da yansıtır. Hoysala hükümranlığının öncesinde 12. yüzyıl ortalarında inşa edilen tapınaklarda belirgin Batı Çalukya etkisi görünür. Daha sonraki tapınaklarda Çalukya sanatına ait belirtiler bulunsa da Hoysala ustalarına özgü yeni süslemeler göze çarpar. Karnataka eyaletinde günümüze kadar gelen yaklaşık yüz kadar tapınak bulunmaktadır. Bunların çoğu Hoysala krallarının anayurdu olan Malenadu bölgesindedir.

Karnataka’da çok rağbet gören turistik yerler olan Hoysala tapınakları orta dönem Hint mimarisinin Karnata Dravida geleneğini incelemek isteyen mimarlık öğrencileri ve meraklıları için mükemmel olanaklar sağlar. Bu mimari geleneği Badami’nin Çalukya hanedanı hamiliğinde 7. yüzyılda başlamış, Basavakalyan’ın Batı Çalukyaları yönetimi altında 11. yüzyılda daha da gelişmiş ve sonunda Hoysalalar saltanatında 12. yüzyılda bağımsız bir tarz hâline dönüşmüştür. Tapınaklarda göze çarpan yerlerde bulunan orta dönem Kannada dili yazıtlar tapınakların detaylarını verir ve Hoysala hanedanı tarihi hakkında değerli bilgiler sunar.
Tapınak Tanrıları

Hinduizm, iki bin yıl boyunca gelişmiş, içinde doğal dünya ile felsefeyi birleştiren karmaşık bir sembolizm barındıran; dünyevi ve kutsal inançların, ritüellerin, günlük uygulamaların ve geleneklerin birleşimidir. Hindu tapınakları bir tanrıya adanmış basit tapınakçıklar olarak başlamış ve Hoysalaların zamanına gelindiğinde günlük hayatın ötesine geçilen tapınma yapılarına dönüşmüştür. Hoysala tapınakları Hinduizm’in herhangi bir örgütlü geleneği ile sınırlandırılmamış ve değişik Hindu dinî hareketlerinin hacılarına kapılarını açık tutmuştur. Hoysalalar tapınaklarını genellikle en önde gelen iki Hindu tanrısı Şiva ya da Vişnu’ya adasalar da ara sıra farklı tanrıları da seçmişlerdir. Şiva’nın müritlerine Şaivalar ya da Lingayatlar denir. Vişnu’nun müritleri ise Vaişnavalardır. Kral Vişnuvardhana ve soyundan gelenler Vaişnava idiyseler de kayıtlara göre Hoysalalar Şiva’ya adadıkları kadar Vişnu’ya da tapınak adayarak dinî ahengi sağlamışlardır. Bu tapınaklarda bulunan heykellerin çoğunda çok farklı dünyevi konular anlatılmıştır. Bunlar Belur’daki Vişnu’ya adanan ünlü Çennakeşava tapınağında ve Halebidu’daki Şiva’ya adanan Hoysaleşvara tapınağında görülebilir. Somanathapura’daki Keşava tapınağının süslemeleri farklıdır ve tam anlamıyla Vaişnava süslemeleridir. Genel olarak Vaişnava tapınakları Keşava’ya (ya da Güzel Vişnu anlamında Çennakeşava’ya) adanmış, az sayıda tapınak da, ayakları dibinde Vişnu’nun eşi olan Lakşmi’nin oturduğu Lakşminarayana ve Lakşminarasimha’ya (Narayana ve Narasimha Vişnu’nun vücuda geldiği hâlleri ya da avatarlarıdır.) Vişnu’ya adanan tapınaklar her zaman bu tanrının adını taşır. Şaiva tapınaklarında bereketin sembolü olan Şiva’nın evrensel sembolü Şiva linga bulunur. Şiva tapınaklarının adları …nin Efendisi anlamına eşvara son ekiyle bitebilir. Örneğin Hoysaleşvara adı Hoysala’nın efendisi anlamına gelir. Tapınağı sipariş eden dindar kişilerin adının da tapınağa verildiğine rastlanır, örneğin Koravangala’daki Buceşvara tapınağı Buci adlı dindar kişiden gelmektedir. En çarpıcı heykel süslemeleri ince ince işlenmiş, girift oyulmuş tanrıları, tanrıçaları ve refakatçilerini resmeden tapınağın dış duvar panellerindeki dizi dizi heykellerdir. Doddagaddavalli Lakşmi Devi tapınağı (refah tanrıçası) ne Vişnu’ya ne de Şiva’ya adanmıştır ve bir istisnadır. Caynu Batı Ganga hanedanının (günümüzde Karnataka’nın güneyi) Çolalar tarafından 11. yüzyılda yenilmesi ve 12. yüzyılda Vaişnava Hinduizmi ve Viraşaivizm’in müritlerinin sayısının artması sonucunda Caynizm’e olan ilgi azalmıştır. Ancak Hoysala topraklarında dikkate değer iki Caynu ibadet yeri bulunur: Şravanabelagola ve Kambadahalli. Hoysalalar Caynu nüfusunun gereksinimlerini karşılamak için Caynu tapınakları da yaptılar. Bunların birkaçı Halebidu’da günümüze kadar gelmiştir ve içlerinde Caynu tirthankar ikonları barındırır. Puşkarni ya da Kalyani adı verilen basamaklı su sarnıçları inşa etmişlerdir. Hulikere’deki tapınakta bulunan su sarnıcı buna bir örnektir. Süslemeli bu sarnıçta Hindu tanrılarını içeren on iki küçük tapınma yeri bulunur.

Hoysala tapınak heykelleri içinde bulunan başlıca iki tanrı, değişik şekillerde ve avatarlarıyla Şiva ve Vişnu’dur. Şiva genellikle dört kollu olarak, üç dişli bir zıpkın, küçük bir davul ve kendisiyle bağlantılı olarak tapınılan diğer sembolik nesneleri tutarken görülür. [8] Bu şekilde görünen her erkek figür Şiva’dır ancak bazen aynı özelliklerde betimlenen dişi ikonlar Şiva’nın eşi Parvati’dir. Bir iblisi öldürürken ya da bir filin kafasında dansederken olduğu gibi Şiva değişik eylemlerde de betimlenir. Sıklıkla eşi Parvati ya da boğa Nandi ile birlikte görülür. Şiva’nın bir başka görünümü olan Bhairava olarak da betimlenir.

Deniz kabuğu (ebedi ve ilahi uzayın sembolü) ve çark (ebedi zaman ve yıkıcı gücün sembolü) gibi nesneleri tutan erkek ikonu Vişnu’dur. Eğer bu nesneleri tutan ikon dişi ise eşi Lakşmi’dir. Tüm tasvirlerde Vişnu dört nesne tutar; bir deniz kabuğu, bir çark, bir lotus ve bir gürz. Bunlar ikonun ellerinden herhangi birinde bulunabilir, böylece her birinin kendine özgü adı olan yirmi dört farklı Vişnu şekli vardır.Bunların dışında Vişnu on avatarının herhangi birisi olarak da tasvir edilir: Anantha’nın (göksel yılan ve yaşam enerjisinin bekçisi) üzerinde otururken, kucağında Lakşmi otururken (Lakşminarayana), aslan kafasıyla bir iblisin karnını deşerken (Lakşminarasimha), domuz kafasıyla bir iblisin üzerinden yürürken (Varaha), Krişna avatarı olarak (Venugopala ya da sığır çobanı olarak Venu (flüt) çalarken, yılan Kaliya’nın başında dansederken, Govardhana gibi bir tepeyi kaldırırken, ayakları küçük bir figürün kafasında iken (Vamana), Lakşmi ile Garuda’nın üzerinde otururken, ve kartal olarak (paricata ağacını çalarken).
Tapınak Bloğu
Hindu tapınağı tanrılar ve insan arasında temasın sağlandığı yerdir. Tapınağın odak noktası tanrının tasvirinin bulunduğu merkezidir (garbhagriha) ve tapınak mimarisi dışarıdan garbhagrihaya doğru inananların hareketini sağlayacak ve tavaf olanağı veren kemerli yollarla, tanrıya yaklaşıldıkça kutsallığı artan salon ya da odalarla (mantapa) tasarlanmıştır. Hoysala tapınakları, birbirinden farklı bölümleri kendi başlarına duran Tamil Nadu tapınaklarının aksine farklı ama tek bir organik bütün oluşturan bölümlerden oluşur. Yüzeysel olarak benzersiz olsalar da Hoysala tapınakları yapısal olarak birbirine benzer. Girift yontmaya izin veren yumuşak sabuntaşından (kloritik şist) çoğunluğu yöresel ustalar tarafından yontulmuş ve tapınağın tüm bölümlerini süsleyen karmaşık bir heykel bolluğuna sahip olan bu tapınaklar diğer Güney Hindistan tapınaklarından ayrılan mimari özellikler sergiler.

Hoysala tapınaklarının çoğunda sade ve sütunlarla desteklenen üstü kapalı bir sundurma bulunur. Tapınakların bazıları ‘‘jagati’’ denen yaklaşık bir metre yüksekliğindeki platformlar üzerine inşa edilmiştir. Jagati, tapınağın hâkim bir görünüşe sahip olmasını sağlamasının ötesinde tapınağın çevresinde tavaf edilmesine olanak sağlayarak Pradakshinapatha görevini üstlenir. Tapınağın merkezinde bulunan garbagriha ‘da böyle bir imkân yoktur. Bu tarz tapınaklarda bulunan ek birkaç basamak ile ulaşılan trabzanlarla çevrili açık bir mantapa (açık salon) bulunur. Bu tarza iyi bir örnek Somanathapura’daki Keşava tapınağıdır. Tapınağın kalan kısmıyla uyum içinde olan jagati yıldız şekilli bir tasarıma sahiptir ve tapınağın duvarları Hoysalalar tarafından getirilen yeni bir zikzak şekli izler. Jagatinin basamaklarının iki tarafında girişin hemen karşısında bir tanrıya adanan bir çift ibadet yeri ve minyatür bir kule bulunur. Bu tarz, jagatinin tüm girişlerinde uygulanır. İnananlar mantapaya girmeden önce ana girişten başlayıp, jagati etrafında saat istikâmetinde (sola doğru), aynı doğrultuda sıralanmış ve tapınağın dış duvarlarında Hindu epiklerini tasvir eden rölyefleri izleyerek törensel dönüşlerini tamamlayabilir. Jagati üzerine inşa edilmemiş tapınaklarda yer seviyesinden mantapaya çıkan ve fil trabzanlarla çevrelenmiş basamaklar bulunur. Yüksek platform üzerine inşa edilmemiş tapınaklara örnek, Hassan ilindeki Korvangla’da bulunan Bucesvara tapınağıdır. İki tapınma yeri (dvikuta) olan tapınaklarda vimanalar yan yana ya da karşılıklı konabilir. Doddagaddavalli’deki Lakşmidevi tapınağında bulunan beş ana tapınma yerinin yanı sıra tapınak bloğunun dört köşesinde daha küçük tapınma yerleri bulunur.
Mimari Öğeler

Mantapa dua etmek için insanların toplandığı salondur. Mantapa ‘nın girişinde makaratorana (makara hayalî bir yaratık ve torana üstteki süslemesidir) adı verilen çok süslü ve bezeli bir üst eşik, lento bulunur.İçeride bulunan küçük ve kapalı mantapa ve ibadet yerlerine açılan dışarıda bulunan açık mantapalar büyük Hoysala tapınaklarının değişmez birer öğesidir. Açık mantapalarda oturma yerleri taştan yapılmıştır ve trabzan duvarları, dayanmak için kullanılır. Oturma yerleri trabzan duvarlarının kademeli kare şeklini izler. Açık mantapa tapınağın en büyük bölümüdür ve çok sayıda insanın toplanmasına olanak sağlar. Tavan sayısız sütun tarafından desteklenir ve bu sütunlar kare ya da dikdörtgen birçok bölme oluşturur. Açık mantapanın şekli kademeli kare şeklinde olarak tanımlanabilir ve Hoysala tapınaklarında en çok kullanılan tarzdır. En küçük açık mantapada bile 13 bölüm vardır. Duvarlarda tavanın dış uçlarını destekleyen yarım sütunlar bulunduran trabzanlar bulunur. Bu şekilde içeri giren ışık sayesinde heykellerin tüm detayları görünebilir. Mantapa tavanında hem mitolojik hem de çiçek desenli heykeller bulunur. Tavandaki kubbemsi yüzeylerde muz tomurcuğu motifleriyle birlikte buna benzer diğer süslemeler yer alır. Çikmagalur ilindeki Amritheşvara tapınağının mahamantapasında (büyük açık salon) kırk sekiz kubbe vardır.

Eğer tapınak küçük ise yalnızca kapalı bir mantapa ve bir ibadet yerinden oluşur. İçi ve dışı oldukça fazla süslü olan kapalı mantapa, kendisini ibadet yerine bağlayan antreden daha geniştir ve oldukça derin bir kubbesi olan tavanı destekleyen dört sütun bulunur. Bu dört sütun, salonu dokuz bölüme ayırır. Dokuz bölümün tavanı da ayrı ayrı süslerle kaplıdır. Sütunlar arasına konan ve ışığı filtreleyen taş kafesler Hoysala tapınaklarının karakteristik bir biçimsel öğesidir.

Kapalı mantapaya girişte iki yarım sütun ile desteklenmiş saçak ve oldukça çok süslenmiş iki trabzandan oluşan bir sundurma bulunur. Kapalı mantapa ibadet yerine kare bir antre ile bağlanır. Dış duvarları oldukça ince işlenmiş olsa da çok geniş olmadığından bu antre tapınağın çok göze çarpan bir bölümü değildir. Antrenin sukanasi ya da “burun” adı verilen üzerinde Hoysala amblemi olan küçük bir kulesi vardır. Belur ve Halebidu’da bu heykeller oldukça büyüktür ve tüm kapılarda bulunur.

İç ve dış mantapalarda üzerinde dört dirsek bulunan yuvarlak sütunlar yer alır.. Her desteğin üzerinde salabhanjika ya da madanika adı verilen heykelimsi figürler bulunur. Sütun yüzeylerinde oldukça ince süsleme ve bezemeler de bulunur ve tüm sütunlar eşsizdir.Hoysala sanatı, sütun bezemelerinde önceki efendileri Batı Çalukyalardan bu noktada ayrılır. Batı Çalukyalar heykel süslemeleri yuvarlak sütunların alt kısmına yapar ve üstü boş bırakırlardı. Sütunlar 16, 32 ya da 64 köşelidir ve bazıları çan şeklindedir. Işığı yansıtma özellikleri vardır. Halebidu’daki Parsvanatha Basadi buna iyi bir örnektir. Sütunun gövdesi yekparedir, tabanı kare şeklinde bırakılmıştır ve tepesinde heykel figürleri süs olarak bulunur.

Vimana

Vimana, ya da cella, tapınağın adandığı tanrının tasvirini bulunduran, tapınağın en kutsal yeridir. Vimana üzerinde genellikle bir kule bulunur. İçi sade ve kare olmasına karşın dışarıdaki kule aşırı şekilde süslenmiş, yıldız şeklinde, kademeli kare şeklinde ya da bunların bir birleşimi şeklinde düzenlenmiştir. Üzerine ışık düştükçe sayısı artar gibi gözüken birçok girinti ve çıkıntı bulunur. Her girinti ve çıkıntıda ritmik ve kendini tekrar eden, blok ve pervazlardan oluşan, kulenin profilini belirsizleştiren dekoratif eklentiler vardır. İçindeki ibadet yerlerinin, dolayısıyla da kulelerin sayısına göre tapınaklar ekakuta (bir), dvikuta (iki), trikuta (üç), çatuşkuta (dört) ve pançakuta (beş) olarak sınıflandırılır. Hoysala tapınaklarının çoğu ekakuta, dvikuta ya da trikuta olarak sınıflandırılır. Birden fazla ibadet yeri olan tapınaklarda simetri ve denge için tüm gerekli bölümler çoğaltılmıştır. Bir tapınağın ikincil ibadet yeri genellikle kendi kulesine sahiptir. Bir trikuta tapınağında yalnızca ortada tek bir kule olduğu durumlar vardır. Dış duvarlara eklenmiş ve daha büyük bir vimanadan dışarıya doğru bakan ibadet yerleri bulunması da sık rastlanan bir durumdur.

Tapınağın en yüksek noktası (kalasa) güzel bir su çömleği şeklindedir ve kulenin tepesinde durur. Vimana ‘nın bu bölümü genelde zamanla kaybolmuş ve metalik bir tepelikle değiştirilmiştir. Kalasa büyük taşlardan yapılmış, miğfere benzeyen kubbemsi, üzerinde birçok heykel bulunan bir yapıdır. İbadet yerinin yapısına göre şekillenir ve 2 m X 2 m boyutlarında olabilir. Bu yapının altında kare planlı kubbeli çatılar bulunur. Bunların hepsi daha küçüktür ve tepelerinde küçük kalasalar bulunabilir. Çevrelerindeki değişik şekilli çatılarla iç içe girmişlerdir ve oldukça fazla oranda süslüdürler. İbadet yerinin kulesi genellikle üç-dört katlı süslemeli çatıdan oluşur, sukanasinin kulesi ise ana kuleden bir kat daha azdır, bu nedenle de ana kulenin bir uzantısı (“burun”) gibi görünür. Kapalı mantapanın duvarı üzerinde, açık mantapanın ağır saçakları ve sundurmaların üzerinde bir kat süslemeli çatı yer alır.

Vimananın üst yapısı altında duvardan yarım metre kadar dışarı çıkan tapınak saçakları bulunur. Saçakların altında tapınağın imparatorluğun erken ya da geç dönemde inşa edilmesine bağlı olarak iki farklı süsleme tipine rastlanır. 13. yüzyıldan önce inşa edilen erken dönem tapınaklarda tek saçak ve bunun altında minyatür süs kuleler bulunur. Bu kulelerin altında Hindu tanrılarının ve refakâtçilerinin bulunduğu bir panel ve beş değişik pervaz duvarın tabanını oluşturur. Geç dönem tapınaklarda ilk saçağın bir metre kadar altında ikinci bir saçak bulunur, ve iki saçağın arasında da minyatür kuleler yer alır. Tanrıların tasvirleri ikinci saçağın altındadır ve bunları eşit boyutlarda altı farklı pervaz takip eder. Tabandaki altı pervaz iki bölüme ayrılmıştır. Duvarın tabanından yukarıya doğru ilk yatay katta filler, bunların üzerinde süvariler ve sonra da yapraklardan oluşan bir dizi süsleme vardır. İkinci yatay bölümde ise Hindu epikleri ve purana sahneleri büyük detayla işlenmiştir. Bunların üzerinde yalli (ya da makara, hayalî bir yaratık) ve hamsadan (kuğu) oluşan iki friz vardır. Vimana kulesi üç yatay bölüme ayrılmıştır ve duvarlardan da daha fazla süslenmiştir.

Heykel

Hoysala sanatçıları Hindu epiklerin, Yallilerin (mitik yaratıklar), tanrıların, Kirthimukhaların tasvirinde, erotik sahnelerin ve günlük hayatın resmedilmesinde çok detaylı heykelleriyle tanınmıştır. Kullandıkları yumuşak sabuntaşı virtüözlüğe varan bir oyma stilinin gelişmesini sağlamıştır. Çalışmalarında kusursuz detaya verilen dikkat ve önem gözükür. Heykellerde tırnaklara varana kadar tüm detaylar kusursuz şekilde işlenmiştir.

Hoysala heykel sanatının ortak bir biçimi olan Salabhanjika, Budist heykel sanatına kadar uzanan eski bir Hint geleneğidir. Sala sal ağacı ve bhanjika ise bâkiredir. Hoysala lehçesinde madanika figürler, tapınağın dış duvarlarında çatının hemen altında bulunan ve tapınağı tavaf edenlerin görebilmesi için belirli bir açıyla yerleştirilmiş dekoratif nesnelerdir. Mantapanın içinde sütun dirseği olarak kullanılmışlardır. Bu madanikalar müzik ve dans gibi sanatsal eylemlerde bulunurken heykel olarak işlenmişlerdir. Kirthimukhas (iblis yüzleri) bazı tapınakların Vimana kulelerinde bulunur. Bazen sanatçıların imzalarına bu heykellerde rastlanır.

Sthamba buttalikalar, Çalukya üzerinde Çola sanatının etkisini gösteren sütun üzerindeki tasvirlerdir. Hoysalalar için çalışan sanatçıların bazıları imparatorluğun Güney Hindistan’ın Tamil konuşan bölgelerine olan yayılmasının sonucunda Çola ülkesinden olabilir. Çennakeşava tapınağının kapalı mantapasının sütunlarından biri üzerindeki mohini tasviri Çola sanatının güzel örneklerinden biridir.

Gündelik hayata ilişkin sahneler, örneğin atların nasıl dizginlendiği, kullanılan üzenginin tipi, dansçıların, müzisyenlerin tasviri, aslanlar ve filler gibi hayvanların tasviri (hiçbir hayvan heykeli bir diğerine benzemez) duvar panellerinde resmedilmiştir. Belki de ülkedeki bir başka tapınakta Ramayana ve Mahabharata epikleri Halebidu’daki Hoysaleşvara tapınağında olduğu kadar etkili tasvir edilmemiştir.

Erotika, Hoysala sanatçısının ihtiyatla ele aldığı bir konudur. Bu tasvirlerde teşhirciliğe rastlanmaz ve erotik konular genelde girintilere minyatür olarak işlenmişlerdir ve göze çarpmazlar. Bu erotik gösterimler Şakta uygulamasıyla bağdaştırılırlar. Tapınak girişi Makaratorana (makara ya da hayalî yaratık) denen süslemelerle aşırı olarak bezenmiştir ve her iki yanında da Salabanjika (bâkire) bulunur.

Bütün bu heykellerin dışında, ana girişten itibaren Hindu epiklerinden bölümler (genellikle Ramayana ve Mahabharata) saat istikâmetinde heykellerle resmedilmiştir.Sağdan sola olan bu yerleştirme, tapınağı dışarıdan içeriye doğru tavaf ederek dolaşan inananların izlediği yöndür. Mitolojiden gelen balık avlayan epik kahramanı Arjuna, fil başlı tanrı Ganeşa, Güneş tanrısı Surya, hava ve savaş tanrısı Indra, ve Sarasvati ile Brahma çok sık rastlanan figürlerdir. Bu tapınaklarda sıkça görülen diğer figürler ise diğer tanrılar tarafından verilen çeşitli silahları birkaç eliyle tutan Durga’nın buffalo biçimindeki bir iblisi öldürmesi ve Harihara’nın (Şiva ve Vişnu’nun bir karışımı) deniz kabuğu, çark ve üç başlı zıpkın tutmasıdır. Bu frizlerin birçoğu sanatçısı tarafından imzalanmışır. Hindistan’da imzalı ilk sanat eserleri bunlardır.

Araştırma

Günümüzde yapılan araştırmalar sonucunda Hoysalalar tarafından yaklaşık bin beş yüz kadar yapının inşa edildiği, bunlardan yüz kadar tapınağın günümüze kadar ayakta kaldığı bulunmuştur. [37] Hoysala mimari tarzı, 10. ve 11. yüzyıllar arasında yaygınlaşmış olan Batı Çalukya mimari tarzının bir uzantısıdır. Belirgin olarak Dravidian özelliklerine sahip olan Hoysala mimarisi kendine özgü özellikleriyle bağımsız bir mimari tarz olarak kabul edilir. Mimari tarza yenilik getiren Hoysalalar aynı zamanda Karnata da bulunan önceki büyük mimarlar olan Kadambalar ve Batı Çalukyalardan bazı özellikleri almışlardır. Bu özellikler ana yapı malzemesi olarak sabuntaşının kullanılması, Hoysala tapınaklarında çok kullanılan kafesli taş perdeler, ve yıldız şeklinde vimana. Tüm bu özellikler daha önceleri efendileri olan Batı Çalukyalar zamanında yaygındı. Diğer özellikler arasında Kadamba Şikhara denen ve Kadambalardan gelen basamaklı vimana kulesi sayılabilir. Hoysala heykeltıraşlarının ustalıklarının altında yatan oyulmuş duvarlarda ışık ve gölge etkisi üzerine olan bilgileridir. Sayısız girinti ve çıkıntıdan oluşan heykellerinde bu bilgiyi en iyi etkiyi vermek için kullanmışlardır. Hoysala heykelinin tüm ihtişamıyla fotoğrafçılık için bir meydan okuma olduğu söylenir. Hoysalaların taş işçiliği bir fildişi oymacısının ya da kuyumcunun altın işçiliği ile kıyaslanır. Heykellerdeki figürlerde bulunan mücevheratın bolluğu, saç şekillerinin çeşitliliği, Hoysala zamanında sosyal yaşam tarzı hakkında önemli bilgiler verir.

Tanınmış Sanatçılar

Hoysalalar büyük mimarların ve heykeltıraşların hizmetlerinden yararlanmış ve bunlardan bazılarının ismi tarihte öne çıkmıştır. Orta Çağ Hint sanatçısı anonim kalmayı tercih etse de Hoysala sanatçıları eserlerini imzalamış ve araştırmacılara yaşamları, aileleri, loncaları hakkında etkileyici detayda bilgiler bırakmışlardır. Mimar ve heykeltıraşlardan başka diğer loncalardan altın işlemeciler, fildişi oymacıları, marangozlar, gümüş işlemeciler de tapınakların yapımına katılmıştır. Sanatçılar farklı coğrafi bölgelerden gelmekteydi ve ünlü yerel ustalar da aralarında yer almıştır. Üretken mimarlar arasında Tumkur ilinde Kaidala’lı olan ve aynı zamanda Batı Çalukyalılar içinde tapınaklar yapan Amaraşilpi Cakanaçari,Somanathapura’daki Keşava tapınağını inşa eden ve Amritapura’daki Amriteşwara tapınağının da aralarında bulunduğu kırk kadar daha tapınak inşaatında çalışan Ruvari Malithamma sayılabilir. Malithamma süsleme üzerine uzmanlaşmıştı ve eserleri altmış yıllık bir döneme yayılır. Heykellerini kısaca Malli ya da Ma olarak imzalamıştır. Balligavi’den Dasoja ve oğlu Çavana Belur’daki Çennakeşava tapınağının mimarlarıdır. Kedaroja Halebidu’daki Hoysaleşvara tapınağının baş mimarıdır. Bu mimarların nüfuzları Hoysalalar tarafından inşa edilen diğer tapınaklarda görülmüştür. Yazıtlarda ismi bulunan diğer yerli sanatçılar ise Maridamma, Baicoja, Caudaya, Nanjaya ve Bama, Malloja, Nadoja, Siddoja, Masanithamma, Çameya ve Rameya’dır. Tamil ülkesinden gelen sanatçılar arasında Pallavaçari ve Çolavaçari sayılabilir.

Tanınmış Tapınaklar

Hoysalalar tarafından yapılmış bazı tanınmış tapınaklar aşağıdaki listede bulunmaktadır.

Karnataka’da tanınmış tapınaklar (1113–1268)

Tanrı – Yer – Yıl – Kral
Amriteşwara – Amritapura – 1196 – II. Veera Ballala
Çennakeşawa – Aralaguppe – 1250 – Vira Someşwara
İşvara – Arsikere 1220 – II. Veera Ballala
Mallikarjuna – Basaralu – 1234 – II. Vira Narasimha
Çennakeşawa – Belur – 1117 – Vişnuvardhana
Viranarayana – Belavadi – 1200 – II. Veera Ballala
Lakşmidevi – Doddagaddavalli – 1113 – Vişnuvardhana
Hoysaleşwara – Halebidu – 1120 – Vişnuvardhana
Someşwara – Haranhalli – 1235 – Vira Someşwara
Lakşminarasimha – Haranhalli- 1235 – Vira Someşwara
Lakşminarayana – Hosaholalu – 1250 – Vira Someşwara
Lakşminarasimha – Javagallu – 1250 – Vira Someşwara
Buçeşvara – Koravangala – 1173 – II. Veera Ballala
Nageşvara – Mosale – 1200 – II. Veera Ballala
Çennakeşawa – Mosale – 1200 – II. Veera Ballala
Lakşminarasimha – Nuggehalli – 1246 – Vira Someşwara
Keşawa – Somanathapura – 1268 – III. Narasimha