Delhi Sultanlığı Delhi Saltanatı ya da Sultanat-ı Hint (1206 – 1526) yılları arasında Hindistan’da hüküm sürmüş hanedanlardır: Türk kökenli olan Kölemen Hanedanı (Hint ‘Memlûk’ Hanedanı; 1206-90), melez Türklerden olan Halaci Hanedanı (1290-1320), Tuğluk Hanedanı (1320-1413), Seyyid Hanedanı (1414-51), ve Afgan kökenli olan Lodi Hanedanı (1451-1526). 1526 yılında Delhi Sultanlığı yeni ortaya çıkan Babür İmparatorluğu içinde erimiştir.
Başkent: Delhi
Dini: Sünni İslam Hanefi Fıkh
Yönetim: Monarşi
Yönetim
– 1206-1210 Kutbiddin Aybak
– 1517-1526 İbrahim Lodi
Tarih
– Kuruluş tarihi 1206
– Yıkılış tarihi 1527
12 Nisan 2016 Salı
Gupta imparatorluğu
Gupta İmparatorluğu (Hintçe: aşağı yukarı M.S. 320’den 520’ye kadar Gupta Hanedanı tarafından yönetilen bir imparatorluk idi. Toprakları, günümüzdeki kuzey ve orta Hindistan, ve Pakistan’ın ve Bangladeş’in bazı bölgelerini kapsıyordu. Gupta İmparatorluğu dönemi bilim, matematik, gökbilim, din ve felsefedeki ilerlemeleri nedeniyle Hindistan’ın Altın Çağı olarak bilinmektedir. Tarihçiler Gupta Hanedanı’nı, klasik uygarlığının bir modeli olarak Han Hanedanı, Tang Hanedanı ve Roma İmparatorluğu’nun yanına koyuyorlar.
Oğuz Adı Nereden Gelmektedir
İhanlı Devleti hükümdarlarından Gazan Han devrinde veya Gazan Han’ın halefi Olcaytü zamanında (1304–1316) yazılmış Oğuz Kağan destanında, ilk süt manasına “ağız” kelimesi “Oğuz” şeklinde belirtilmekteydi. Muasır kaynaklarda ağız kelimesine rastlanmadığı için bu ağız kelimesinin Oğuz kelimesine menşe olduğu şüphe ile karşılanmaktadır.
Müsteşrik J. Marguart, Oğuz kelimesini OK+UZ şeklinde ayırmıştır. Bu değerlendirmeye göre Ok=ok, Uz=adam demek olup, Oğuz kelimesi “Oklu adamlar” şeklinde telaffuz edilmiştir. Fakat bu görüş de kabul görmemiştir. Çünkü Türkçe’de adam manasına gelen uz şeklinde bir kelime bulunamamıştır.
Oğuz kelimesi Müsteşrik Nemeth’e göre Türkçe’de aynı zamanda kabile manasına gelen “OK” sözüne eski Türkçedeki çoğul eki “-z” ilavesiyle türemiş (ok-uz) olup “kabileler” manasına gelir. Bu açıklamanın doğru ve Türk Tarihinin sosyal ve siyasi gelişmesi açısından da tutarlı olduğu görülür. Oğuz kelimesinin Çince’ye “kabileler” diye tercüme edilmesi de bu görüşü destekler. Burada görülüyor ki “Oğuz” adı, aslında etnik bir isim olmayıp doğrudan doğruya “Türk Kabileleri” manasına ifade eden bir kelime durumundadır.
Faruk Sümer’e göre, Karahanlılar’ın batı komşusu olan Oğuzlar, her türlü ilgiye layık bir Türk kavmidir. Bu değerlendirmeye göre, Oğuzlar, Türkiye Türklerinin ve aynı zamanda bugünkü Avrupa’nın bir kısmını oluşturan toplulukların atasıdır. Anadolu’yu Türk yerleşimine açan, burada yurt tutan ve Türkiye vatanını kuran topluluk, Oğuzlardır. Türkiye kültür tarihinin birçok sorunları, Oğuzların giriştikleri büyük göç, fetih ve yerleşme hareketlerine bağlı olduğu kadar, bundan önceki kültürel sürecin sonuçlarına da bağlı bulunmaktadır.
Oğuz adı ilk defa Barlık Çayı kıyısında tespit edilen bir kitabede görülmektedir. Kitabeye göre, Altı Oğuz boyu, birleşerek bir “budun” (boylar birliği) teşkil etmektedir.
–
Müsteşrik: Doğulu milletlerin (İslam aleminin) tarihi, kültürü, örfü, adetleri, din ve medeniyetleri üzerinde çeşitli maksatlarla araştırma yapan batılı Müslüman olmayan bilim adamı. Şarkıyatçı veya Oryantalist diye de bilinirler.
–
Kaynak: Prof. Dr. Mustafa Demir – Büyük Selçuklular Tarihi, s. 3
Müsteşrik J. Marguart, Oğuz kelimesini OK+UZ şeklinde ayırmıştır. Bu değerlendirmeye göre Ok=ok, Uz=adam demek olup, Oğuz kelimesi “Oklu adamlar” şeklinde telaffuz edilmiştir. Fakat bu görüş de kabul görmemiştir. Çünkü Türkçe’de adam manasına gelen uz şeklinde bir kelime bulunamamıştır.
Oğuz kelimesi Müsteşrik Nemeth’e göre Türkçe’de aynı zamanda kabile manasına gelen “OK” sözüne eski Türkçedeki çoğul eki “-z” ilavesiyle türemiş (ok-uz) olup “kabileler” manasına gelir. Bu açıklamanın doğru ve Türk Tarihinin sosyal ve siyasi gelişmesi açısından da tutarlı olduğu görülür. Oğuz kelimesinin Çince’ye “kabileler” diye tercüme edilmesi de bu görüşü destekler. Burada görülüyor ki “Oğuz” adı, aslında etnik bir isim olmayıp doğrudan doğruya “Türk Kabileleri” manasına ifade eden bir kelime durumundadır.
Faruk Sümer’e göre, Karahanlılar’ın batı komşusu olan Oğuzlar, her türlü ilgiye layık bir Türk kavmidir. Bu değerlendirmeye göre, Oğuzlar, Türkiye Türklerinin ve aynı zamanda bugünkü Avrupa’nın bir kısmını oluşturan toplulukların atasıdır. Anadolu’yu Türk yerleşimine açan, burada yurt tutan ve Türkiye vatanını kuran topluluk, Oğuzlardır. Türkiye kültür tarihinin birçok sorunları, Oğuzların giriştikleri büyük göç, fetih ve yerleşme hareketlerine bağlı olduğu kadar, bundan önceki kültürel sürecin sonuçlarına da bağlı bulunmaktadır.
Oğuz adı ilk defa Barlık Çayı kıyısında tespit edilen bir kitabede görülmektedir. Kitabeye göre, Altı Oğuz boyu, birleşerek bir “budun” (boylar birliği) teşkil etmektedir.
–
Müsteşrik: Doğulu milletlerin (İslam aleminin) tarihi, kültürü, örfü, adetleri, din ve medeniyetleri üzerinde çeşitli maksatlarla araştırma yapan batılı Müslüman olmayan bilim adamı. Şarkıyatçı veya Oryantalist diye de bilinirler.
–
Kaynak: Prof. Dr. Mustafa Demir – Büyük Selçuklular Tarihi, s. 3
Türklerin İslamiyete Girişini Kolaylaştıran Nedenler
İslamiyet büyük ölçüde Müslüman Arapların siyasî hakimiyet kurdukları sahalarda yayılmış olduğu halde siyasî hakimiyet tesis edilmeden İslam’ın yayıldığı topraklar ise başta Türk ülkeleri olmak üzere Güney Doğu Asya’dır.
İslâm dini Müslümanların fethettiği topraklarda cebir ve tehdit yoluyla değil gönül hoşluğuyla yayılmıştır. Zaten insanlara baskı yaparak İslâmiyeti kabul ettirmek bizâtihi Kur’an-ı Kerîm’in ruhuna aykırıdır. Çünkü “Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 2/256).
Kâinâtın ezelî ve ebedî Gök-Tanrı tarafından idare edildiğine inanan Türkler zamandan ve mekândan münezzeh, her türlü yorum ve tasavvurdan uzak ilâh fikrini İslâm’ın Allah inancında buldukları için Müslümanlığı benimsemekte zorlanmadılar.
Allah’ın sıfatları, ahiret hayatı, ruhun ebedîliği, kıyamet hayatı, kadere iman, ahlak anlayışı sevap-günah, cennet, cehennem, şehitlik, aile hayatı, fetih felsefesi, cihad, adalet, hakimiyet, vatan sevgisi istiklâl aşkı ve şûra gibi çeşitli konularda İslâm dininin ortaya koyduğu prensip ve esaslarla Türklerin benimsemiş olduğu inanç sistemi ve ilkeler arasında büyük bir uyum olması onların İslâm’a bakış açılarını etkilemiş ve diğer dinlere tepki göstermelerine rağmen İslâmiyete karşı çıkmak şöyle dursun kendi istek ve irâdeleriyle rahatlıkla benimseyip kabul etmişlerdir.
Hiç şüphesiz tarih boyunca Türklerin bir kısmı Yahudilik, Hıristiyanlık, Budizm ve diğer inanç sistemlerini benimsemişler ancak büyük çoğunluğu Türklerin inanç ve hayat felsefesine uygun olmadığı için bu dinlere karşı sert tepki gösterilmiş ve bu dinlerin Türkün karakterine ve ruh yapısına ters düştüğü açıkça ifade edilmiştir. Halbuki Türklerin İslâm dinine geçişleri kendi ruh ve karakterlerine uygun düştüğü için bazı tarihçilerin dediği gibi “adeta farkında olmadan” tabiî bir seyir içinde gerçekleşmiş ve asla bir tepki gösterilmemiştir. Nitekim XII. yüzyılda yaşamış olan Süryanî tarihçi Mikhail “Türk milleti tek tanrıya inanmakta idi. Arapların da tek Allah’a inanmaları Türklerin İslâmiyeti kabul etmelerine sebep olmuştur” diyerek bu gerçeği dile getirmektedir.
Ayrıca savaşçılığıyla temayüz etmiş olan Türk milleti İslâm’ın cihad anlayışını ve şehitlik fikrini kendi töre ve ideallerine uygun bulduğu için bu husus da onların İslâmiyeti seçmelerinde bir teşvik unsuru olmuştur.
Dinler tarihinde bu kadar kısa bir zaman zarfında bu kadar büyük kitlelerin hiçbir baskıya maruz kalmadan kendi istek ve iradeleriyle başka bir dine geçtiklerine çok az rastlanmıştır. Kısacası Türkler kendi töre, inanç, ideal ve karakterleriyle bütünleşen prensiplere sahip bu mükemmel din ve medeniyet dairesine girmekte asla zorlanmadıkları gibi İslâm kültür ve medeniyetine her alanda önemli katkılarda bulundular. Türkler İslâmiyeti kabul ettikten çok kısa bir süre sonra dini ilimler başta olmak üzere çeşitli ilim dallarında, tefekkür ve felsefe konusunda dünya çapında haklı bir şöhrete kavuşmuş bilim adamları ve mütefekkirler yetiştirdiler ve Ortaçağ İslâm kültür ve uygarlığının kurulup gelişmesinde önemli rol oynadılar.
–
NOT: Bu ilgili makale, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi Sayın Prof. Dr. Abdülkerim Özaydın’nın Genel Türk Tarihi Ansiklopedisi’nin 2. cildinde yer alan “Türklerin İslamiyeti Kabulü” adlı makalesinden yararlanılarak hazırlanmıştır.
İslâm dini Müslümanların fethettiği topraklarda cebir ve tehdit yoluyla değil gönül hoşluğuyla yayılmıştır. Zaten insanlara baskı yaparak İslâmiyeti kabul ettirmek bizâtihi Kur’an-ı Kerîm’in ruhuna aykırıdır. Çünkü “Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 2/256).
Kâinâtın ezelî ve ebedî Gök-Tanrı tarafından idare edildiğine inanan Türkler zamandan ve mekândan münezzeh, her türlü yorum ve tasavvurdan uzak ilâh fikrini İslâm’ın Allah inancında buldukları için Müslümanlığı benimsemekte zorlanmadılar.
Allah’ın sıfatları, ahiret hayatı, ruhun ebedîliği, kıyamet hayatı, kadere iman, ahlak anlayışı sevap-günah, cennet, cehennem, şehitlik, aile hayatı, fetih felsefesi, cihad, adalet, hakimiyet, vatan sevgisi istiklâl aşkı ve şûra gibi çeşitli konularda İslâm dininin ortaya koyduğu prensip ve esaslarla Türklerin benimsemiş olduğu inanç sistemi ve ilkeler arasında büyük bir uyum olması onların İslâm’a bakış açılarını etkilemiş ve diğer dinlere tepki göstermelerine rağmen İslâmiyete karşı çıkmak şöyle dursun kendi istek ve irâdeleriyle rahatlıkla benimseyip kabul etmişlerdir.
Hiç şüphesiz tarih boyunca Türklerin bir kısmı Yahudilik, Hıristiyanlık, Budizm ve diğer inanç sistemlerini benimsemişler ancak büyük çoğunluğu Türklerin inanç ve hayat felsefesine uygun olmadığı için bu dinlere karşı sert tepki gösterilmiş ve bu dinlerin Türkün karakterine ve ruh yapısına ters düştüğü açıkça ifade edilmiştir. Halbuki Türklerin İslâm dinine geçişleri kendi ruh ve karakterlerine uygun düştüğü için bazı tarihçilerin dediği gibi “adeta farkında olmadan” tabiî bir seyir içinde gerçekleşmiş ve asla bir tepki gösterilmemiştir. Nitekim XII. yüzyılda yaşamış olan Süryanî tarihçi Mikhail “Türk milleti tek tanrıya inanmakta idi. Arapların da tek Allah’a inanmaları Türklerin İslâmiyeti kabul etmelerine sebep olmuştur” diyerek bu gerçeği dile getirmektedir.
Ayrıca savaşçılığıyla temayüz etmiş olan Türk milleti İslâm’ın cihad anlayışını ve şehitlik fikrini kendi töre ve ideallerine uygun bulduğu için bu husus da onların İslâmiyeti seçmelerinde bir teşvik unsuru olmuştur.
Dinler tarihinde bu kadar kısa bir zaman zarfında bu kadar büyük kitlelerin hiçbir baskıya maruz kalmadan kendi istek ve iradeleriyle başka bir dine geçtiklerine çok az rastlanmıştır. Kısacası Türkler kendi töre, inanç, ideal ve karakterleriyle bütünleşen prensiplere sahip bu mükemmel din ve medeniyet dairesine girmekte asla zorlanmadıkları gibi İslâm kültür ve medeniyetine her alanda önemli katkılarda bulundular. Türkler İslâmiyeti kabul ettikten çok kısa bir süre sonra dini ilimler başta olmak üzere çeşitli ilim dallarında, tefekkür ve felsefe konusunda dünya çapında haklı bir şöhrete kavuşmuş bilim adamları ve mütefekkirler yetiştirdiler ve Ortaçağ İslâm kültür ve uygarlığının kurulup gelişmesinde önemli rol oynadılar.
–
NOT: Bu ilgili makale, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi Sayın Prof. Dr. Abdülkerim Özaydın’nın Genel Türk Tarihi Ansiklopedisi’nin 2. cildinde yer alan “Türklerin İslamiyeti Kabulü” adlı makalesinden yararlanılarak hazırlanmıştır.
Türklerin İslamiyeti Kabulü
Türkler dünyanın en eski ve en köklü milletlerinden biri olup hem İslamdan önce hem de İslami devirde tarihte önemli rol oynamışlardır. Türklerin İslamiyet’ten önce totemcilik inancını benimsediğine dair çeşitli görüşler ileri sürülmüşse de bu iddiaları kesin doğrular olarak kabul etmek oldukça zordur. Dinden daha çok bir sihir karakteri arz eden Şamanlığın da Türklerdeki tanrı inancıyla bir ilgisinin mevcut olmadığı isbat edilmekle beraber Türklerin dini inancıyla Şamanlık arasında dikkati çekecek ölçüde bir uyum olduğu kabul edilememiştir. Eski Türkler tabiatta bir takım gizli kuvvetlere inanıyorlardı. Ayrıca ölmüş büyüklere tazim ve onlara kurban kesmek şeklinde beliren atalar kültü Bozkır Türk inançları arasında yer alıyordu. Ancak Bozkır Türkleri’nin asıl inancı Tanrı’yı (Tengri) en yüksek güç ve en büyük yaratıcı kuvvet kabul eden ve semavi bir mahiyeti haiz Gök Tanrı dini denilen bir inanç sistemiydi. Hükümdarlar kendilerinin Tanrı tarafından tahta çıkarıldığını, zaferleri Gök Tanrı’nın inayetiyle kazandıklarını, çeşitli hile ve tuzaklardan Gök Tanrı’nın yardımıyla kurtulduklarına inanır ve “Ey Gök Tanrı sana şükürler olsun!” diye duygularını dile getirirlerdi. Avar hakanı Bizans imparatoruyla yaptığı bir antlaşmada Gök Tanrı adına yemin etmişti. Göktürkler de devletlerinin Gök Tanrı’nın isteğiyle kurulduğuna inanırlardı. Türkler ölüm ve hayatın Tanrı’nın iradesine bağlı olduğuna, insanın fanî Tanrı’nın ebedî olduğuna inanırlardı. Tanrı kelimesi Başkırtça hariç bütün Türk lehçelerinde ortak olarak kullanılan bir kelimedir. Gök Tanrı dini Türklerin İslam öncesi millî dinî olarak kabul edilmektedir.
İslamiyet’in doğduğu sırada Türkler Orta Doğu’nun kuzey ufuklarında gözükmekteydiler. Göktürkler Kuzey Asya’dan güneye doğru Sind Irmağı’na, doğuda Çin sınırından batıda Karadeniz’in kuzeyine kadar uzanıyordu. Kafkasya’da Dağıstan ile Karadeniz’in kuzey kıyıları Hazar Türkleri’nin idaresindeydi. Hazar Denizi’nin güney doğusunda Sûl Türklerinin kurduğu bir beylik hüküm sürüyordu. Sasanî ve Bizans imparatorlukları Türklerle bazan ittifak bazan da savaş halindeydi.
Yeni bir dinin kabulü milletlerin hayatını müsbet veya menfî yönde etkileyen önemli faktörlerden biri kabul edilmektedir. Milletler kabul ettikleri bu yeni din sayesinde ya varlıklarına güç katarak dünyanın sayılı milletlerinden biri olma vasfını kazanmakta ya da millî benliklerini kaybetmektedirler. Bunun en belirgin örneğini Türk milletinin tarihinde bulmaktayız. Türkler tarih boyunca millî dinlerini terkederek Budizm, Maniheizm, Yahudilik ve Hıristiyanlığı benimsemişlerdir. Ancak bu dinlerin yapısı Türklerin millî bünyesine ve karakterine uymadığı için onların benliklerini ve Türklüklerini kaybetmelerine sebep olmuştur. Göktürk Hakanı Bilge Kagan veziri Tonyukuk’tan bir Budist mabedi yaptırmasını isteyince Tonyukuk’un “Savaşmayı ve hayvan kesmeyi yasaklayan, miskinlik telkin eden bir dinin kabulü Türkler için bir felaket olur” cevabını vermesi adeta bir kehanet olarak ortaya çıkmıştır. Yahudiliği benimsemiş olan Hazarların ve Hıristiyanlığı kabul eden Macarların ve Bulgarların bugün Türklüklerinden bahsedilmemektedir. Buna karşılık Türklerin millî bünyesine, ruh ve karakterine uyan İslam dinini kabul etmeleri onlara yeni bir atılım gücü kazandırdığı gibi millî varlıklarını muhafaza etmelerinde de önemli rol oynamıştır. Türkler bu yeni ruh sayesinde Asya steplerinden Avrupa içlerine kadar çok geniş bir alanda hakimiyet kurmayı başarmışlardır. Türklerin İslamiyeti kabulü sadece Türk ve İslam tarihinde değil aynı zamanda dünya tarihinde de bir dönüm noktası teşkil eder. Türklerin İslamiyeti kabulü kavimler göçü ve Haçlı seferleriyle birlikte ortaçağı karakterize eden üç büyük olaydan biridir.
Türkler İslamiyeti kabul etmeden önce yukarıda anlatıldığı gibi Müslüman Araplarla uzun süre mücadele etmiş ve İslamiyet hakkında bilgi edindikten ve bu dinin kendi inanç sistemleriyle uyuştuğunu ve bütünleştiğini gördükten son-
ra Müslüman olmuşlardır. İleride temas edeceğimiz ve örneklerini göreceğimiz gibi Türk milleti hiçbir zaman Arapların siyasi hakimiyeti altında kaldıkları, baskı ve zulüm gördükleri için yani kılıç zoruyla değil kendi istek ve iradeleriyle adeta tabiî bir geçiş süreci içinde İslamiyeti kabul etmişlerdir.
İslamiyet Türkler arasında ilk defa Kuteybe b. Müslim tarafından fethedilen Amu Derya nehrinin kuzeyindeki topraklarda, Kaşgarlı Mahmud’un Çay ardı dediği Maveraünnehir bölgesinde yayılmaya başlamıştır.
İslam ordularının uçsuz bucaksız Asya topraklarında savaş kabiliyetiyle temayüz etmiş Türk beylerine karşı başarı kazanmaları, kendilerini ilah mertebesinde gören müstebid hükümdarların baskısından kurtulmak isteyen güçsüz insanların İslamiyeti benimsemeleri sayesinde olmuştur. Müslüman olan Türkler dinden dönmeye mecbur edilmemek için kadınları, ihtiyarları ve çocuklarıyla silahsız olarak Türk beylerinin ordularına karşı çıkıyorlardı. Halkı koruyan, yedirip içiren eski Türk hükümdarlarının bu vasıflarını o dönemde muhtemelen İran’dan etkilenerek kaybettikleri anlaşılmaktadır. Bu durum onların Sasanîlerin müstebid ve gösterişli hükümdarlarını örnek almalarıyla izah edilebilir.
Türkler başlangıçta Şafiî mezhebini daha sonra ise İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin kurucusu olduğu Hanefî mezhebini seçtiler. Ebû Hanife Türkler üzerinde çok etkili oldu. Türkler üzerinde etkili olan bir başka alim de Semerkandlı İmam Maturidi idi. Kuteybe bir yandan kendi hakimiyetini sağlamlaştırmaya çalışırken bir yandan da İslamiyetin yayılması için gayret ediyordu. Mesela bu amaçla Buhara’da bir cami yapılmıştı (713). Türkistan’daki ilk mescidler Nerşahî’nin namazgah dediği meydanlardan ibaretti.
Semerkand muhasarası sırasında da teslim şartları müzakere edilirken şehirde bir cami yapılmasına karşı konulmaması şarta bağlanıyordu. Kuteybe kendisi de bizzat cami’in yapımına nezaret ediyordu.
Türklerin kılıç zoruyla ve baskıyla Müslümanlığı benimsemediğini gören idareciler halk arasında İslamiyeti yaymak için camiye gelenlere bir takım armağanlar vaadediyordu.
Emevîlerin başlangıçtan beri takip ettiği politika Türkleri ve diğer kavimleri İslamiyet’e ısındırmak şöyle dursun nefret ettiriyordu. Zira gayr-i Arap Müslüman ahali Müslüman oldukları halde kendilerinden vergi alınmaya devam edildiğini ve kendilerine Arap süvarilerinden daha az maaş ödendiğini ve ganimetten de daha az pay verildiğini gördükleri için bu haksızlığa tepki gösteriyorlar ve bundan dolayı İslamiyetin süratle yayılması engelleniyordu. Emevîlerin daha çok cizye almak amacıyla Horasan ve Toharistan halkının Müslüman olmalarını önlediklerine dair rivayetler de vardır.
Aynı şekilde Horasan ve Türkistan’da hüküm süren beylerin de kendi tebeasını kaybetmemek düşüncesiyle Emevîlerle işbirliği yaptığı da iddia ediliyordu. Eğer zayıf ve yoksul kimseler İslamiyeti seçerlerse hem Emevî idarecilerden hem de mahallî beylerden tepki görüyorlardı. Bu zulüm ve baskılara dayanamayan ve Hz. Peygamber’i örnek alan sadık Müslümanların önderlik ettiği Merv halkı sonunda isyan etti. Haris b. Süreyc çeşitli kavimlere mensup mazlum insanları etrafına topladı ve mağlup olunca da Türklere sığınıp Türk hakanı Sû-lu Çor’un maiyetinde Emevîlerle savaştı (735).
Süleyman b. Abdülmelik’in halifeliği zamanında (717) Horasan valisi olan Yezid b. Mühelleb Cürcan üzerine bir sefer düzenledi. O sırada Dihistan Türkleri Sulteginin, Cürcan Türkleri de Kul oğlu Fîrûz’un idaresinde bulunuyordu. Yezid b. Mühelleb Dihistan’ı fethettikten sonra Sultegin’i sığındığı kalede muhasara altına aldı. 6 ay süren muhasaradan sonra bu kale de ele geçirildi. Kalede bulunan çok kıymetli bir tac hiçbir Müslüman tarafından ganimet olarak alınmak istemedi ve bir dilenciye hediye edildi. Çünkü bu tacın yoksul halkın malına el konularak yaptırıldığına inanıyorlardı.
Sultegin bir süre sonra Müslüman olmak ve bunu da Müslümanların en büyük temsilcisi olduğuna inandığı halifenin huzurunda açıklamak istedi. Yezid b. Mühelleb onu halifenin huzuruna gönderdi 716. Sultegin burada Peygamber’in halifeden daha üstün bir makamda bulunduğunu öğrenince de Medine’ye kadar giderek Hz. Muhammed’in kabrini ziyaret etmiş ve Müslüman olduğunu orada ilan etmiştir.
Sultegin Emevîlerin aşırı davranışlarını tenkid ederek onları Kur’an’a ve Hz. Muhammed’in sünnetine uymaya çağıranlar arasında yer alıyordu. Sul Türklerinin hakim bulunduğu topraklarda gayr-i müslim Oğuzlarla cihad etmek için din bilginlerinin ve gazilerin birlikte kaldıkları ribatlar (kaleler) yapılmıştı. Sultegin’in İslamiyeti kabulü bütün bölge halkının İslamiyeti kabul ettiği anlamına gelmemekle beraber ona tabi bir çok kişinin Müslüman olduğu tahmin edilebilir. İbn Mühelleb Cürcan şehrinde 40 kadar mescid ve Cürcan’ın kuzeyindeki gayr-i müslim Türklere karşı da bir sed yaptırdı. Dihistan ve Cürcan’ın Türk-İslam medeniyetine şekil veren en eski merkezler ve İslamiyet’i en erken kabul eden Türk boylarının da Oğuzlar olduğu anlaşılmaktadır.
Ömer b. Abdülaziz’in Emevî halifeleri arasında farklı ve seçkin bir mevkii vardır. O Emevîlerin umumî politikasına yani Arap milliyetçiliğine dayanan siyasetine karşı çıkmış ve bütün tebaaya eşit muamele eden bir siyaset takip etmiştir. Onun takip ettiği siyaset bütün İslam ülkelerinde müsbet sonuçlar doğurmuştur. Çünkü o valilere gönderdiği mektuplarda bütün insanlara iyi davranılmasını, Müslüman olanlardan asla vergi alınmamasını istiyordu. Bu sayede özellikle Maveraünnehir bölgesindeki Türkler arasında İslamiyet daha büyük bir hızla yayılmaya başladı. Ömer b. Abdülaziz’in ölümü üzerine (720) yeniden Emevî Devleti’nin eski politikasına dönüldü. Türgeş Kağanlığı da Maveraünnehir’de hakimiyet tesis etmek için Müslümanlarla mücadeleye girdi. Bu gelişmeler Maveraünnehir’deki İslam hakimiyetini ve İslam’ın yayılmasını tehlikeye soktu.
Hişam b. Abdülmelik (724-743) döneminde Horasan valisi Eşres b. Abdullah Türkler arasında İslamiyetin yayılması için çalıştı. Ebü’s-Seyda Salih b. Tarîf ve Rebî b. İmran et-Temîmî’yi Semerkand ve civarında halkı İslam’a davet etmekle görevlendirdi ve bu sayede büyük başarılar kazanıldı. Belh şehrinde bir cami inşa edildi.
Yakut el-Hamevî Halife Hişam’ın Türk hakanına bir elçilik heyeti göndererek kendisini İslam’a davet ettiğini belirtir. Bu hakan muhtemelen Türgeş hükümdarı Sû-lu’dur. Cahiz de Horasan valisi Cüneyd b. Abdurrahman’ın Türk hakanı ile karşılaştığını ve hakana İslam dini hakkında bilgi verdiğini kaydeder.
Emevîlerin son Horasan valisi de Maveraünnehir halkı arasında eşit muamele ederek onların gönüllerini kazanmaya çalışmış ve bu sayede bölgede İslamiyetin yayılmasına katkıda bulunmuştur. Öyle anlaşılıyor ki Maveraünnehir halkı idareciler ve kumandanların kendilerine insanca muamele ettiği dönemlerde İslamiyete daha sıcak bakmış ve aynı oranda Müslümanlığı benimsemişlerdir. Emevî hanedanının iyi muamele yerine mücadeleyi tercih ettiği Maveraünnehir ve Kafkasya’da İslamiyet daha yavaş yayılmıştır. Bununla beraber Buhara ve Semerkand gibi Maveraünnehir’in iki büyük şehrinde buraya yerleştirilmiş olan Müslüman halkın Türklerle iyi ilişkiler kurması ve onların da İslamiyeti yakından tanıma imkanı bulması sebebiyle Müslüman olanların sayısı daha fazla idi.
Abbasîlerin iktidara gelmesiyle mevaliye karşı izlenen politikanın değişmesi ve bu hanedanın kendilerini iktidara getiren gayri Arap halka iyi davranmaya başlaması Horasan ve Maveraünnehir’de İslamiyetin yayılmasına bir ivme kazandırmıştır. Ebû Ca’fer el-Mansur İslamiyeti kabul edenlerden asla cizye alınmamasını istemiştir. 751 yılında meydana gelen Talas Savaşı da Türklerle Müslümanların yakınlaşmasına ve İslamiyeti benimsemelerine müsait bir ortam hazırlamıştır. Bu savaştan sonra İslamiyetin Türkler arasında daha geniş çapta yayıldığı gözlenmiştir.
Halife Mehdi de bu yeni ortamdan istifadeyle İslamiyetin yayılması için çalışmış ve Soğd, Toharistan, Fergana, Uşrûsene, Karluk, Dokuz Oğuz (Uygurlar) ve diğer bazı Türk hükümdarlarına elçiler göndererek onları İslamiyete davet etmiştir.
Halife Me’mun bir yandan Soğd, Fergana ve Üşrusene’de meydana gelen karışıklıkları bastırmak için askerî seferler düzenlerken bir yandan da halkın İslamiyeti kabul etmesi için çalışıyordu. Me’mun Maveraünnehir’de tam anlamıyla hakimiyet tesis ettikten sonra özellikle hükümdar ailesi arasında İslamiyetin yayılmasına özen gösterdi. Müslümanlığı kabul edenler ödüllendirildi. Afşin, Eşnas et-Türkî, Boğa el-Kebir ve İnak et-Türkî gibi o devrin ünlü kumandanları geldikleri yörenin asil ve idareci sınıflarına ya da hükümdar ailesine mensup kişilerdi.
Halife Mu’tasım da Türklere karşı yakın ilgi gösterdi ve Fergana, Üşrusene, Şaş ve Soğd gibi Türklerin çoğunlukta olduğu yerlerden asker temin etti. Onun gayretleri sonucu Maveraünnehir’in tamamı İslamiyeti kabul etti.
Siri Derya’nın (Seyhun) doğusunda, Karadeniz ve Hazar Denizi’nin kuzeyinde ikamet eden Türk boyları Müslümanların hakimiyetine girmedikleri için bu bölgelerde İslamiyet zaman zaman düzenlenen seferler ve ticarî faaliyetler neticesinde yayılma imkanı bulabilmiştir.
Samanîler de Türkler arasında İslamiyetin yayılması için çalıştılar. Mesela Samanî hükümdarı İsmail b. Ahmed 893 yılında Karlukların başkenti Talas’a bir sefer düzenlemiş ve şehir zaptedilerek fetihten sonra büyük kilise camiye çevrilmiştir.
Samanî başkenti Buhara’da, Özkent’te, Taşkent’te, Sayram’da, Otrar’da (Farab-Karacuk) İslam kültürünün ilk abideleri cami-mescidler, türbeler ve zamanla bir ilim müessesesi haline gelecek olan ribatlar inşa edildi. Müslüman Türklerin yaşadığı şehirlerle gayrimüslim Türklerin yaşadığı şehirler arasında kültürel ve ticarî münasebetler zaman zaman vuku bulan çatışmalara rağmen devam ediyordu. Bu münasebetler sayesinde İslamiyet Türkler arasında yayılma imkanı buluyordu. Samanîlerin Türk topraklarına düzenlediği seferlere karşı Türkler de cevap veriyordu. Mesela 904’te Maveraünnehir’i kısa bir süre ele geçirdikleri gibi 942’de de Balasagun’u geri aldılar.
Bu olayların değerlendirilmesinden anlaşılan bir gerçek vardır ki o da Türklerin savaşla, kılıç zoruyla, şiddet ve baskıya maruz kaldıkları için değil kendi hür iradeleriyle bu dini seçtikleridir. Türkler İslamiyeti kabul ettikten sonra diğer Müslüman kavimlerle birlikte gayr-i müslim Türklere karşı cihad harekatına katılmışlardır. Türk sınırlarındaki şehirler darü’l-cihad ilan edilmiş, buralarda gazilerin barınması için çok sayıda ribat yaptırılmış ve bunlar için vakıflar tahsis edilmiştir.
Samanîlerin Maveraünnehir’den gelen göçmenlere yakın ilgi göstermeleri ve onları bozkırlardaki yeni kurulan şehirlere yerleştirmeleri de Türkler arasında İslamiyetin yayılmasına katkı sağlamıştı. Oğuzların ellerinde bulunan Yenikent, Cend ve Huvar gibi şehirler ile Samanî hakimiyetindeki Talas şehri arasında ticari münasebetler geliştirilmiş ve bu ticari faaliyetler de Türklerin İslamiyet hakkında bilgi edinmelerine ve Müslümanları daha yakından tanımalarına zemin hazırlamıştır.
İslam ülkeleriyle Türk ülkeleri arasında ticaretin en yaygın olduğu ve yoğunluk kazandığı bölge Maveraünnehir idi. Bunun yanında Harezm de ticarî hayatın canlı olduğu bölgelerden biri idi. Ticaret kafileleriyle gelen din bilginleri ve sufiler halk arasında İslamiyetin yayılmasına çalışıyorlardı. Harezmliler Hazar ordusundan ücretli askerlerin esasını teşkil etmekle beraber onlar Müslümanlarla yapılan savaşlarda görev almıyorlardı.
Müslümanlarla Türkler arasında iki asırdır devam eden askerî mücadeleler, siyasî ilişkiler ve ticarî faaliyetler sonunda Türkler İslamiyet’e yakın ilgi duymaya başlamışlardı. Horasan ve Maveraünnehir’de İslamiyet’in yayılmasında dinî-kültürel ilişkilerin ve sûfilerin de önemli rolü oldu. Ünlü mutasavvıf Şakîk-i Belhî (ö. 174/790) doğrudan Budist Türklerle görüşmüş ve onların İslamiyeti seçmelerinde etkili olmuştur. Şakîk-i Belhî zengin bir tüccar olduğu halde fakirler gibi yaşıyor servetini yoksul insanlara dağıtıyordu. Halkı İslam’a davet maksadıyla Belh şehrinden kalkıp Türkistan’a giden Şakik Budistler arasında İslamiyeti yaymaya çalıştı. Yine Belh şehrinden olan Sûfi İbrahim b. Edhem (ö. 783) de aynı şekilde Budist Türkler arasında İslam’ı yaymak için çalıştı.
Huttel’de hüküm süren eski Türk hükümdarlarından Banîcûr ailesi de VIII. yüzyılda İslamiyeti kabul etmişti. Banicûr hatunlarından biri Belh’te bir cami-mescid yaptırmak için mücevherlerini satmıştır. Nuhgunbaz mescidi bu hatunun yaptırdığı cami olmalıdır. Sınır boylarında, Merv ve Belh gibi kültür merkezlerinde yaptırılan ribatlarda kalan din adamları ve gaziler de (murabıtlar) bölgede İslamiyetin yayılmasında etkili oldular. İlk ribat 727’de Merv kadısı tarafından kurulmuştur. Böylece Talas ve İsficab gibi bazı şehirlerde nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar oluşturmuştur.
IX. yüzyılın sonlarında Yakub b. Leys adlı İranlı bir Müslüman Kabil ve Gazne’deki Türk beylerini mağlup ederek bölgede İslam hakimiyetini tesis etti. X. yüzyıl başlarında Kabil ve Gazne’de hüküm süren Türk-Şahiler devletinin yıkılmasından sonra Amu Derya (Ceyhun) ile Sind arasında yaşayan Türk boyları İslamiyeti kabul etmeye başladılar. Türklerin İslamiyeti kabul etmeleri X. yüzyılın başlarından itibaren hızlandı. Aynı dönemde Ordu şehrinin Türk hükümdarı da Müslümanlığı seçmiş, bunu takiben Balasagun ile Talas’ın doğusunda bulunan Mirki kasabasında yaşayan Oğuzlar kalabalık gruplar halinde Müslüman olmuşlardır. Aynı dönemde Gazne ve Gur bölgesinde yaşayan Halaç Türkleri de İslamiyet’i kabul ettiler. Bunlar zamanla Gaznelilere tabi oldular. Sind ve Hindistan’a giren Türkler ise bu yörelerde devletler kurup İslamiyeti yaymış ve XI. yüzyıldan itibaren Türk (Turuşka) adı Müslüman kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
Maveraünnehir’de IX. ve X. yüzyılda Müslümanlığı kabul eden Türk aile ve beylerinden bazıları şöyle sıralanabilir: Uşrûseneli Afşin (Haydar b. Kavûs), Sacoğulları Hanedanı’nın kurucusu Ebü’s-Sac, Semerkand ihşidleri, Soğdlu Merzüban et-Türkeşî, Uceyf b. Anbese, Buhara hükümdarları (Buharhudatlar), Sulu-Çor’un ahfadından İbn Hakan ailesi, Artuç b. Hakan, Feth b. Hakan, Ebû Müzahim b. Yahya b. Artuç, Ahmed b. Tolun, Fergana ihşidlerinden İhşidîlerin kurucusu Muhammed b. Tugc, Banicûr ailesi ve Eşnas et-Türkî, Alptekin oğlu İbrahim ve Simcûrîler.
Bu dönemde Orta Asya’da temayüz eden alimlerden bazıları da şunlardır: İmam Maturîdî, İmam Buharî, Tirmizî, Tarhan’ın torunu Muhammed b. Ali ve onun oğlu Abdullah, Süleyman b. Tarhan, Hakan Artuç’un soyundan Ebü’l-Müzahim Mûsa, Farabî, Hasan b. Tarhan’ın oğlu Tanbûrî Ali, Abdulhamid b. Vasî.
İlk dönemde Müslüman olan Türklerin sadece askerî sahada değil, dinî ilimlerde, felsefe, musikî vb. sahalarda da büyük hizmetleri görülmüştür. Kur’an-ı Kerim ve diğer kitapların yazılmasında ve hattatlığının gelişmesinde, kağıt imalatının önemli bir yeri vardır. Bu da Uygur Türklerinin Talas Savaşı’ndan sonra İslam medeniyetine bir armağanı olarak değerlendirilmektedir.
Türkler arasında İslamiyeti devlet dini olarak kabul eden ilk devlet İdil (Volga) Bulgar Devleti’dir. 922’de mucizevî bir hidayet eseri olarak İslam’ı kabul eden Bulgar hükümdarı (İlteber) Almuş Abbasî Halifesi Muktedir-Billah’a bir elçilik heyeti göndererek kendisine İslam dinini tebliğ edecek din bilginleri (fakihler), cami ve kale yapımına yardımcı olacak ustalar istemiştir. Halife Muktedir de bu isteği memnuniyetle kabul edip Mart-Nisan 921 tarihinde istenen din adamları, usta ve parayı hakana göndermiştir.
Sefaret heyeti soğuğa karşı kalın Türk elbiseleri giyerek Oğuz, Peçenek ve Başkurt bölgelerinden geçerek Etil kıyılarından İlteber Almuş’un otağına vardılar. 16 Mayıs 922 tarihinde toplanan Etil (İdil) Bulgar beyleri halifenin İslam’a davet mektubunu büyük bir hürmetle ayakta dinlediler. Yeri-göğü titreten tekbir sesleriyle Müslümanlığı kabul ettiler. Türkistan’da olduğu gibi burada da Müslüman olan İdil Bulgarları göçebe hayatı terkedip yerleşik hayata geçmeye başladılar. Böylece İdil Bulgarları Müslümanların kuzeybatıdaki temsilcileri oldular ve Başkurtlar gibi Batılı Türk boylarının da İslamiyeti kabul etmesinde önemli rol oynadılar. Bu elçilik heyetine katip olarak katılan İbn Fazlan bu seferle ilgili bir seyahatname kaleme almış ve eser Türkçeye çevrilmiştir.
İbn Fazlan’ın Seyahatname’de verdiği bilgilerden İslamiyetin IX. yüzyıldan itibaren İdil Bulgarları arasında yayıldığı anlaşılmaktadır. Bulgar hakanının da İslamiyeti kabul etmesiyle İdil Bulgarları arasında Müslümanlık köklü bir şekilde yayılmıştır. İdil Bulgarları arasında Müslümanlığın yayılmasında Harizmli tüccarların da çok önemli rol oynadığı anlaşılmaktadır.
–
NOT: Bu ilgili makale, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi Sayın Prof. Dr. Abdülkerim Özaydın’nın Genel Türk Tarihi Ansiklopedisi’nin 2. cildinde yer alan “Türklerin İslamiyeti Kabulü” adlı makalesinden yararlanılarak hazırlanmıştır.
İslamiyet’in doğduğu sırada Türkler Orta Doğu’nun kuzey ufuklarında gözükmekteydiler. Göktürkler Kuzey Asya’dan güneye doğru Sind Irmağı’na, doğuda Çin sınırından batıda Karadeniz’in kuzeyine kadar uzanıyordu. Kafkasya’da Dağıstan ile Karadeniz’in kuzey kıyıları Hazar Türkleri’nin idaresindeydi. Hazar Denizi’nin güney doğusunda Sûl Türklerinin kurduğu bir beylik hüküm sürüyordu. Sasanî ve Bizans imparatorlukları Türklerle bazan ittifak bazan da savaş halindeydi.
Yeni bir dinin kabulü milletlerin hayatını müsbet veya menfî yönde etkileyen önemli faktörlerden biri kabul edilmektedir. Milletler kabul ettikleri bu yeni din sayesinde ya varlıklarına güç katarak dünyanın sayılı milletlerinden biri olma vasfını kazanmakta ya da millî benliklerini kaybetmektedirler. Bunun en belirgin örneğini Türk milletinin tarihinde bulmaktayız. Türkler tarih boyunca millî dinlerini terkederek Budizm, Maniheizm, Yahudilik ve Hıristiyanlığı benimsemişlerdir. Ancak bu dinlerin yapısı Türklerin millî bünyesine ve karakterine uymadığı için onların benliklerini ve Türklüklerini kaybetmelerine sebep olmuştur. Göktürk Hakanı Bilge Kagan veziri Tonyukuk’tan bir Budist mabedi yaptırmasını isteyince Tonyukuk’un “Savaşmayı ve hayvan kesmeyi yasaklayan, miskinlik telkin eden bir dinin kabulü Türkler için bir felaket olur” cevabını vermesi adeta bir kehanet olarak ortaya çıkmıştır. Yahudiliği benimsemiş olan Hazarların ve Hıristiyanlığı kabul eden Macarların ve Bulgarların bugün Türklüklerinden bahsedilmemektedir. Buna karşılık Türklerin millî bünyesine, ruh ve karakterine uyan İslam dinini kabul etmeleri onlara yeni bir atılım gücü kazandırdığı gibi millî varlıklarını muhafaza etmelerinde de önemli rol oynamıştır. Türkler bu yeni ruh sayesinde Asya steplerinden Avrupa içlerine kadar çok geniş bir alanda hakimiyet kurmayı başarmışlardır. Türklerin İslamiyeti kabulü sadece Türk ve İslam tarihinde değil aynı zamanda dünya tarihinde de bir dönüm noktası teşkil eder. Türklerin İslamiyeti kabulü kavimler göçü ve Haçlı seferleriyle birlikte ortaçağı karakterize eden üç büyük olaydan biridir.
Türkler İslamiyeti kabul etmeden önce yukarıda anlatıldığı gibi Müslüman Araplarla uzun süre mücadele etmiş ve İslamiyet hakkında bilgi edindikten ve bu dinin kendi inanç sistemleriyle uyuştuğunu ve bütünleştiğini gördükten son-
ra Müslüman olmuşlardır. İleride temas edeceğimiz ve örneklerini göreceğimiz gibi Türk milleti hiçbir zaman Arapların siyasi hakimiyeti altında kaldıkları, baskı ve zulüm gördükleri için yani kılıç zoruyla değil kendi istek ve iradeleriyle adeta tabiî bir geçiş süreci içinde İslamiyeti kabul etmişlerdir.
İslamiyet Türkler arasında ilk defa Kuteybe b. Müslim tarafından fethedilen Amu Derya nehrinin kuzeyindeki topraklarda, Kaşgarlı Mahmud’un Çay ardı dediği Maveraünnehir bölgesinde yayılmaya başlamıştır.
İslam ordularının uçsuz bucaksız Asya topraklarında savaş kabiliyetiyle temayüz etmiş Türk beylerine karşı başarı kazanmaları, kendilerini ilah mertebesinde gören müstebid hükümdarların baskısından kurtulmak isteyen güçsüz insanların İslamiyeti benimsemeleri sayesinde olmuştur. Müslüman olan Türkler dinden dönmeye mecbur edilmemek için kadınları, ihtiyarları ve çocuklarıyla silahsız olarak Türk beylerinin ordularına karşı çıkıyorlardı. Halkı koruyan, yedirip içiren eski Türk hükümdarlarının bu vasıflarını o dönemde muhtemelen İran’dan etkilenerek kaybettikleri anlaşılmaktadır. Bu durum onların Sasanîlerin müstebid ve gösterişli hükümdarlarını örnek almalarıyla izah edilebilir.
Türkler başlangıçta Şafiî mezhebini daha sonra ise İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin kurucusu olduğu Hanefî mezhebini seçtiler. Ebû Hanife Türkler üzerinde çok etkili oldu. Türkler üzerinde etkili olan bir başka alim de Semerkandlı İmam Maturidi idi. Kuteybe bir yandan kendi hakimiyetini sağlamlaştırmaya çalışırken bir yandan da İslamiyetin yayılması için gayret ediyordu. Mesela bu amaçla Buhara’da bir cami yapılmıştı (713). Türkistan’daki ilk mescidler Nerşahî’nin namazgah dediği meydanlardan ibaretti.
Semerkand muhasarası sırasında da teslim şartları müzakere edilirken şehirde bir cami yapılmasına karşı konulmaması şarta bağlanıyordu. Kuteybe kendisi de bizzat cami’in yapımına nezaret ediyordu.
Türklerin kılıç zoruyla ve baskıyla Müslümanlığı benimsemediğini gören idareciler halk arasında İslamiyeti yaymak için camiye gelenlere bir takım armağanlar vaadediyordu.
Emevîlerin başlangıçtan beri takip ettiği politika Türkleri ve diğer kavimleri İslamiyet’e ısındırmak şöyle dursun nefret ettiriyordu. Zira gayr-i Arap Müslüman ahali Müslüman oldukları halde kendilerinden vergi alınmaya devam edildiğini ve kendilerine Arap süvarilerinden daha az maaş ödendiğini ve ganimetten de daha az pay verildiğini gördükleri için bu haksızlığa tepki gösteriyorlar ve bundan dolayı İslamiyetin süratle yayılması engelleniyordu. Emevîlerin daha çok cizye almak amacıyla Horasan ve Toharistan halkının Müslüman olmalarını önlediklerine dair rivayetler de vardır.
Aynı şekilde Horasan ve Türkistan’da hüküm süren beylerin de kendi tebeasını kaybetmemek düşüncesiyle Emevîlerle işbirliği yaptığı da iddia ediliyordu. Eğer zayıf ve yoksul kimseler İslamiyeti seçerlerse hem Emevî idarecilerden hem de mahallî beylerden tepki görüyorlardı. Bu zulüm ve baskılara dayanamayan ve Hz. Peygamber’i örnek alan sadık Müslümanların önderlik ettiği Merv halkı sonunda isyan etti. Haris b. Süreyc çeşitli kavimlere mensup mazlum insanları etrafına topladı ve mağlup olunca da Türklere sığınıp Türk hakanı Sû-lu Çor’un maiyetinde Emevîlerle savaştı (735).
Süleyman b. Abdülmelik’in halifeliği zamanında (717) Horasan valisi olan Yezid b. Mühelleb Cürcan üzerine bir sefer düzenledi. O sırada Dihistan Türkleri Sulteginin, Cürcan Türkleri de Kul oğlu Fîrûz’un idaresinde bulunuyordu. Yezid b. Mühelleb Dihistan’ı fethettikten sonra Sultegin’i sığındığı kalede muhasara altına aldı. 6 ay süren muhasaradan sonra bu kale de ele geçirildi. Kalede bulunan çok kıymetli bir tac hiçbir Müslüman tarafından ganimet olarak alınmak istemedi ve bir dilenciye hediye edildi. Çünkü bu tacın yoksul halkın malına el konularak yaptırıldığına inanıyorlardı.
Sultegin bir süre sonra Müslüman olmak ve bunu da Müslümanların en büyük temsilcisi olduğuna inandığı halifenin huzurunda açıklamak istedi. Yezid b. Mühelleb onu halifenin huzuruna gönderdi 716. Sultegin burada Peygamber’in halifeden daha üstün bir makamda bulunduğunu öğrenince de Medine’ye kadar giderek Hz. Muhammed’in kabrini ziyaret etmiş ve Müslüman olduğunu orada ilan etmiştir.
Sultegin Emevîlerin aşırı davranışlarını tenkid ederek onları Kur’an’a ve Hz. Muhammed’in sünnetine uymaya çağıranlar arasında yer alıyordu. Sul Türklerinin hakim bulunduğu topraklarda gayr-i müslim Oğuzlarla cihad etmek için din bilginlerinin ve gazilerin birlikte kaldıkları ribatlar (kaleler) yapılmıştı. Sultegin’in İslamiyeti kabulü bütün bölge halkının İslamiyeti kabul ettiği anlamına gelmemekle beraber ona tabi bir çok kişinin Müslüman olduğu tahmin edilebilir. İbn Mühelleb Cürcan şehrinde 40 kadar mescid ve Cürcan’ın kuzeyindeki gayr-i müslim Türklere karşı da bir sed yaptırdı. Dihistan ve Cürcan’ın Türk-İslam medeniyetine şekil veren en eski merkezler ve İslamiyet’i en erken kabul eden Türk boylarının da Oğuzlar olduğu anlaşılmaktadır.
Ömer b. Abdülaziz’in Emevî halifeleri arasında farklı ve seçkin bir mevkii vardır. O Emevîlerin umumî politikasına yani Arap milliyetçiliğine dayanan siyasetine karşı çıkmış ve bütün tebaaya eşit muamele eden bir siyaset takip etmiştir. Onun takip ettiği siyaset bütün İslam ülkelerinde müsbet sonuçlar doğurmuştur. Çünkü o valilere gönderdiği mektuplarda bütün insanlara iyi davranılmasını, Müslüman olanlardan asla vergi alınmamasını istiyordu. Bu sayede özellikle Maveraünnehir bölgesindeki Türkler arasında İslamiyet daha büyük bir hızla yayılmaya başladı. Ömer b. Abdülaziz’in ölümü üzerine (720) yeniden Emevî Devleti’nin eski politikasına dönüldü. Türgeş Kağanlığı da Maveraünnehir’de hakimiyet tesis etmek için Müslümanlarla mücadeleye girdi. Bu gelişmeler Maveraünnehir’deki İslam hakimiyetini ve İslam’ın yayılmasını tehlikeye soktu.
Hişam b. Abdülmelik (724-743) döneminde Horasan valisi Eşres b. Abdullah Türkler arasında İslamiyetin yayılması için çalıştı. Ebü’s-Seyda Salih b. Tarîf ve Rebî b. İmran et-Temîmî’yi Semerkand ve civarında halkı İslam’a davet etmekle görevlendirdi ve bu sayede büyük başarılar kazanıldı. Belh şehrinde bir cami inşa edildi.
Yakut el-Hamevî Halife Hişam’ın Türk hakanına bir elçilik heyeti göndererek kendisini İslam’a davet ettiğini belirtir. Bu hakan muhtemelen Türgeş hükümdarı Sû-lu’dur. Cahiz de Horasan valisi Cüneyd b. Abdurrahman’ın Türk hakanı ile karşılaştığını ve hakana İslam dini hakkında bilgi verdiğini kaydeder.
Emevîlerin son Horasan valisi de Maveraünnehir halkı arasında eşit muamele ederek onların gönüllerini kazanmaya çalışmış ve bu sayede bölgede İslamiyetin yayılmasına katkıda bulunmuştur. Öyle anlaşılıyor ki Maveraünnehir halkı idareciler ve kumandanların kendilerine insanca muamele ettiği dönemlerde İslamiyete daha sıcak bakmış ve aynı oranda Müslümanlığı benimsemişlerdir. Emevî hanedanının iyi muamele yerine mücadeleyi tercih ettiği Maveraünnehir ve Kafkasya’da İslamiyet daha yavaş yayılmıştır. Bununla beraber Buhara ve Semerkand gibi Maveraünnehir’in iki büyük şehrinde buraya yerleştirilmiş olan Müslüman halkın Türklerle iyi ilişkiler kurması ve onların da İslamiyeti yakından tanıma imkanı bulması sebebiyle Müslüman olanların sayısı daha fazla idi.
Abbasîlerin iktidara gelmesiyle mevaliye karşı izlenen politikanın değişmesi ve bu hanedanın kendilerini iktidara getiren gayri Arap halka iyi davranmaya başlaması Horasan ve Maveraünnehir’de İslamiyetin yayılmasına bir ivme kazandırmıştır. Ebû Ca’fer el-Mansur İslamiyeti kabul edenlerden asla cizye alınmamasını istemiştir. 751 yılında meydana gelen Talas Savaşı da Türklerle Müslümanların yakınlaşmasına ve İslamiyeti benimsemelerine müsait bir ortam hazırlamıştır. Bu savaştan sonra İslamiyetin Türkler arasında daha geniş çapta yayıldığı gözlenmiştir.
Halife Mehdi de bu yeni ortamdan istifadeyle İslamiyetin yayılması için çalışmış ve Soğd, Toharistan, Fergana, Uşrûsene, Karluk, Dokuz Oğuz (Uygurlar) ve diğer bazı Türk hükümdarlarına elçiler göndererek onları İslamiyete davet etmiştir.
Halife Me’mun bir yandan Soğd, Fergana ve Üşrusene’de meydana gelen karışıklıkları bastırmak için askerî seferler düzenlerken bir yandan da halkın İslamiyeti kabul etmesi için çalışıyordu. Me’mun Maveraünnehir’de tam anlamıyla hakimiyet tesis ettikten sonra özellikle hükümdar ailesi arasında İslamiyetin yayılmasına özen gösterdi. Müslümanlığı kabul edenler ödüllendirildi. Afşin, Eşnas et-Türkî, Boğa el-Kebir ve İnak et-Türkî gibi o devrin ünlü kumandanları geldikleri yörenin asil ve idareci sınıflarına ya da hükümdar ailesine mensup kişilerdi.
Halife Mu’tasım da Türklere karşı yakın ilgi gösterdi ve Fergana, Üşrusene, Şaş ve Soğd gibi Türklerin çoğunlukta olduğu yerlerden asker temin etti. Onun gayretleri sonucu Maveraünnehir’in tamamı İslamiyeti kabul etti.
Siri Derya’nın (Seyhun) doğusunda, Karadeniz ve Hazar Denizi’nin kuzeyinde ikamet eden Türk boyları Müslümanların hakimiyetine girmedikleri için bu bölgelerde İslamiyet zaman zaman düzenlenen seferler ve ticarî faaliyetler neticesinde yayılma imkanı bulabilmiştir.
Samanîler de Türkler arasında İslamiyetin yayılması için çalıştılar. Mesela Samanî hükümdarı İsmail b. Ahmed 893 yılında Karlukların başkenti Talas’a bir sefer düzenlemiş ve şehir zaptedilerek fetihten sonra büyük kilise camiye çevrilmiştir.
Samanî başkenti Buhara’da, Özkent’te, Taşkent’te, Sayram’da, Otrar’da (Farab-Karacuk) İslam kültürünün ilk abideleri cami-mescidler, türbeler ve zamanla bir ilim müessesesi haline gelecek olan ribatlar inşa edildi. Müslüman Türklerin yaşadığı şehirlerle gayrimüslim Türklerin yaşadığı şehirler arasında kültürel ve ticarî münasebetler zaman zaman vuku bulan çatışmalara rağmen devam ediyordu. Bu münasebetler sayesinde İslamiyet Türkler arasında yayılma imkanı buluyordu. Samanîlerin Türk topraklarına düzenlediği seferlere karşı Türkler de cevap veriyordu. Mesela 904’te Maveraünnehir’i kısa bir süre ele geçirdikleri gibi 942’de de Balasagun’u geri aldılar.
Bu olayların değerlendirilmesinden anlaşılan bir gerçek vardır ki o da Türklerin savaşla, kılıç zoruyla, şiddet ve baskıya maruz kaldıkları için değil kendi hür iradeleriyle bu dini seçtikleridir. Türkler İslamiyeti kabul ettikten sonra diğer Müslüman kavimlerle birlikte gayr-i müslim Türklere karşı cihad harekatına katılmışlardır. Türk sınırlarındaki şehirler darü’l-cihad ilan edilmiş, buralarda gazilerin barınması için çok sayıda ribat yaptırılmış ve bunlar için vakıflar tahsis edilmiştir.
Samanîlerin Maveraünnehir’den gelen göçmenlere yakın ilgi göstermeleri ve onları bozkırlardaki yeni kurulan şehirlere yerleştirmeleri de Türkler arasında İslamiyetin yayılmasına katkı sağlamıştı. Oğuzların ellerinde bulunan Yenikent, Cend ve Huvar gibi şehirler ile Samanî hakimiyetindeki Talas şehri arasında ticari münasebetler geliştirilmiş ve bu ticari faaliyetler de Türklerin İslamiyet hakkında bilgi edinmelerine ve Müslümanları daha yakından tanımalarına zemin hazırlamıştır.
İslam ülkeleriyle Türk ülkeleri arasında ticaretin en yaygın olduğu ve yoğunluk kazandığı bölge Maveraünnehir idi. Bunun yanında Harezm de ticarî hayatın canlı olduğu bölgelerden biri idi. Ticaret kafileleriyle gelen din bilginleri ve sufiler halk arasında İslamiyetin yayılmasına çalışıyorlardı. Harezmliler Hazar ordusundan ücretli askerlerin esasını teşkil etmekle beraber onlar Müslümanlarla yapılan savaşlarda görev almıyorlardı.
Müslümanlarla Türkler arasında iki asırdır devam eden askerî mücadeleler, siyasî ilişkiler ve ticarî faaliyetler sonunda Türkler İslamiyet’e yakın ilgi duymaya başlamışlardı. Horasan ve Maveraünnehir’de İslamiyet’in yayılmasında dinî-kültürel ilişkilerin ve sûfilerin de önemli rolü oldu. Ünlü mutasavvıf Şakîk-i Belhî (ö. 174/790) doğrudan Budist Türklerle görüşmüş ve onların İslamiyeti seçmelerinde etkili olmuştur. Şakîk-i Belhî zengin bir tüccar olduğu halde fakirler gibi yaşıyor servetini yoksul insanlara dağıtıyordu. Halkı İslam’a davet maksadıyla Belh şehrinden kalkıp Türkistan’a giden Şakik Budistler arasında İslamiyeti yaymaya çalıştı. Yine Belh şehrinden olan Sûfi İbrahim b. Edhem (ö. 783) de aynı şekilde Budist Türkler arasında İslam’ı yaymak için çalıştı.
Huttel’de hüküm süren eski Türk hükümdarlarından Banîcûr ailesi de VIII. yüzyılda İslamiyeti kabul etmişti. Banicûr hatunlarından biri Belh’te bir cami-mescid yaptırmak için mücevherlerini satmıştır. Nuhgunbaz mescidi bu hatunun yaptırdığı cami olmalıdır. Sınır boylarında, Merv ve Belh gibi kültür merkezlerinde yaptırılan ribatlarda kalan din adamları ve gaziler de (murabıtlar) bölgede İslamiyetin yayılmasında etkili oldular. İlk ribat 727’de Merv kadısı tarafından kurulmuştur. Böylece Talas ve İsficab gibi bazı şehirlerde nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar oluşturmuştur.
IX. yüzyılın sonlarında Yakub b. Leys adlı İranlı bir Müslüman Kabil ve Gazne’deki Türk beylerini mağlup ederek bölgede İslam hakimiyetini tesis etti. X. yüzyıl başlarında Kabil ve Gazne’de hüküm süren Türk-Şahiler devletinin yıkılmasından sonra Amu Derya (Ceyhun) ile Sind arasında yaşayan Türk boyları İslamiyeti kabul etmeye başladılar. Türklerin İslamiyeti kabul etmeleri X. yüzyılın başlarından itibaren hızlandı. Aynı dönemde Ordu şehrinin Türk hükümdarı da Müslümanlığı seçmiş, bunu takiben Balasagun ile Talas’ın doğusunda bulunan Mirki kasabasında yaşayan Oğuzlar kalabalık gruplar halinde Müslüman olmuşlardır. Aynı dönemde Gazne ve Gur bölgesinde yaşayan Halaç Türkleri de İslamiyet’i kabul ettiler. Bunlar zamanla Gaznelilere tabi oldular. Sind ve Hindistan’a giren Türkler ise bu yörelerde devletler kurup İslamiyeti yaymış ve XI. yüzyıldan itibaren Türk (Turuşka) adı Müslüman kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
Maveraünnehir’de IX. ve X. yüzyılda Müslümanlığı kabul eden Türk aile ve beylerinden bazıları şöyle sıralanabilir: Uşrûseneli Afşin (Haydar b. Kavûs), Sacoğulları Hanedanı’nın kurucusu Ebü’s-Sac, Semerkand ihşidleri, Soğdlu Merzüban et-Türkeşî, Uceyf b. Anbese, Buhara hükümdarları (Buharhudatlar), Sulu-Çor’un ahfadından İbn Hakan ailesi, Artuç b. Hakan, Feth b. Hakan, Ebû Müzahim b. Yahya b. Artuç, Ahmed b. Tolun, Fergana ihşidlerinden İhşidîlerin kurucusu Muhammed b. Tugc, Banicûr ailesi ve Eşnas et-Türkî, Alptekin oğlu İbrahim ve Simcûrîler.
Bu dönemde Orta Asya’da temayüz eden alimlerden bazıları da şunlardır: İmam Maturîdî, İmam Buharî, Tirmizî, Tarhan’ın torunu Muhammed b. Ali ve onun oğlu Abdullah, Süleyman b. Tarhan, Hakan Artuç’un soyundan Ebü’l-Müzahim Mûsa, Farabî, Hasan b. Tarhan’ın oğlu Tanbûrî Ali, Abdulhamid b. Vasî.
İlk dönemde Müslüman olan Türklerin sadece askerî sahada değil, dinî ilimlerde, felsefe, musikî vb. sahalarda da büyük hizmetleri görülmüştür. Kur’an-ı Kerim ve diğer kitapların yazılmasında ve hattatlığının gelişmesinde, kağıt imalatının önemli bir yeri vardır. Bu da Uygur Türklerinin Talas Savaşı’ndan sonra İslam medeniyetine bir armağanı olarak değerlendirilmektedir.
Türkler arasında İslamiyeti devlet dini olarak kabul eden ilk devlet İdil (Volga) Bulgar Devleti’dir. 922’de mucizevî bir hidayet eseri olarak İslam’ı kabul eden Bulgar hükümdarı (İlteber) Almuş Abbasî Halifesi Muktedir-Billah’a bir elçilik heyeti göndererek kendisine İslam dinini tebliğ edecek din bilginleri (fakihler), cami ve kale yapımına yardımcı olacak ustalar istemiştir. Halife Muktedir de bu isteği memnuniyetle kabul edip Mart-Nisan 921 tarihinde istenen din adamları, usta ve parayı hakana göndermiştir.
Sefaret heyeti soğuğa karşı kalın Türk elbiseleri giyerek Oğuz, Peçenek ve Başkurt bölgelerinden geçerek Etil kıyılarından İlteber Almuş’un otağına vardılar. 16 Mayıs 922 tarihinde toplanan Etil (İdil) Bulgar beyleri halifenin İslam’a davet mektubunu büyük bir hürmetle ayakta dinlediler. Yeri-göğü titreten tekbir sesleriyle Müslümanlığı kabul ettiler. Türkistan’da olduğu gibi burada da Müslüman olan İdil Bulgarları göçebe hayatı terkedip yerleşik hayata geçmeye başladılar. Böylece İdil Bulgarları Müslümanların kuzeybatıdaki temsilcileri oldular ve Başkurtlar gibi Batılı Türk boylarının da İslamiyeti kabul etmesinde önemli rol oynadılar. Bu elçilik heyetine katip olarak katılan İbn Fazlan bu seferle ilgili bir seyahatname kaleme almış ve eser Türkçeye çevrilmiştir.
İbn Fazlan’ın Seyahatname’de verdiği bilgilerden İslamiyetin IX. yüzyıldan itibaren İdil Bulgarları arasında yayıldığı anlaşılmaktadır. Bulgar hakanının da İslamiyeti kabul etmesiyle İdil Bulgarları arasında Müslümanlık köklü bir şekilde yayılmıştır. İdil Bulgarları arasında Müslümanlığın yayılmasında Harizmli tüccarların da çok önemli rol oynadığı anlaşılmaktadır.
–
NOT: Bu ilgili makale, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi Sayın Prof. Dr. Abdülkerim Özaydın’nın Genel Türk Tarihi Ansiklopedisi’nin 2. cildinde yer alan “Türklerin İslamiyeti Kabulü” adlı makalesinden yararlanılarak hazırlanmıştır.
Abaza Hasan Paşa
Sultan dördüncü Mehmed Han devrinde, Osmanlı târihinin en büyük celâlî isyânını çıkaran âsi reisi. Silâhdar bölüğüne mensup kapıkulu süvârilerindendir. Anadolu’da Türkmen boylarının ağası olan Haydaroğlu Mehmed’in çıkardığı isyânı bastırarak meşhur oldu. 1648 (H. 1058)’de Yeni İl Türkmen voyvodalığına tâyin edildi ise de, ocak ağaları bu vazifeye getirilmesine razı olmadılar. Bu sebeble bir sene sonra vazifeden alındı.
Abaza Hasan Paşa, vazifeden azledilmesini bahane ederek 1651’de Kastamonu’da ayaklandı. İzmit’i ele geçirip, yol keserek yağmaya başladı. Üzerine Sivas vâlisi İbşir Mustafa Paşa gönderilmek istenmişse de, vazifeyi kabul etmedi. Yerine Karaman beylerbeyi Katırcıoğlu Mehmed Paşa, Sivas vâlisi olarak tâyin edildi ve isyânı bastırmakla vazifelendirildi. Harekete geçince, İbşir Mustafa Paşa, Abaza Hasan Paşa ile birleşip, üzerlerine gelen kuvveti Aksaray civarında bozguna uğrattılar. Abaza Hasan Paşa kendini kuvvetli hissedince, halktan zorla vergi toplamaya başladı ve İbşir Mustafa Paşa’yı sadrâzamlığa namzet gösterdi. Eskişehir çevresini idaresi altına alıp, İstanbul’a mektuplar göndererek bâzı isteklerde bulundu. İstanbul’dan Boynueğri Mehmed Paşa başkanlığında bir hey’et gönderildi. Gelen hey’et, sipahiler ile yeniçeriler arasındaki anlaşmazlığı giderdi ve Abaza Hasan Paşa’yı isyândan vazgeçirip, Türkmen voyvodalığını verdi. İbşir Mustafa Paşa da, Haleb beylerbeyliğine tâyin edildi.
Abaza Hasan Paşa Anadolu’daki vazifesinde iken, 1654’de eski müttefiki İbşir Mustafa Paşa sadrâzam olunca, Abaza’yı kendine müşâvir yaptı. İbşir Mustafa Paşa bir takım hâdiselere sebeb olduğundan altı ay sonra sadrâzamlıktan atıldı ve îdâm edildi.
Abaza Hasan Paşa, İbşir Mustafa Paşa’nın intikâmını almak niyeti ile Anadolu’da faaliyetlere başladı. Bu sırada sadrâzam olan Süleymân Paşa, onu, müttefiki Seydi Ahmed Paşa ile birlikte Boğazhisar’ın muhafazası ile vazifelendirerek Anadolu’dan uzaklaştırdı. Boynueğri Mehmed Paşa sadrâzam olunca, 1656’da Abaza’yı Diyarbakır’a; bir sene sonra da yeni sadrâzam Köprülü Mehmed Paşa Haleb’e vâli tâyin ederek İstanbul’dan uzaklaştırdı. Abaza Hasan Paşa, Köprülü Mehmed Paşa’nın icrâatından memnun olmadı. Erdel seferi için yaptığı teklifi de reddetti. İsteği, sadrâzamın azledilmesi idi. Nihayet sadrâzama karşı bâzı vâliler ile birleşerek yeni ve büyük bir İsyân çıkardı. Macaristan üzerine Erdel seferini düzenleyen Osmanlı ordusu bu yüzden İstanbul’a geri dönmek zorunda kaldı. Bursa yakınlarına kadar gelen ve pek fazla ileri giden Abaza Hasan Paşa, dördüncü Mehmed Han’a haber gönderip; “Anadolu bizim, Rumeli onların olsun” demek cür’etinde bulundu. 1658’de Diyarbakır vâlisi Murtaza Paşa üzerine gönderildi ise de başarı gösteremedi. Mevsimin kış olması yüzünden kuvvetlerini Anteb’e çeken Abaza Hasan Paşa erzaksız kaldı. Etrafındaki kuvvetler dağılmaya başladılar. Kendisi de Birecik üzerinden Arabistan’a geçmeyi düşünüyordu. Bu sırada affedileceği söylenerek serdâr Murtaza Paşa tarafından Haleb’e çağrıldı ve yakalanarak otuz adamı ile birlikte îdâm edildi (Bkz. Celâlî isyânları).
faydalanılan kaynaklar:
1) Fezleke (Kâtib Çelebi, İstanbul-1287); cild-2, sh. 371
2) Târihi Nâimâ (İstanbul-1281, 83); cild-5, sh. 83, cild-6, sh. 163
3) Târih-i Gılmânî (Mehmed Halîfe, İstanbul-1340); sh. 34
4) Devlet-i Osmâniyye Târihi (Hammer-Purgstall, Tercüme, Mehmed Ata, İstanbul-1332); cild-11, sh. 60
5) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı, Ankara-1983); cild-3, Kısım-1, sh. 386
6) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (İsmâil Hâmi Danişmend, İstanbul-1971); cild-3, sh. 476
7) Büyük Türkiye Târihi (Yılmaz Öztuna, İstanbul-1977); cild-5, sh. 372
8) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 4
9) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danışman, İstanbul-1965); cild-10, sh. 16
KAYNAK: Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi. İhlas Matbaacılık, Gazetecilik ve Sağlık Hizmetleri A.Ş a. cilt.
Abbas Vesim Efendi
On sekizinci asır hekim, hattat ve astronomi âlimlerinden. İsmi Abbâs Vesim bin Abdurrahmân bin Abdullah’dır. Zamanında Kambur Vesim Efendi ve Derviş Abbâs Tabib isimleriyle meşhur oldu. On yedinci asrın sonlarında doğan ve küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Abbâs Vesim, Bursalı Tabîb-i sultâni Ali Efendi ile onun hocası tabib Ömer Şifâî Efendi’den tıb; Yanyalı Es’ad Efendi’den hikmet ve Farsça; Ahmed Mısrî’den astronomi ve astroloji; hekimbaşı, kazasker ve ta’lik üstadı Kâtibzâde Mehmed Refiî Efendi’den tıb ve ta’lik yazı öğrendi. Galata’da oturan batılı hekimlerle münâsebet kurarak Latince ve Fransızca öğrendi. Bâzı İtalyanca tıb metinlerini Türkçe’ye tercüme ettirerek Avrupa’daki gelişmeleri tâkib etti. Abbâs Vesim Efendi’nin zekâsının kuvvetini, kabiliyetini ve açık fikirli olmasını bütün hocaları takdir ederdi. Bir ara tahsîl maksadıyla Hicaz, Şam ve Mısır’a gitti. Bir çok ilmî araştırmalarda bulundu ve tıb alanındaki bilgisini geliştirdi. İstanbul’a dönüşünde, Sultan Selim Câmii civarında bir eczâhâne ve muayenehâne açtı. Düstûr el-Vesim adlı eserinin sonunda belirttiği gibi, İstanbul’da kırk sene tabiblik yapması, bilgisinin artmasına sebeb oldu.
Abbâs Vesim Efendi aynı zamanda tasavvuf yolunda da ilim ve edeb öğrendi. Halvetî ve Kâdiri tarîkatlarına mensub olup, son şeyhi Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden Muhammed Emin Tokâdî’dir. Abbâs Vesim Efendi, Arab, Fars, eski Yunan ve Latin lisanlarını yazı yazacak kadar bilirdi. Bâzı kaynaklar, onun 1762 senesinde vefât ettiğini yazıyorsa da, 1760’da vefât ettiği kesinlik kazanmıştır. Kabri, Edirnekapı dışındaki mezarlıktadır.
Abbâs Vesim Efendi, Osmanlı tababetini tekâmüle doğru götürmekte büyük rol oynamış değerli bir zâttır. Tıb alanında şahsî tecrübeleri çoktur. Verem hakkında önemli tedkîkâtı ve en son keşiflere yakın mütâlâaları vardır. O, etiolojiye önem veren, tedavinin semptomatik olmasının gereğine inanmış iyi bir klinikçidir. Tıbbı iyice anlıyabilmek için fizik, mekanik ve tecrübî kimyayı bilmenin gerekli olduğunu savunmuştur. Bu konuda Tıbb-ı Cedîd-i Kimyevî adlı bir eser de yazmıştır. Ayrıca deontolojinin gelişmesine ve uygulanma şekline yön vermiştir, İbn-i Sînâ gibi eski tabiblerin eserlerinden ve kendi hocalarından öğrendiklerini toplamış; İstanbul’a gelen bâzı yabancı tabiblerle de görüşerek, Avrupalı tabiblerln eserlerinden ve batı metodundan istifâde etmiştir. Bunun neticesinde şöhretine sebeb olan Düstûr-ül-Vesîm fî Tıbb-il-Cedid vel-Kadîm adlı eserini yazmıştır.
Doğu ve batı tıbbını karşılaştıran ve mükemmel bir külliyat olan bu eser, tıb târihimiz bakımından çok önemli sayılır. İki cild ve 2083 sayfadan ibaret olan bu büyük eser, tıbda bilinmesi lâzım olan kânunları anlatan bir önsözle başlar. Birinci bölümde baştan sona kadar, organ hastalıkları; ikinci bölümde kadın ve çocuk hastalıkları; üçüncü bölümde şişler ve ülserler; dördüncü bölümde basit ve bileşik ilâçlar anlatılmaktadır. Son sözde ise hekimlere nasîhatler verilmiştir. 1748 yılında yazdığı eserin üç nüshasından biri Bâyezîd, ikisi de Râgıp Paşa Kütüphânesi’ndedir.
Abbâs Vesim Efendi’nin tıbba dâir diğer bir eseri de Vesîlet-ül-Metâlib fî ilm-it-Terâkib’dir. Kısmen tercüme sayılır. Asıl yazarı Macar Gorgios’dur. İlâçlar hakkında mühim bir eserdir. Ayrıca kendisinin tecrübe ettiği ilâçlardan da bahsetmiştir.
Abbâs Vesim Efendi’nin ikinci önemli esen Nehc-ül-Bülûg fî şerhi Zîc-i Ulug’dur. Sultan İkinci Mahmûd Han’a takdim edilen eser, Uluğ Bey Zîyci’nin Türkçe şerhidir. Önsözünden anlaşıldığına göre hocası Ahmed Mısrî’nin, Ulug Bey Zîyci’ni Türkçe’ye tercüme etmenin; Farsça’ya vâkıf olmayanlar için bir ihtiyaç teşkil ettiğini söyleyerek, bu vazifeyi kendisine vermesi üzerine bu eseri te’life başlamıştır. Verdiği Nehc-ül-Bülûg ismi, ebced hesabı ile te’lif târihi olan 1745 (H. 1158)’i göstermektedir. Açık Türkçe ile yazılmıştır. Bütün tatbîkâta âit misâlleri İstanbul arz ve tûl’üne göre kendisi tertib etmiştir. Eski Türk takvimini incelemiş ve metinde olmayan İbranî ve Rûmî takvimlerini ilâve etmiştir. Bir derecenin sinüsünü bulmakta Uluğ Bey’in tarif ettiği Gıyâsüddîn Cemşîd’e âit usûlü çok güzel îzâh etmiş ve tatbikatı birer birer tarif ve tâkib ederek 6 derecenin kirişine kadar yürütmüş, geri kalanını yalnız ifâde etmekle iktifa eylemiştir. Ahkâm-ı nücûma çok meraklı bulunduğu ve bütün esaslarına vâkıf olduğu, Zîyc’de bu konuya ayrılan kısmın şerhinde fazlaca îzâhât vermesinden anlaşılmaktadır. Bu eserin yazma nüshaları Bâyezîd Kütüphânesi, numara 4646’da ve Kandilli Rasadhânesi Kütüphânesi, numara 247/1’de kayıtlıdır. Ayrıca astronomi ile ilgili iki eseri daha vardır.
Bunlardan başka şiirlerinin toplandığı mürettep Dîvân’ı ve Risâlet-ül-vefk adlı eserleri vardır. Dîvân’ı, Topkapı Sarayı Kütüphânesi, numara 961’de kayıtlıdır.
faydalanılan kaynaklar:
1) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 437
2) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 242
3) Mİr’üt-tevârîh (Semdânîzâde, İstanbul-1978); cild-2a, sh. 109
4) Tuhfe-i Hattâtîn (Müstekimzâde Süleymân Sa’deddîn Efendi, İstanbul-1928); sh. 668
5) Silk-üd-dürer (Murâdî); cild-2, sh. 230
6) İslâmların ve bilhassa Türk Millet-i necîbesinin tababete ettikleri hizmetler (İbrâhim Paşa, İkdam Gazetesi, sene 1901, No: 2601)
7) Mecellet-ün-nisâb (Müstekimzâde); ur. 436
8) Beşbuçuk Asırlık Türk Tabâbeti Târihi (Osman Şevki); sh. 169
9) Kitâbu Düstûru Vesim fit-tıbb-il-Cedîd vel-kadîm İncelemesi ve ortaya çıkan sonuçlar (Sırrı Akıncı, İ.Ü. Tıp Fakültesi, Tıp Târihi Enstitüsü, Uzmanlık Tezi-1964)
KAYNAK: Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi. İhlas Matbaacılık, Gazetecilik ve Sağlık Hizmetleri A.Ş a. cilt.
Abbâs Vesim Efendi aynı zamanda tasavvuf yolunda da ilim ve edeb öğrendi. Halvetî ve Kâdiri tarîkatlarına mensub olup, son şeyhi Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden Muhammed Emin Tokâdî’dir. Abbâs Vesim Efendi, Arab, Fars, eski Yunan ve Latin lisanlarını yazı yazacak kadar bilirdi. Bâzı kaynaklar, onun 1762 senesinde vefât ettiğini yazıyorsa da, 1760’da vefât ettiği kesinlik kazanmıştır. Kabri, Edirnekapı dışındaki mezarlıktadır.
Abbâs Vesim Efendi, Osmanlı tababetini tekâmüle doğru götürmekte büyük rol oynamış değerli bir zâttır. Tıb alanında şahsî tecrübeleri çoktur. Verem hakkında önemli tedkîkâtı ve en son keşiflere yakın mütâlâaları vardır. O, etiolojiye önem veren, tedavinin semptomatik olmasının gereğine inanmış iyi bir klinikçidir. Tıbbı iyice anlıyabilmek için fizik, mekanik ve tecrübî kimyayı bilmenin gerekli olduğunu savunmuştur. Bu konuda Tıbb-ı Cedîd-i Kimyevî adlı bir eser de yazmıştır. Ayrıca deontolojinin gelişmesine ve uygulanma şekline yön vermiştir, İbn-i Sînâ gibi eski tabiblerin eserlerinden ve kendi hocalarından öğrendiklerini toplamış; İstanbul’a gelen bâzı yabancı tabiblerle de görüşerek, Avrupalı tabiblerln eserlerinden ve batı metodundan istifâde etmiştir. Bunun neticesinde şöhretine sebeb olan Düstûr-ül-Vesîm fî Tıbb-il-Cedid vel-Kadîm adlı eserini yazmıştır.
Doğu ve batı tıbbını karşılaştıran ve mükemmel bir külliyat olan bu eser, tıb târihimiz bakımından çok önemli sayılır. İki cild ve 2083 sayfadan ibaret olan bu büyük eser, tıbda bilinmesi lâzım olan kânunları anlatan bir önsözle başlar. Birinci bölümde baştan sona kadar, organ hastalıkları; ikinci bölümde kadın ve çocuk hastalıkları; üçüncü bölümde şişler ve ülserler; dördüncü bölümde basit ve bileşik ilâçlar anlatılmaktadır. Son sözde ise hekimlere nasîhatler verilmiştir. 1748 yılında yazdığı eserin üç nüshasından biri Bâyezîd, ikisi de Râgıp Paşa Kütüphânesi’ndedir.
Abbâs Vesim Efendi’nin tıbba dâir diğer bir eseri de Vesîlet-ül-Metâlib fî ilm-it-Terâkib’dir. Kısmen tercüme sayılır. Asıl yazarı Macar Gorgios’dur. İlâçlar hakkında mühim bir eserdir. Ayrıca kendisinin tecrübe ettiği ilâçlardan da bahsetmiştir.
Abbâs Vesim Efendi’nin ikinci önemli esen Nehc-ül-Bülûg fî şerhi Zîc-i Ulug’dur. Sultan İkinci Mahmûd Han’a takdim edilen eser, Uluğ Bey Zîyci’nin Türkçe şerhidir. Önsözünden anlaşıldığına göre hocası Ahmed Mısrî’nin, Ulug Bey Zîyci’ni Türkçe’ye tercüme etmenin; Farsça’ya vâkıf olmayanlar için bir ihtiyaç teşkil ettiğini söyleyerek, bu vazifeyi kendisine vermesi üzerine bu eseri te’life başlamıştır. Verdiği Nehc-ül-Bülûg ismi, ebced hesabı ile te’lif târihi olan 1745 (H. 1158)’i göstermektedir. Açık Türkçe ile yazılmıştır. Bütün tatbîkâta âit misâlleri İstanbul arz ve tûl’üne göre kendisi tertib etmiştir. Eski Türk takvimini incelemiş ve metinde olmayan İbranî ve Rûmî takvimlerini ilâve etmiştir. Bir derecenin sinüsünü bulmakta Uluğ Bey’in tarif ettiği Gıyâsüddîn Cemşîd’e âit usûlü çok güzel îzâh etmiş ve tatbikatı birer birer tarif ve tâkib ederek 6 derecenin kirişine kadar yürütmüş, geri kalanını yalnız ifâde etmekle iktifa eylemiştir. Ahkâm-ı nücûma çok meraklı bulunduğu ve bütün esaslarına vâkıf olduğu, Zîyc’de bu konuya ayrılan kısmın şerhinde fazlaca îzâhât vermesinden anlaşılmaktadır. Bu eserin yazma nüshaları Bâyezîd Kütüphânesi, numara 4646’da ve Kandilli Rasadhânesi Kütüphânesi, numara 247/1’de kayıtlıdır. Ayrıca astronomi ile ilgili iki eseri daha vardır.
Bunlardan başka şiirlerinin toplandığı mürettep Dîvân’ı ve Risâlet-ül-vefk adlı eserleri vardır. Dîvân’ı, Topkapı Sarayı Kütüphânesi, numara 961’de kayıtlıdır.
faydalanılan kaynaklar:
1) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 437
2) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 242
3) Mİr’üt-tevârîh (Semdânîzâde, İstanbul-1978); cild-2a, sh. 109
4) Tuhfe-i Hattâtîn (Müstekimzâde Süleymân Sa’deddîn Efendi, İstanbul-1928); sh. 668
5) Silk-üd-dürer (Murâdî); cild-2, sh. 230
6) İslâmların ve bilhassa Türk Millet-i necîbesinin tababete ettikleri hizmetler (İbrâhim Paşa, İkdam Gazetesi, sene 1901, No: 2601)
7) Mecellet-ün-nisâb (Müstekimzâde); ur. 436
8) Beşbuçuk Asırlık Türk Tabâbeti Târihi (Osman Şevki); sh. 169
9) Kitâbu Düstûru Vesim fit-tıbb-il-Cedîd vel-kadîm İncelemesi ve ortaya çıkan sonuçlar (Sırrı Akıncı, İ.Ü. Tıp Fakültesi, Tıp Târihi Enstitüsü, Uzmanlık Tezi-1964)
KAYNAK: Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi. İhlas Matbaacılık, Gazetecilik ve Sağlık Hizmetleri A.Ş a. cilt.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)