12 Nisan 2016 Salı

Adullah Cevdet

Osmanlı Devleti’nin son devirlerinde yaşamış, Jön Türkler hareketini başlatanlardan ve İttihâd ve Terakkî cemiyetinin ilk kurucularından. Diyârbekir-Birinci tabur kâtibi Ömer Vasfî Efendi’nin oğludur. 9 Eylül 1869’da Arapkir’de doğdu, 29 Kasım 1932’de öldü.

İlk tahsilini doğum yeri olan Arapkir’de ve Hozat’ta yaptı. Ma’mûret-ül-Azîz (Elazığ) Askerî rüşdiyesini bitirdi. On beş yaşlarında İstanbul’a geldi. Kuleli Askerî tıbbiye idâdîsinden me’zûn olup, Mekteb-i tıbbiyyeye kayd oldu. Dindar bir aileye mensûb olmasına rağmen; o devirde Mekteb-i tıbbiyede hâkim olan biyolojik materyalist fikirlerin te’sirinde kaldı. Bilhassa arkadaşlarından İbrâhim Temo’nun verdiği Felix Isnard’in hezeyanlarla dolu Spiritualisme et Materialisme adlı eserinin te’sirinde kaldı. Dînin insan üzerindeki fonksiyonlarını inkâr eden ve her şeyi madde ile açıklamaya çalışan, materyalist görüşlere yer veren bâzı eserler yazdı. Siyâsete karşı da ilgi duyan Abdullah Cevdet, talebe iken 1889’da İbrâhim Temo, İshak Sükûtî, Mehmed Reşîd, Hikmet Emin gibi tıbbiyeli arkadaşları ilebirlikte sonradan İttihâd ve Terakkî cemiyeti adını alacak olan ittihâd-i Osmânî adlı gizli cemiyetin ilk kurucuları arasında yer aldı.

Okuldaki gizli siyâsî çalışmaları sebebiyle bir kaç defa göz altına alınan Abdullah Cevdet, 1894’de Mekteb-i Tıbbiye’den me’zûn oldu. Dr. Diran Acemyan’ın asistanı olarak Haydarpaşa hastahânesinde göz doktoru yardımcılığına tâyin edildi. Aynı sene içinde, kolera ile mücâdele için Diyârbekir’e geçici vazifeyle gönderildi. Burada, İttihâd-i Osmânî cemiyetinin gelişmesi için çalıştı. Aralarında Ziya Gökalp’in de bulunduğu pek çok kimseyi cemiyete üye kaydetti. İstanbul’a dönünce de İttihâd-i Osmânî cemiyetinin yayımlayıp dağıtmayı plânladığı beyânnameyi kaleme aldı. Bu sırada devlete karşı olan faaliyetleri sebebiyle Erbâb-ı fesâddan (bozgunculardan) olduğu tesbit edilerek otuz üç arkadaşıyla birlikte tutuklandı ve arkasından Meclis-i vükelâ (Bakanlar kurulu) kararıyla 1896’da Trablusgarb’a sürüldü. Burada kurulan yedi numaralı İttihâd ve Terakkî şubesinin faal üyelerinden oldu. Ahmed Rızâ ve Mizancı Murâd’ın neşrettikleri; Mizân, Meşveret ve Mechveret Supplement Français adlı dergilere imzasız ve “Bir Kürt” takma adıyla yazılar gönderdi. Bu gizli ve yıkıcı faaliyetlerinin tesbiti üzerine Fîzan’a sürüldü ise de Tunus’a kaçtı. Sonra Paris’e geçerek Osmanlı Devleti’ni yıkmak için faaliyet gösteren Jön Türklere katıldı. 1897’de Cenevre’ye giderek, burada yeniden kurulan İttihâd ve Terakkî cemiyetinin merkez komitesinde yer aldı. Kendisi gibi firarilerle birlikte çıkardıkları Osmanlı gazetesinin baş yazarı oldu. Mısır’da çıkan Kânûn-i esâsî, Romanya’da yayınlanan Sadâ-yı millet, Cenevre ve Londra’da yayınlanan Kürdistan dergilerinde bir kürt takma adıyla yazılar yazdı. 1899’da Viyana sefareti tabibliğine tâyin edildi. İlk zamanlarda maaşlarını İttihâd ve Terakkî cemiyetine gönderirken, daha sonra bundan vazgeçtiği için arkadaşlarıyla arası açıldı. Üç yıl kadar bu vazifede kalan Abdullah Cevdet, 1903 yılında tekrar Cenevre’ye giderek, bir matbaa kurdu ve İctihâd mecmuasını neşretmeye başladı. Arkadaşlarıyla birlikte Mart 1904’de Jön Türk hareketi içinde açıkça yıkıcı ve bölücü emeller taşıyan tek teşkîlât olan Osmanlı İttihâd ve İnkılâp cemiyetini kurdular. Yazılarında İkinci Abdülhamîd Han ve diğer hükûmet erkânı hakkında çirkin ifâdeler kullandı. Bir rüya adlı eseri neşrettiği için 20 Ekim 1904’de İsviçre’den sınır dışı edildi. İçtihâd dergisini ve kütüphânesini Mısır’a nakl ederek bölücü, yıkıcı ve din düşmanı fikirlerin yayılmasına çalıştı. Şûrâ-yı Osmânî cemiyetinin idaresinde vazife aldı. Bu sırada İttihâd ve Terakkî cemiyetinin diğer ileri gelenleriyle arası açıldı. Mısır’da bulunduğu sırada meşhur İslâm düşmanı ve müsteşrik Dozy’nin Essai Sur L’histoire de L’islâmisme adlı kitabını Târih-i İslâmiyet adıyla tercüme etti. Sevgili Peygamberimizin hayâtını marazî psikoloji ile açıklamaya çalıştığı bu eserde, ne derece büyük bir din düşmanı olduğunu ortaya koydu. Bu sapık fikirleri sebebiyle dindar insanların samîmî duygularını rencide ettiği için pek çok kimse tarafından Adüvvullah Cevret yâni kendi yanlış fikrinden başkasını kabul etmeyen Allah düşmanı diye anılmıştır. Onun bu fikirlerine, o yıllarda Sırât-ı Müstakim dergisinde zamanın hakîkî âlimleri tarafından cevap verilmiştir.

İkinci Meşrûtiyet’in ilânından ve İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesinden sonra 1910 yılı sonlarında İstanbul’a dönen Abdullah Cevdet’in, İttihâd ve Terakkî cemiyeti ileri gelenleriyle arası açık olduğundan Cağaloğlu’nda İctihâd evi adını verdiği binaya yerleşerek İctihâd dergisinin yayınına devam etti. Birinci cihân harbinin sonunda İttihâdçıların iktidardan düşmesine sevinen Abdullah Cevdet, 1910 yılında kurulan Osmanlı Demokrat fırkasının ikinci başkanı oldu. Daha sonra bu fırka Hürriyet ve İtilâf fırkasına katılınca, siyâsî faaliyetlerini Kürt Teâlî cemiyetine girerek devam ettirdi ve Vilâyât-ı Sitte’nin muhtariyeti (bağımsızlığı) için çalıştı. Anadolu üzerinde kirli emelleri olan vatan, devlet ve din düşmanlarıyla aynı safta yer aldı.

Çıkardığı İctihâd mecmuası, din ve devlet aleyhinde yazılar yayınladığı için, bir çok defa kapatıldı. İctihâd’ın son defa kapatılması ise 30 Aralık 1913’de oldu. Bu arada İsviçre’ye giderek Osmanlı Devleti aleyhinde çalışan muhaliflere katılmak istediyse de, isteği İsviçre hükûmeti tarafından kabul görmedi. İttihâdcılarla arasındaki münâsebetleri düzeltmek için, onların desteğiyle çıkan Hak gazetesinin baş yazarlarından oldu.

Birinci cihân harbi sonunda mütâreke (ateşkes) îlân edilmesi üzerine, yeniden siyâset ve yayın faaliyetlerine başladı. 1 Kasım 1918’den îtibâren İctihâd dergisini yeniden çıkardı. Tekrar İttihâdcıların aleyhinde vazılar yazmakla birlikte, İngilizlerin himayesini isteyen İngiliz Muhibler cemiyetini kurdu ve ilk nizâmnâmesini hazırladı. Ayrıca İngilizlerle iş birliği yapan Kürdistan Teâlî cemiyetinde de önemli roller aldı. İctihâd mecmuasında devamlı surette dîni tezyif edici yazılar neşr etti. Bir ara sıhhiye müdürü olduysa da bu vazifeden alındı. 25 Mayıs 1920’de bu vazifeye yeniden tâyin edildi ancak, beş ay sonra tekrar alındı. Yeniden İctihad’ı neşre başladı. 1 Mart 1922 tarihli 144. sayısında yeni bir din olarak bahâîliğin kabul edilmesini tavsiye etti. Hakkında açılan bir dâva neticesinde 20 Haziran 1922’de iki yıl hapse mahkûm oldu. Dâva temyizce bozuldu. Cumhuriyet döneminde de süren dâva, 30 Aralık 1926’da “Enbiyâ’ya ta’n fezâhat-ı lisâniyye” suçlarıyla ilgili maddenin ceza kânunundan çıkarılması üzerine düştü.

İstiklâl harbinden sonra İctihâd mecmuasında yeni idareyi öven yazılar yazarak nüfuz kazanmak istedi. 1924’de Elazığ meb’ûsluğuna getirileceği yolunda söylentiler yaygınlaştı. Fakat aleyhindeki yayınlar ve söylenilenler sebebiyle meb’ûs (milletvekili) yapılmadı.

Düşünce yapısını; bölücülük, millet ve din düşmanlığı üzerine kuran Abdullah Cevdet, yayınladığı İctihâd mecmuasında Türkiye’nin nüfus politikasıyla ilgili olarak; “Neslimizi ıslâh etmek, kuvvetlendirmek (ıstıfâ’ya tâbi tutmak) için Avrupa’dan ve Amerika’dan damızlık erkek getirmek gerekir” şeklindeki iddiasının yer aldığı bir yazıyı kendi imzasıyla yayınladı. Bu yazısı, o günlerde müslümanlar arasında büyük ve derin bir nefrete sebeb oldu. Ömrünün sonuna doğru sapık fikirleri ve dengesiz hareketleri sebebiyle tamamen yalnız kalan Abdullah Cevdet, 29 Kasım 1932’de öldü.

Kendisi doktor olmasına rağmen tıb ile ilgili önemli bir çalışmasına rastlanmayan Abdullah Cevdet’in, bir kısmı te’lif, bir kısmı tercüme olan, İslâm düşmanlığını ve biyolojik materyalizmi anlatan eserleri bulunmaktadır.

faydalanılan kaynaklar:

1) İzâle-i şükûk (İsmâil Fenni Ertuğrul, İstanbul-1928)

2) Son Asır Türk Şâirleri (İbn-ül-Emin Mahmûd Kemâl İnal, İstanbul-1987); sh. 24

3) Jön Türklerin Siyâsi Fikirleri 1895-1908 (Şerif Mardin, Ankara-1964); sh. 162

4) Bir Siyasal Düşünür Olarak Dr. Abdullah Cevdet ve Dönemi (M. Şükrü Hanioğlu, İstanbul-1981)

KAYNAK:  Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi. İhlas Matbaacılık, Gazetecilik ve Sağlık Hizmetleri A.Ş  a. cilt.

Aydos Kalesinin Fethi

1328 (H. 728) târihinde Orhan Gâzi, Abdurrahmân Gâzi ile Konur Alb’den Aydos kalesinin fethedilmesini istedi. Ancak kalenin çok sağlam istihkâmları, işin uzunca bir zaman alacağını göstermekteydi. Bu sebeble mücâhid Gâziler bir fırsat zuhur edeceği ve zaferi böyle sağlayacakları ümidini beslemekte ve sebeblere yapışıp Allahü teâlâya tevekkül ederek hazırlıklarını sürdürmekte idiler. Nitekim hadis-i şerîfde; “Allahü teâlâ bir şeyin olmasını murâd ettiğinde onun sebeblerini de hazırlar” buyrulduğu üzere, burada da hâdiseler öylece gelişti.

Aydos kalesi tekfurunun güzel bir kızı vardı. Bir gece rüyasında dar ve derin bir kuyuya düştüğünü gördü. Kendisini kurtarmak için tutunacak bir şey, bir çıkış yolu da bulamadı. Yakınlarından kimse feryadına cevap vermedi. En sonunda bu korkunç kuyunun ölümüne sebeb olacağı korkusuyla ümidi kırıldı. Çırpınmaktan vazgeçtiği sırada nûr gibi parlayan bir genç, karanlık kuyunun kenarına gelip, onu bu tehlikeli çukurdan çıkardı ve ipekten elbiseler verdi. Uyandığında gördüğü rüyadan hayretler içinde kaldı. Gece gündüz rüyada gördüğü yiğidin hayâli gözünün önünden gitmez oldu. Kendi kendine; “Benim hâlim ne oldu ki, beni bu çukurdan çıkardı. Giyecekler verdi ve hem durduğum yerden gitti, öyle anlaşılıyor ki, benim hâlim başka türlüye dönse gerek” diye düşünürken, ansızın Türkler kale önünde göründü ve muhasara başladı. Muhasara bir müddet devam etti. Kale çok sağlam ve burçları yüksek olduğundan fethedilemedi. Tekfurun kızı, gönül alıcı, pırıl pırıl bir günde içini karartan kederleri ve merakı bir parça olsun dağıtmak için kale burçlarında savaşmaya çıktı. Birden aşağıda Türk askeri önünde dimdik duran Abdurrahmân Gâzî’yi gördü. Rüyasında kendisini kuyudan çıkaran kişi olduğunu anladı. Gördüğü rüyanın tâbirini kendisi yaptı ve müslümanlar arasına katılmanın lüzumunu duydu. Odasına gidip rumca bir mektup yazdı. Bu mektupta, rüyasını anlatıp müslüman olmak istediğini belirtip; “Dileğiniz bu kaleyi almak ise, şimdi kaçarcasına kale önünden çekiliniz ve filân gece, bir kaç yiğitle gizlice duvarların altına geliniz, o vakit kaleyi kolaylıkla ele geçirmiş olursunuz” diye yazmıştı. Yalvarışlarla dolu olan mektubu bir taşa sardı. Savaşır gibi yaparak kaleden o taşı Türk askerlerinin arasına attı. Taş yuvarlanıp Abdurrahmân Gâzî’nin önüne düştü. Abdurrahmân Gâzi, sarılı taşı görünce hemen mektubu aldı ve doğruca Akçakoca’nın yanına sitti. Mektup, yazıdan anlayanlara gösterildi. İçindekiler anlaşılınca Konur Alb’in de iştirakiyle durum müzâkere edildi. Sonunda geri çekiliş plânları düzenlendi. Kaleye son bir taarruz yapıldıktan sonra kendi oturdukları Samandra hisarını da ateşe vererek düşmana bölgeden Türklerin çekildikleri zannını vermeyi uygun gördüler. İş bundan sonra kararlaştırıldığı şekilde yapıldı. Aydos hisarı halkı, Türklerin korku ve yılgınlıktan çekildiklerini zannederek sevinçten kendilerinden geçip, yiyip içmeye başladılar. İşin nereye varacağından habersiz, sarhoş oldular. Abdurrahmân Gâzi mektupta belirtilen gece, yanında seksen yiğitle kızın dediği yere geldi. Kız, Gâzi Abdurrahmân’ı bekliyordu. Onun geldiğini görünce, hisar bedenine ip bağlayarak aşağıya sarkıttı. Abdurrahmân Gâzi bir örümcek misâli ipe tırmanarak kaleye çıktı. Arkasından bir avuç bahadırı da kaleye çıkardı. Kızın tavsiyesine uyarak kale kapılarını bekleyen askeri zararsız hâle getirmek üzere hisarın kapısına vardılar. Sızmış, uyuyan kapıcının yatağında buldukları kale anahtarları ile hisar kapısını açtılar. Plân gereğince dışarda hazır olan Akça Koca ve gâziler içeri girerek kaleyi ele geçirdiler. Böylece Aydos kalesi fethedildi.

Kalenin fethinden sonra Abdurrahmân Gâzi, tekfur ile kızını ve pekçok ganimeti Yenişehir’de bulunan Orhan Gâzi’ye götürüp teslim etti. Keremli pâdişâh Orhan Gâzi, âlemin tek sahibi yüce Allah’a şükürler ettikten sonra Aydos kalesi tekfurunun gönüller alan güzel kızını Abdurrahmân Gâzi ile nikahladı ve sayısız ganimetlerle mükâfatlandırdı. Evliliklerinden Karaca Abdurrahmân adıyla tanınan bir oğulları oldu. Bu delikanlı öyle bir mücâhid oldu ki, İstanbul’da yaşayan kâfirler rahat ve huzuru unuttular ve gözlerine uyku girmez oldu. Bizans kadınları çocuklarını; “Karaca Abdurrahmân geliyor, ağlama!” diye korkuturlardı.

yararlanılan kaynaklar:

1) Tevârih-i Âl-i Osman (Âşıkpaşazâde, İstanbul-1332); sh. 33

2) Kitâb-ı Cihân-nümâ (Mehmed Neşri, Ankara-1987); cild-1, sh. 139

3) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-1, sh. 15

4) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı); cild-1, sh. 117.

5) Devlet-i Osmaniyye Târihi; (Hammer); cild-1, sh. 93

6) Devlet Kuran Kahramanlar; (Safa Öcal, İstanbul-1987); sh. 90

KAYNAK:  Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi. İhlas Matbaacılık, Gazetecilik ve Sağlık Hizmetleri A.Ş  a. cilt.

Abdulaziz Han

Babası.................... : Mahmûd-II

Annesi.................... : Pertevniyâl Sultan

Doğumu.................. : 8 Şubat 1830

Vefâtı..................... : 4 Haziran 1876

Tahta Geçişi............ : 25 Haziran 1861

Saltanat Müddeti..... : 14 sene

Halîfelik Sırası......... : 97

Osmanlı pâdişâhlarının otuz ikincisi ve İslâm halîfelerinin doksan yedincisi. Sultan İkinci Mahmûd’un ikinci oğlu. Annesi Pertevniyâl Vâlide Sultan’dır. Sultan Abdülmecîd Han’ın kardeşi olarak 1830 senesi Şubat ayının yedinci gecesi doğdu. Ağabeyine nazaran daha gürbüz ve gösterişli bir bünyeye sâhib olan Abdülazîz’e küçük yaşından itibaren din ve fen ilimleri öğretmesi için, zamânın âlimlerinden Hasan Fehmi Efendi vazifelendirildi. Zekî ve akıllı olan şehzâde Abdülaziz, kısa zamanda Arabça, Farsça ve dînî bilgileri çok iyi bir şekilde öğrendi. Boş zamanlarında dedeleri gibi ata binmeyi, kılıç kullanmayı, güreş tutmayı, cirit atmayı, zamanın bütün silahlarını en iyi şekilde kullanmayı öğrendi.

Ağabeyi Abdülmecîd Han’ın saltanatı zamanında velîahd ilân edilen Abdülazîz, mazbut bir hayât yaşadı. Bu haliyle halkın sevgisini kazandı. Kendisine örnek aldığı büyük dedesi Yavuz Sultan Selîm Han gibi olmaya çalışıyordu. Bazı devlet adamlarının taklitçiliğe varan aşırı yenilik düşkünlüğünden rahatsız olanlar, ileride Yavuz gibi bir pâdişâh olacağı düşüncesiyle onun bu hâline seviniyorlar ve kendisinden çok şey bekliyorlardı. Zîrâ Osmanlı, eski heybet ve haşmetini hayli kaybetmişti. Tanzîmât fermanı ile başlayan batılılaşma hareketi, taklitçilikten öteye gitmediği gibi, milletimizin manevî değerlerini kaybettirmeye başlamıştı.

Sultan Abdülmecîd Han’ın 25 Haziran 1861’de ölümü üzerine Abdülazîz Han tahta çıktı. Bu sırada Osmanlı Devleti’nin durumu son derece karışıktı. Mâlî sıkıntı son haddinde olup, Karadağ’da çıkan isyân Sırplarla savaşa yol açacak durumda idi. Hersek eyâletinde de büyük bir karışıklık hüküm sürüyordu. Bu durumlardan faydalanan Avrupa devletleri müdâhalelerini arttırarak, aracılık teklifinde bulundular. Yeni sultânın Tanzîmât’tan vazgeçmesinden endişe duyan bâzı devletler, daha ileri gitmek niyetinde idiler. Bu durumu fark eden ileri görüşlü Sultan, hemen bir hatt-ı hümâyûn çıkardı. Sadrâzama hitaben yazılan ve Bâb-ı âlî’de okunan fermanda şöyle deniliyordu: “Halkımın, huzur ve mutluluğu en büyük emelimdir. Onların canları, malları ve nâmusları kânunlarımızla te’minât altındadır, korunacaktır. Allahüı teâlânın emirlerinin yapılmasına, yasaklarından kaçınılmasına çalışılacaktır. Hepimizin saadeti, selâmet ve kurtuluşu bundadır. Bu sebeble İslâmiyet’in emirlerinin yapılması, kat’î olarak dileğimizdir. Mevcûd kânunlara herkes uyacaktır. Uyanlar mükâfatlandırılacak, uymayanlar cezalandırılacaktır.

Devletimizin maddî gücünün arttırılması ve halkın hayat seviyesinin yükseltilmesinden başka maksadımız yoktur. Devlet malının telef edilmemesi ve israftan korunması şarttır. Kara ve deniz kuvvetlerimizin nizam ve intizamları sağlanacaktır. Dost ve müttefik devletlerle, münâsebetlerimizin devamına ehemmiyet verilecek ve önceki andlaşmaların hükümlerine uyulacaktır. Şunu tekrar edeyim ki, müslim ve gayr-i müslim ayırd etmeksizin, memleketimde, yaşayan herkes dînimizin emirleri çerçevesinde adaletle yönetilecek ve herkes adalet önünde eşit muamele görecektir. Allahü teâlânın mülkümüze ihsân buyurduğu huzur ve refahın her tarafa yayılması, herkesin saadetini gerektirecek gerçek ilerlemedir. Devlet-i âliyyemizin, İstiklâlinin devam etmesi, halkımın da refah içinde yaşaması en büyük gâyemdir. Cenâb-ı Hak, Habîb-i ekremi sallallahü aleyhi ve sellem hürmetine cümlemizi muvaffak eylesin...” Bu ferman ve hükûmetin yerinde bırakılması, batılı devletlerin Tanzîmât konusundaki endişelerini nisbeten ortadan kaldırdı.

Mâlî konularda büyük sıkıntılarla karşılaşıldığı için, Sultan, hükûmetten ilk önce bu konunun ele alınmasını istedi. Devletin geliri tahminen on beş milyon altın idi. Sultan, kendisine âit aylık tahsîsâttan indirim yapılmasına, saraydaki şahsına âit bâzı altın ve gümüş eşyanın, kapların, darphânede eritilerek paraya çevrilmesine müsâde etti. Saray’daki gereksiz me’mûrları başka yerlere tâyin etti. Hassa hazînesinin gelirinden üçte birini devlet hazînesine bıraktı. Rüşvet ve irtikâb işine karışanları cezalandırdı. Alınan tedbirlerle devletin mâlî durumu düzelmeye başladı.

Bu durumdan rahatsız olan Ruslar, bâzı Avrupa devletleri ve İngilizler, Osmanlı topraklarında yaşayan azınlıkları “kışkırtmâyâ”, onları el altından desteklemeye başladılar. Kırım’da mağlûb olan Ruslar, Balkanlardaki hıristiyanları isyâna teşvik etti. Bunun üzerine Sultan, serdâr-ı ekrem Ömer Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusunu Karadağ bölgesine gönderdi ve isyân bastırıldı. Fakat bu zafer, bir çok Avrupa devletinin müdâhalesine sebeb oldu. Netîcede 15 Ağustos 1862’de verdikleri nota ile, harbin durdurulmasını istediler. 31 Ağustos’da Karadağ prensi ile serdâr-ı ekrem Ömer Paşa tarafından imzalanan Işkodra andlaşması gereğince savaşa son verildi.

Mısır’ın Osmanlı Devleti’ne bağlılığının hayli gevşediğinin farkında olan Sultan, sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’nın da teşvikiyle vâliyi ve halkın durumunu yerinde incelemek üzere Mısır’a bir seyahat düzenledi. Sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’yı İstanbul’da bırakarak, 4 Nisan 1863’de Feyz-i Cihâd vapuruyla yola çıktı. Mehmed Ali Paşa’nın torunu, çalışkan ve kurnaz bir zât olan Mısır vâlisi İsmâil Paşa, sultan Abdülazîz Han’ı ve maiyyetini muhteşem merasimle karşıladı. Sultân’ın bu ziyareti, Avrupa devletlerinin İsmâil Paşa’yı Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtmalarını önlemiş oldu. Mısır’ın payitahta olan bağlılığını güçlendirdi. Bir süre sonra İsmâil Paşa, Sultan’dan hidiv ünvânını aldı ve hidivliğin babadan oğula geçmesi esâsını da kabul ettirdi. Daha da ileri giderek kendi başına hareket etmek istedi; fakat buna mâni olundu.

Diğer taraftan Yunanistan’a 1830’da verilen bağımsızlıktan sonra rahat durmayan rumlar, Ege adalarında isyân çıkardılar. 2 Eylül 1866’da Girid’de çıkan isyânda Yunanistan’dan yardım alan rumlar, adanın Yunanistan’a ilhakını istiyor ve müslümanları insafsızca öldürüyorlardı. Bu kıyımı durdurmak için Girid’de otuz sene vâlilik yapan Mustafa Nailî Paşa gönderildi. Donanma ile Girid’i muhasara altına alan Nailî Paşa, isyâncılarla uzun süre çarpışmasına rağmen netîce alamadı; âsilerle yapılan görüşmeler de fayda vermedi. Altı buçuk ay kadar süren bu kuşatmadan netîce alınamayınca, serdâr-ı ekrem Ömer Paşa vazîfelendirildi ve isyâncılar mağlûb edildi. İsyanı plânlayan Avrupa devletleri, Sultân’a bir nota göndererek, Girid’deki askerî harekâtın durdurulmasını ve idare şeklini tesbit edecek beynelmilel bir komisyonun gönderilmesini istediler. Sultan bu teklifi şiddetle reddetti. Fevkalâde yetkiler verdiği sadrâzam Alî Paşa’yı mes’eleyi devlet menfaatlerine uygun şekilde halletmek üzere Girid’e gönderdi. 4 Ekim 1867’de Girid’e ulaşan Alî Paşa, batı devletlerinin isteği doğrultusunda iki ferman yayınlayarak bâzı imtiyazlar verince, âsiler isyândan vazgeçerek daha müsait bir zamanı beklemeye başladılar (Bkz. Alî Paşa).

Hâdiselerin bastırılmasından bir süre sonra, Fransa kralı üçüncü Napolyon, Paris’te açılan milletler arası sanayi sergisine bir çok devletin idarecilerini davet ettiği gibi, sultan Abdülazîz’e de davet için bir elçi gönderdi. Aynı zamanda kraliçe Victoria da, Sultân’ı İngiltere’ye davet etti. Bu davetler, toplanan dîvânda görüşüldü ve devletin îtibârı bakımından Sultân’ın kabul etmesi kararlaştırıldı.

Sultan Abdülazîz Han, Paris büyükelçisi Mehmed Cemil Paşa’dan gelen Fransa’ya davet telgrafını sükûnetle dinlemişti. Aslında çok arzu ettiği böyle bir yolculuğa, ağır mes’ûliyetleri olan bir pâdişâh olarak değil de, hâli vakti yerinde bir kimse gibi çıkmayı arzu ettiğini başmâbeynci Mehmed Bey’e şöyle söylemişti: “Bak Mehmed! Zaman zaman ne isterdim bilir misin?.. Ya kapalıçarşı’da, ya Asmaaltı’nda küçük bir dükkanı olan esnaf veya bir zanaatkar olayım. Sabah evimden çıkayım, işime geleyim. Akşam Allah ne kâr verdiyse onunla çoluk-çocuğumun nafakasını alayım, atıma değil eşeğime bineyim. Yorgun argın, amma kafamın içi binbir derdle dolmamış olarak evime geleyim. Karım güler yüzle, çocuklarım sevgiyle beni karşılasın. Yunayım, sofranın başına geçeyim, çorbamızı zevkle içelim. Kimsenin derdi bize illet olmasın. Yüreklerimiz rahat, büyük mes’elelerden uzak, kendi hâlimde yaşayıp gideyim. Şu Ali ile Fuâd ille de Frengistan’a gitmeli, derlerken de ne isterdim bilir misin? Cebinde harçlığı olan, hâli vakti yerinde, ünvânsız, makamsız kişi olarak Avrupa’ya gitmek!.. Ben de istemez miyim oraları görmeyi?.. Amma, gelgelelim bu koskoca ülkenin pâdişâhısın, cümle âlemin gözleri senin üzerinde... Adım atışın, bakışın, dudaklarının kıpırdayışı bile merak uyandırır. Gelen elçilerin hâlini görürsün. Ya onların memleketlerinde cümle halk ortasında insan rahat nefes alabilir mi? Neylersin ki, bu tahtın da esâreti var...”

Sultan Abdülazîz Han, 21 Haziran 1867 Çarşamba günü Dolmabahçe Sarayı önünde Sultâniye yatına binerek yola çıktı. Böylece Osmanlı târihinde yabancı ülkelere seyahate çıkan tek pâdişâh ve ilk halîfe Abdülazîz Han oldu.

Şehzâde Yûsuf İzzeddîn, şehzâde Murâd, şehzâde Abdülhamîd, hâriciye vekili Fuâd Paşa, pâdişâhın maiyyeti, özel hizmetçileri ve koruma görevlileri yanında; Fransız sefirinin de birlikte seyahatine izin verilmişti. Sultaniye yatını üç zırhlı tâkib ediyordu. Yafa, Fransa’ya kadar refakat edecek Fransız donanması, Çanakkale boğazının dışında Sultân’ı karşıladı ve 29 Haziran’da filo Fransa’nın Toulun limanına girdi. Burada askerî törenle karşılanan Sultan, trenle Paris’e geçti. Sultan Abdülazîz Paris’te, Fransa kralı üçüncü Napolyon tarafından askerî törenle karşılandı.

Misafirler için verilen yemekte Abdülazîz Han’ın yanına oturan ev sahibi üçüncü Napolyon’un, yemekte; “Ekselans hazretleri! Girid için en güzel çözüm yolu, adanın Yunanistan’a terkedilmesidir şeklinde düşünüyoruz...” sözü üzerine. Sultan celallendi ve; “Ekselâns! Girid için Osmanlı Devleti tam yirmi yedi sene, kan dökerek savaştı. Girid’in her karış toprağı şehîdlerin kanlarıyla sulandı. Ordularımda tek bir asker, donanmamda bir tek sandal kalıncaya kadar ata mîrâsını korumak ve kollamak karârındayım!..” cevâbını verdi. Beklemediği bu hiddet karşısında şaşıran Napolyon, özür dilemek mecburiyetinde kaldı.

Sultan Abdülazîz Han, 10 Temmuz’da Paris’ten ayrılarak İngiltere’ye geçti. Sultân’ı, kral yedinci Edward karşıladı. Londra’da on bir gün kalan Sultan, 23 Temmuz 1867’de kraliçe Victoria’nın da hazır bulunduğu törenle uğurlandı. Ertesi gün Belçika’nın başkenti Brüksel’e geçti. Prusya ve Avusturya üzerinden 7 Ağustos 1867 günü İstanbul’a gelen Sultan, 47 günlük geziden sonra, 47 pârelik top atışı ile karşılandı. Sultan Azîz’in gemiden inerken alçak sesle; “Atalarımız at sırtında ve fütûhat gayesiyle giderlerdi... Bizler ise şimdi; trenle, vapurla ancak siyâset için gidebiliyoruz!..” sözleri dudaklarından dökülüyordu.

Sultan Abdülazîz Han’ın bu gezisi, genel barışın sağlanmasında önemli rol oynadı. Avrupa devletleri ile olan münâsebetler iyileşti. Bir süre sonra Avrupa siyâsî ve askeri bir bunalıma girdi. Kırım savaşından sonra güçlenen Fransa’ya karşı, Rusya, Avusturya ve Prusya’dan teşekkül eden ve üç imparator ismiyle anılan bir ittifak kuruldu. Fransa’nın 1871’de, Prusyalılara yenilmesi, bu devletin Avrupa’daki mevkiini sarstı. Paris andlaşmasının en büyük garantörlerinden olan Fransa’nın mağlûbiyetini fırsat bilen Rusya, andlaşmanın Karadeniz’in tarafsızlığı ile ilgili maddesini iptal etti. Diğer taraftan Avusturya’nın Prusya ve İtalya’ya karşı sürdürdüğü harpte yenilmesi, Rusya’yı Balkanlarda daha kuvvetti bir duruma getirmişti. Bu durum yakın bir gelecekte patlak verecek Osmanlı-Rus harbinin ilk işaretiydi.

Avrupa’da durum böyle iken, içte yeni siyâsî hareketler başgöstermeye başladı. Alî Paşa’nın çıkardığı Âlî kararnamesi ile yurt dışına kaçan Ziya Paşa, Nâmık Kemâl, Ali Süâvî gibi yazarlar, Âlî Paşa’nın ölümü ile yurda dönmüşler ve halkı Pâdişâh’a karşı düşmanlığa teşvik etmeye başlamışlardı. Yapılan yenilikleri beğenmeyen ve târihte Jön Türkler diye bilinen bu fikrin ileri gelenleri, Osmanlı halkının hâzır olup olmadığını düşünmeden, Avrupa’da, gördükleri meşrûtiyet rejiminin memlekete getirilmesini istiyorlardı. İlmî olarak, Avrupa ve Osmanlı cemiyetlerinin, içtimaî, fikrî, siyâsî yapıları ile parlamentolarının mâhiyetini hiç bilmiyorlardı.

Mahmûd Nedim Paşa, 1875’de sadrâzam olur olmaz, mâlî duruma el attı. Yapılan 1875 bütçesi beş milyon altın lira açık verdi. Tarafdârı olduğu Rus sefîri İgnatiyef’in tavsiyelerine uyan Nedim Paşa, Avrupa’nın hışmını Devlet-i âliyye üzerine çeken bir tedbire başvurdu. 6 Ekim 1875’de aldığı bir kararla, devletin senelik ödediği borcunun yarısını beş sene müddetle keseceğini açıkladı. Karar içte ve dışta büyük akisler yaptı. Avrupa’da ellerinde Osmanlı tahvîli bulunan halk, elçilikler önünde gösteriler yaptı. Avrupa gazeteleri, Türkler aleyhinde çok ağır yazılar yazdılar. Bu durum devletin îtibârını düşürdüğü gibi, İngiliz ve Fransız halkını da Osmanlı Devleti’ne düşman yaptı. Zâten Rus elçisinin gayesi bu idi.

Rusların devamlı panislavizm propagandası yaptığı Balkanlarda, büyük bir huzursuzluk mevcûd olup, yer yer isyânlar görülmekte idi. 1875 yazında Bosna-Hersek’de isyânların çıkması yeni bir buhrana sebeb oldu. Sırbistan, Rusya’nın teşvîki ile 1876’da Osmanlı Devleti’ne savaş îlân etti. Osmanlı Devleti, sıkıntılar içinde olmasına rağmen, Sırbistan’ı kısa sürede mağlûb etti. Hemen arkasından Bulgaristan’da karışıklıklar çıktı ise de, mahallî kuvvetlerle bastırıldı.

Balkanlar kaynarken, görevden uzaklaştırılan ve erkân-ı erbaa diye adlandırılan Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdî paşalar ile Hasan Hayrullah Efendi, İhtilâl hazırlığı yapıyorlardı. Tarihçi Yılmaz Öztuna; Bir Darbenin Anatomisi adlı eserinde, özetle bu dört şahsı şöyle anlatmaktadır:

“Mütercim Rüşdî Paşa, sultan Abdülmecîd zamanında parladıktan sonra, Abdülazîz Han devrinde İki defa sadârete ve üç defa seraskerliğe getirilmesine rağmen, kısa zamanda azledildiği için pâdişâha diş bilemiş bir hileciydi. Deve kiniyle meşhur olan serasker Hüseyin Avni Paşa, pâdişâha olan kininde erkân-ı erbaanın diğerlerini geride bırakmıştı. Kalbinde kinden başka hiç bir hisse ver vermeyen bu adamın hayâtı ve şahsiyeti de karanlıktı. 25 Eylül 1871’de görevinden azledilip, rütbeleri sökülerek Isparta’ya gönderilmesi, daha sonra getirildiği sadâretten kısa sürede alınması üzerine, pâdişâhtan intikam almaya karar verdi. Tedavi bahanesi ile gittiği İngiltere’de, Sultân’ın hal’i için İngiliz devlet adamlarının muvafakatini istemekten çekinmemiştir. Daha sonra sadrâzam Mahmûd Nedim Paşa tarafından seraskerlikten azl edilerek Bursa vâliliğine tâyin edilince, kini daha da artmıştı. Yapmak istediklerini; “Kinim dînimdir!” diyerek ifâde eden Hüseyin Avni, hal’in yanında, Sultân’ı öldürmeyi de düşünüyordu.

Erkân-ı erbaanın üçüncüsü ise Midhat Paşa idi. Vâliliği sırasında yaptığı bâzı işlerden dolayı İngilizler tarafından şişirilen bu zât, Alî Paşa’nın ölümünden sonra, kendini devletin en kabiliyetli, hattâ tek adamı olarak görmekteydi. Fakat gerçekte aşırı derecede hislerine kapılan, acele ve yanlış kararlar veren, bu yüzden hükûmette iyi iş görmeye müsâid olmayan bir kişiliğe sahipti. Batı ve din kültüründen tamamen yoksundu. Getirildiği ilk sadâretten iki ay on dokuz gün sonra azl edilmesi, Sultân’a karşı düşmanlık ve kin beslemesine yol açtı. Hayalperest olan Midhat Paşa, içki masalarında, Osmanlı hânedânın ortadan kaldırıp sultan olacağını iddia etmeğe; “Bunda ne var ki?!.. Al-i Osman olacağına Al-i Midhat olur” demeğe başlamıştı. Erkân-ı erbaanın dördüncüsü olan Hasan Hayrullah Efendi ise, Rüşdî Paşa’nın korumasıyla getirildiği şeyhülislâmlıktan bir ay gibi kısa bir süre sonra azledildiğinden Sultân’a kin bağlamıştı.”

Hüseyin Avni ve Midhat Paşa, konaklarında gizli toplantılar yaparak, sağa sola para dağıtıyorlar ve Pâdişâh aleyhine adam topluyorlardı. Yüksek okullarda okuyan talebeler arasında para dağıtıp, yalan söyleyerek isyâna teşvik ettiler. 10 Mayıs 1876’da Fâtih, Bâyezîd ve Süleymâniye medreselerindeki talebe ayaklandı ve derslere girmeyerek, saraya doğru yürüdü. Nümayişçiler sadrâzamın ve şeyhülislâmın azledilmesini istiyorlardı. Sultan Abdülazîz Han, kan dökülmesini önlemek için isteklerini kabul etti. Nedim Paşa’yı sadrâzamlıktan alarak, yerine Mütercim Rüşdî Paşa’yı, seraskerliğe “Hüseyin Avni Paşa’yı, Meclis-i vükelâ üyeliğine Midhat Paşa’yı ve şeyhülislâmlığa da Hasan Hayrullah Efendi’yi getirdi. Böylece talebelerin gösterisi sona erdi. İhtilâlciler de hedeflerine ulaşacak makamları ele geçirmişlerdi. Sâdece Sultân’ın hal’i kalmıştı.

Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdî ve yandaşları Süleymân Paşa; Pâdişâh’ın tahttan indirilmesi için geniş bir propagandaya girdiler. Halkın gözünde Sultân’ı küçültmek için çeşitli iftiralar yaydılar. Pâdişâh’ın, veraset usûlünü değiştirip büyük oğlu Yûsuf İzzeddîn Efendi’nin velîahdlığını te’min için İstanbul’a kırk bin kişilik bir Rus ordusu getireceği ve devlet hazînesinde beş para olmadığı hâlde saray hazînesinde elli milyon lira mevcûd olduğu şeklindeki şayialar bu menfî propagandanın bâzılarıdır.

Hüseyin Avni Paşa, bahriye nâzırı Kayserili Ahmed, Şûrâ-yı askerî reîsi Müşir Redif, Harbiye mektebi nâzırı mirliva Süleymân ve Midhat paşalar gizli gizli toplantılar yapıp hâdiseyi plânladılar. Bunlardan Süleymân Paşa, hal’ işinin bir vatanperverlik olduğuna inanan tek kişi idi. En büyük iş de kendine düşüyordu. Bu iş başarısızlıkla netîcelenirse, birinci durumda suçlu o olacaktı. Fetva emîni Kara Halîl Efendi’yi Midhat Paşa’nın konağına çağırarak, Pâdişâh’ı tahttan indireceklerini ve buna fetva verip-vermeyeceğini sordular. O da; “Bu hayırlı işe çarşaf kadar fetva veririm” diye cevap verdi. Onun, Sultân’ın hal’i için yazdığı; “Emîr-ül-mü’minîn olan Zeyd muhtell-üş-şuûr ve umûr-ı siyâsîden bî-behre olup, emvâl-i mîrîyyeyi mülk-i milletin tâkat ve tahammül edemeyeceği mertebe mesârif-i nefsâniyyesine sarf ve umûr-ı dîniyye ve dünyeviyyeyi ihlâl ü teşviş ve mülk-i milleti tahrip edip, bakaası, mülk-i millet hakkında muzır olsa, hâl’i lâzım olur mu? Beyân buyrula.” şeklindeki fetvayı şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi; “Allahü alem olur” diye imzaladı. Burada, aklî dengesi bozuk, siyâsetten habersiz, din ve dünyâ işlerini bozup karıştıran, milletin mülkünü tahrib eden bir kimse olarak tarif edilen Pâdişâh’ın, bu vasıflardan uzak olduğunun herkes tarafından bilinmesi sebebiyle, fetva, neşrinden îtibâren çok tenkidlere uğramıştır.

Bunun üzerine Hüseyin Avni Paşa yalısında toplanan ihtilâlciler, 30 Mayıs 1876 gününde harekete geçmeye karar verince, sabahın erken saatlerinde Süleymân Paşa, hazırlanan plânı kusursuz uyguladı. Harbiye öğrencilerine sultan Abdülazîz’e sûikasd yapılacağını, bunu önlemek için Dolmabahçe Sarayı’nın çepe çevre sarılacağını, bu şerefli görevin kendilerine düştüğünü söyledi. Harb okulu komutanı Süleymân Paşa, bu korkunç yalanla kandırdığı silâhlı üç yüz talebeyi er donanımıyla okuldan çıkardı. Suriye’den bir kaç gün önce getirilen ve Selîmiye’de yer açılmadığı için Maçka sırtlarında çadır kurulan iki tabur askere de aynı şeyler söylenerek, Harbiye talebeleriyle beraber Dolmabahçe Sarayı karadan muhâsara edildi. Donanma kumandanı Arif Paşa, aynı şeyleri kaptanlara söyleyerek, Sultân’ın eseri olan ve üzerine titrediği zırhlıları, Dolmabahçe önüne demirledi. Süleymân Paşa, velîahd Murâd Efendi’yi alıp, dışarda arabada bekleyen Hüseyin Avni Paşa’nın yanına getirdi. Seraskerlik dâiresine gidilince, orada bulunan ihtilâlciler yeni Sultân’a bîat ettiler. Sabahın erken saatlerinde münâdîler yeni Pâdişâh’ın cülûsunu yâni tahta geçtiğini haber veriyor ve cülûs topları atılıyordu.

Cülûs topları henüz atılmadan önce, Süleymân Paşa, harem dâiresi önüne gelerek dârüsseâde ağası ile görüşmek istediğini söyledi. Dârüsseâde ağası Cevher Ağa giyinerek yanına geldiğinde, durumu anlamıştı. Süleymân Paşa: “Ağa efendimiz! Millet, sultan Abdülazîz Han’ın fiil ve hareketlerinden memnun değildir. Millet kendilerini hâl’ etti. Şahs-ı hümâyûnlarına karşı bir garaz ve sûikasdimiz yoktur. Milletin selâmeti için, kendilerini Topkapı Sarayı’na götürmeye me’murum. Lütfen kendilerine derhâl bildiriniz ve hazırlayınız. Ben burada bekliyorum” dedi.

Süleymân Paşa’nın millet adına yapıldığını söylediği bu ihtilâlin, sonradan yapılan araştırmalarda altmış üç kişinin şahsî arzu ve ihtiraslarına göre yapıldığı anlaşılıyordu. Cevher Ağa, Pâdişâh’ı uyandırmaya cesaret edemeyerek, Pertevniyâl Vâlide Sultân’ı uyandırdı. Sultan da oğlu Abdülazîz Han’ı uyandırdığında cülûs topları atılmaya başlanmıştı. Halîfe; “Anne bunu bana kim yaptı? Beni (üçüncü) sultan Selîm’e mi döndürecekler? Ben kime ne ettim?” dedi. Vâlide Sultan; “Avni Paşa etti” dedi. Halîfe; “Yalnız Avni etmedi. Rüşdî Paşa ile Ahmed (Kayserili) ve Midhat paşalar da bu işe dâhil. Ben bu felâketi otuz kırk defa rüyamda gördüm. Cenâb-ı Hakk’ın takdîri böyle İmiş” dedi.

Sultan Abdülazîz, aile efradıyla birlikte, kayıklarla, sağnak hâlindeki yağmur altında Topkapı Sarayı’na getirildi. Şahsî serveti, hanımlarının kulaklarındaki küpelere kadar, ihtilâlciler tarafından yağmalandı. Burada Sultân’a üçüncü Selîm Han’ın odası ayrılmıştı. Bu duruma çok üzülen sultan Abdülazîz; “Beni de amcam sultan Selîm gibi burada bitirmek istiyorlar” dedi. Sultan Abdülazîz, üç gün kuru tahta üstünde aç, susuz bırakıldı. Islak elbiselerini değiştirmesine izin verilmedi. Daha sonra kendisi için hazırlanan odaya geçince, sultan Murâd’a bir mektup yazarak Fer’iye Sarayı’na nakledilmesini istedi. Bu isteği yerine getirilerek, 1 Haziran 1876 günü Fer’iye Sarayı’na nakledildi.

Fer’iye Sarayı’na nakl edildikten sonra, yanında devamlı taşıdığı, amcası üçüncü Selîm’in palasını, Fer’iye karakolu komutanı, güvenlik gerekçesiyle Sultan’dan istedi. Abdülazîz Han vermek istemedi ise de, annesi, oğluna bir şey olmasından korktuğu için gizlice alıp komutana verdi. Daha önce planlandığı şekilde Sultân’ın öldürülme hazırlıklarına hız verildi. Bu iş için güçlü-kuvvetli adamlara ihtiyâç vardı. Hüseyin Avni Paşa, pehlivanlardan Cezâyirli Mustafa ile Yozgatlı Mustafa ve Boyabatlı Hacı Mehmed’i Fer’iye Sarayı’nda bahçıvanlıkla görevlendirdi. Pehlivanlar, saray muhafız tabur komutanı yanlarında olduğu hâide; 4 Haziran 1876 sabahı, Sultân’ın odasına girdiler. Pehlivan yapılı sultan Abdülazîz, ne niyetle geldiklerini anladığından onlara karşı koydu. Ancak uzun bir mücâdeleden sonra, Sultân’ın bileklerini kesen zorbalar, gizlice işlerinin başına döndüler. Bir müddet sonra oraya gelen Vâlide Sultan, oğlunun kanlar içinde yattığını görüp, ağlamaya başlayınca, saray halkı Sultân’ın odasına toplandı.

Devlet ricalinden, olay yerine ilk önce, Kuzguncuk’daki yalısında bulunan Hüseyin Avni Paşa geldi. Daha ölmemiş olan Sultan, Hüseyin Avni’nin emri ile saray karakolunun kahve ocağına götürülüp ot bir sedire yatırıldı. Can çekişen eski Sultân’ı tedavi için hiç bir hareket yapılmadı. Bir süre sonra; Hüseyin Avni, Midhat ve Rüşdî Paşa’nın gözleri önünde vefât eden Sultân’ın üzerine eski bir perde örtüldü ve doktor çağrıldı. Doktorlar, Sultân’ın vücûdunu muayene etmek istediklerinde, Hüseyin Avni; “Bu cenaze herhangi bir kimse değildir. Bir pâdişâhtır! Her tarafını açtırıp gösteremem” diyerek mâni oldu. Karakolda hâzır bulunan ihtilâlci paşalar, Pâdişâh’ın bıyık makası ile İki bileğini keserek intihar ettiğini bildiren bir rapor hazırlatarak imza etmelerini istediler. Doktorlar imza etmek istemeyince, üzerlerine yürüdüler. Birisi Trablusgarb’a sürüldü. Öteki doktor Ömer Paşa’nın da apoletlerini (rütbelerini) söküp askerlikten tardettiler.

Ertesi gün yayınlanan hükûmet tebliğinde; “Sultan Abdülazîz, sakalını düzeltmek için istediği küçük makas ile bilek damarlarını keserek İntihar etmiş ve serasker Avni Paşa, cesedi karakola naklettirmiştir”‘diye bir açıklamada bulundular.

Sultân’ın naaşı Topkapı Sarayı’na nakl edilerek burada yıkandı. Naaşı yıkayan sekiz imâm, daha sonra kurulan Yıldız mahkemesinde; “Sultân’ın iki dişi kırılmış, sakalının sol tarafı yolunmuştu. Sol memesi altında büyük bir çürük vardı” demişlerdir. Pehlivanlar da yaptıklarını sonradan îtirâf etmişlerdir. İsmâil Hami Danişmend, beş cildlik Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi kitabının beşinci cild, 270.sahifesinde, intihar olmayıp, cinayet olduğunu otuz bir delille isbat etmektedir. Bir bileğini kesen şahsın ikinci bileğini de küçük bir makasla kendisinin kesmesi adlî tıbba göre mümkün değildir. Sultân’ın cenazesi 5 Haziran 1876 Pazartesi günü Topkapı Sarayı’nda büyük bir merasimle kaldırıldı ve pederi sultan İkinci Mahmûd Han’ın Çemberlitaş’taki türbesine defnedildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, tahta geçtikten sonra, amcası Abdülazîz Han’ın katli ile ilgili 27 Haziran 1881’de bir mahkeme açtı ve suçluların cezalandırılmasını sağladı (Bkz. Yıldız Mahkemesi).

İleri görüşlü ve tedbirli bir pâdişâh olan sultan Abdülazîz Han, devletin kuvvetli olması için kara ve deniz askerini yeni silâhlarla teçhiz etti. Avrupa’dan yeni model silâhlar aldı. 1866 senesinde Prusya’dan ihtisas sahibi subaylar getirerek Mekteb-i harbiyeyi yeniden düzenledi. Askerî rüşdiyeler açtı. Bugün İstanbul Üniversitesi olarak kullanılan binayı harbiye nezâreti olarak inşâ ettirdi. Donanmaya çok önem verdi. Tersaneleri yeniden düzenledi. Kurdurduğu askerî ve sivil pek çok fabrika ile sanayi inkılâbı yolunda ciddî adımlar atıldı. Yerli tersanelerde yapılamayan zırhlı gemiler dışarıdan alındı. Deniz subayları yetiştirmek için Mekteb-i bahriyeye İngiliz Hubart Paşa tâyin edildi. Büyük masraflarla meydana getirilen Osmanlı donanması, dünyânın üçüncü derecede kuvvetli deniz gücü hâline geldi. Sultan Abdülazîz Han tahttan indirildiği sırada, Osmanlı deniz gücü yirmi zırhlı, dört kalyon, beş firkateyn, yedi korvet ve kırk üç nakliye gemisinden meydana geliyordu.

Gülhâne hatt-ı hümâyûnu ile, Osmanlı tebeasından olan herkes askere alınacaktı. Abdülazîz Han, hıristiyan ve Yahûdîlerin askere alınmasını mahzurlu gördüğü için, onlardan nakdî bedel aldı. Subaylara ilk defa tabanca verdi. Tophâne’de modern tüfek ve top îmâli için te’sîsler kurdurdu. Orduyu; Nizâmiyye, Redif ve Müstahfız olmak üzere üç kısma ayırdı. Bunların mevcûdları 700.000 civarında idi. Yedi ordu teşekkül ettirdi. Bunların her biri çeşitli eyâletlerde bulunuyordu.

Sultan Abdülazîz Han, devletin geleceği için eğitim ve öğretime de önem verdi. 1862 senesinde, Devlet dâirelerine me’mur yetiştirmek için Mekteb-i mahrec-i aklâm açıldı. Bu okul, 1874 senesine kadar faaliyetini devam ettirdi. Ayrıca yabancı dil öğrenmek üzere lisan mektebi, eczacı mektebi, kaptan ve çarhçı mektebi açıldı. Mekteb-i tıbbiyye-i şâhâne adı ile sivil ve modern bir tıp fakültesi kuruldu. 1868’de Fransız eğitim sistemine göre eğitim yapan Mekteb-i sultanî (Galatasaray lisesi) açıldı. 1869’da Maârif-i umûmiyye nizâmnâmesi yayınlanarak maârif teşkilâtı yeniden düzenlendi. 1870’de Dârülfünûn-ı Osmânî adı ile Çemberlitaş’ta yapılan yeni binada modern bir üniversite açıldı. İlk öğretim mecburî oldu. Dînî eğitim yapan müesseselerin dışında çeşitli okullar açmak için, maârif nâzırının başkanlığında Meclis-i kebîr-i maârif kuruldu. 1869’da Kız sanâyi mektebi ve ertesi yıl sivil bir kaptan mektebi açıldı. 1870’de Dâr-ül-muallimât adıyla ilk kız öğretmen okulu eğitime başladı. Teknik ve meslekî alanlarda da yeni yeni okullar açıldı. Sanayi sergisi tertiplenerek, bir sanayi ıslah komisyonu kuruldu. Yerli malların Avrupa malları ile rekabet edebilmesi için, yeterli bilgiye sâhib eleman yetiştirmek gayesi ile İstanbul Sultan Ahmed’de bir sanayi mektebi açılarak çeşitli meslekler öğretildi. 1865 senesinde Yûsuf Ziya Paşa, Tevfik Paşa ve Ahmed Muhtar Paşa tarafından kurulan ve Kapalı çarşı esnafı çıraklarına ders veren Cemiyyet-i tedrisiyye-i İslâmiyye’nin fazla rağbet görmesi üzerine, sâdece yetim müslüman çocuklarının okutulması için Dârüşşafaka kuruldu. 1874’de Darülfünûn, Mekteb-i sultanî binasında yeniden eğitime başladı.

Sultan Abdülazîz Han, ulaşımın sür’atli ve sıhhatli olması için önemli çalışmalar yaptırdı. O zamana kadar 452 km. olan demiryolunun uzunluğu üç misline çıkarıldı. İstanbul-Paris demiryolu imtiyazı Avusturya firmasına verildi. Bu demiryolunun Topkapı Sarayı’nın bahçesinden geçmesi bâzı îtirâzlara yol açtı. Fakat Pâdişâh, halkın rahatı için; “Demiryolu yapılsın da, isterse sırtımdan geçsin” diyordu. Bu yolun Sofya’ya kadar olan kısmı 1873’de işletmeye açıldı. 1862’de mevcut karayolları tamir edildi ve yenileri yapılmaya başlandı. Niş, Bosna, Vidin, Samsun, Amasya, Kastamonu’ya yeni yollar yapıldı. İstanbul’da tramvay yapılarak Galata-Beyoğlu arasında tünel işletmesi kuruldu. Karaköy ve Eminönü arasında demir köprü (Galata/Mecidiye köprüsü) yapılarak hizmete açıldı. Mevcut telgraf hatlarına bir mislinden fazla ilâve yapıldı. Süveyş kanalı açılarak Akdeniz ile Kızıldeniz birleştirildi. Tuna ve Dicle nehirleri üzerinde gemi işletilmesi teşebbüsleri ilk defa başlatıldı. İstanbul, Köstence, Varna limanları ile İzmir rıhtım inşâsı yabancı şirketlere ihale edildi, idâre-i Azîziyye adı ile bir Seyr-i sefâin idaresi kuruldu ve Boğaz’da gemi çalıştırmak için Şirket-i Hayriyye’ye imtiyazlar verildi.

Sultan Abdülazîz Han devrinde, idârî ve hukûkî alanlarda da önemli adımlar atıldı. O zamana kadar uygulanan eyâlet teşkilâtı terk edilerek, vilâyet sistemine geçildi. Mülkî taksimatı sağlayacak Nizamiye mahkemeleri kuruldu. 1868’de Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye; Şûrâ-yı devlet ve Dîvân-ı ahkâm-ı adliye olmak üzere İkiye ayrıldı. Böylece bu meclis bünyesindeki idarî ve adlî işler birbirinden ayrıldı. Osmanlı medenî kânununa hazırlık olmak üzere Fransız elçisinin tavsiyesiyle kurulan bir komisyon tarafından Fransız medenî kânunu tercüme edilmeye başlandı. Buna karşı çıkan Ahmed Cevdet Paşa’nın teklifi üzerine, bir komisyon kuruldu. Bu komisyon uzun seneler çalışarak, Hanefî mezhebine uygun şekilde Mecelle-i ahkâm-ı adliyyeyi hazırladı.

Bu devirde bankacılık alanında da önemli gelişmeler oldu. 1867’de memleket sandıkları, 1868’de Emniyet sandığı kuruldu. 1863 senesinde Fransız ve İngiliz ortaklığında Bank-i Osmânî-i şâhâne (Osmarllı bankası) adıyla bir bankanın kurulmasına izin verildi. Daha sonra banknot çıkarma yetkisi verilen bu banka, 1930 senesine kadar Merkez bankası görevini de yürüttü.

Sultan Abdülazîz Han, gayet dindar ve intizamlı yaşayan bir pâdişâhtı. Su yerine zemzem içecek kadar takva sahibi idi. Muntazam namaz kılar ve çok Kur’ân-ı kerîm okurdu. Şehîd edildiği zaman, odasındaki küçük masanın üzerinde sûre-i Yûsuf açık olduğu hâlde bir Kur’ân-ı kerîm bulunmuştu.

Gayet ileri görüşlü olan sultan Abdülazîz, Rusya ile harbedip onu yenmedikçe, Osmanlı Devleti’nin büyük devlet olma vasfını devam ettiremiyeceğini dâima tekrarlardı. Bunun için saltanatı boyunca kendi gelirlerini ve devlet imkânlarını organize ederek bütün imkânları bu gayeye tahsis etti. Böylece Türkistan’a el atarak irtibat sağlamıştı. Abdülazîz Han’ın desteğiyle devlet kuran Doğu Türkistan Türklerinden Yâkûb Han’ın halîfeye bağlılığını bildirmesi, bu irtibatın en bariz misâlidir. Abdülazîz Han, Kırım’ı geri almaya hazırlandı. Donanmayı Hind okyanusuna gönderdi. Buraların yegâne hâkimi İngilizlere varlığını ve kuvvetini kabul ettirdi.

Sultan Azîz; ava, ciride, ata binmeye meraklı, heybetli, rûh ve beden bakımından gayet sıhhatli, dirayetli ve merhametli bir pâdişâh idi. Îtinâlı bir tahsil görmüştü. Kuvvetli bir edebî kültürü vardı. Şâir ruhlu ve ressamdı. Fevkalâde zekî ve hüsnüniyet sahibi olduğu, amansız düşmanları tarafından îtirâf edilmiştir.

Çok müsrif olmakla itham edilen bu Sultan zamanında, Osmanlı dış borçlarının arttığı söylenmiştir. Fakat giriştiği askerî ve İktisadî teşebbüsler dikkate alınırsa, bu artışın anormal olmadığı görülmektedir. Zamanında borç para ile saraylar yapıldığı yolundaki tenkidler de gerçek değildir. O sâdece Beylerbeyi Sarayı’nı yaptırmış, bir de Abdülmecîd zamanında başlanan Çırağan Sarayı’nı tamamlatmıştır.

Sultan Abdülazîz Han’ın koç ve horoz döğüştürüp, kazananların boyunlarına nişan taktırdığı yolundaki yazıların târihî hiç bir değeri ve mesnedi yoktur. Gazetelerde, hayâl mahsûlü tefrikalarda iddia edilmiştir. Ancak güreş ve bu gibi sporları teşvik ederdi. Bu yüzden de gayet popüler bir şahsiyeti vardı. Türk güreşinin dünyâda söz sahibi olmasındaki payını, hiç kimse İnkâr edememektedir.

Sultan Abdülazîz devrini inceleyen Ali Rızâ ve Mehmed Gâlib beyler, 1920 senesinde müşterek yayınladıktan Onüçüncü Asr-ı Hicrî’de Osmanlı Ricali adlı eserde şöyle yazmaktadırlar: “Sultan Abdülazîz Han; devlet işlerini görmek için çok çalıştı. Devlet adamı yetiştirmeye uğraştı. Kışlalara gitti, askerin yiyecek, giyecek mes’eleleri ile uğraşıp koğuşlarını teftiş etti. Mekteb-i harbiye ile Bahriye’de bizzat incelemeler yaptı. Eline verilen yazıları kendisi okurdu. Dilekçeleri ve Bâb-ı âlînin resmî yazılarını dikkatle incelerdi. Devletin selâmetini düşünüp, yükselme sebeblerini hazırlamak ve tebeasının sevgisini kazanmak için çalıştı. Yakınlarını iyi seçerdi. Devlet işlerine dâir fikir ve mütâlâaları dikkatle dinlerdi.”

Sultan Abdülazîz, çeşitli zamanlarda; Dürrünev, Gevherî, Edâdîl, Hayrândil, Nesrin, Mîr-i Şâh, Yıldız sultanlarla evlenmiştir. Bu hanımlarından dörtten fazlası aynı anda nikâhı altında bulunmamıştır. Bunlardan yedisi kız, altısı erkek on üç çocuğu dünyâya gelmiştir. Erkek çocukları; Yûsuf İzzeddîn, Mahmûd Celâleddîn, Mehmed Seyfeddîn, Abdülmecîd (son halîfe), Mehmed Selim ve Mehmed Şevket efendiler; kız çocukları ise; Sâliha, Esma, Emine, Nazime, Emine ve Fatma sultanlardır.

Sultan Abdülazîz Han Devri Kronolojisi

6 Ağustos 1861     Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa’nın sadrâzamlıktan uzaklaştırılması.

...............             Âlî Paşa’nın dördüncü sadrâzamlığı.

22 Kasım 1861       Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa’nın sadrâzamlığı.

15 Haziran 1862     Belgrad Vak’ası ve kalenin şehri topa tutması.

23 Ağustos 1862     Serdâr-ı ekrem Ömer Paşa’nın Rieka zaferi.

31 Ağustos 1862     İşkodra sulh muâhedesinin imzalanması.

8 Eylül 1862          İstanbul protokolünün imzalanması.

5 Ocak 1863         Yûsuf Kâmil Paşa’nın sadrâzamlığı.

3 Nisan 1863         Sultan Abdülazîz’in Mısır seyahati.

1 Haziran 1863      Keçecizâde Fuad Paşa’nın ikinci defa sadrâzamlığı.

28 Haziran 1864     Memleketeyn birliğini tamamlayan İstanbul protokolünün imzası.

28 Mayıs 1866        Mısır veraset usûlünün değişmesi.

2 Haziran 1866      Mısır vâlilerine “Hidiv” ünvanının verilmesi.

5 Haziran 1866      Mütercim Rüşdî Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı.

2 Eylül 1866          Girit isyânı ve âsilerin Yunanistan’a ilhak karârı

11 Şubat 1867        Mehmed Emin Ali Paşa’nın beşinci ve son sadrâzamlığı

24 Mart 1867         Yeni Osmanlılar (Jön Türkler) cemiyetinin Paris’te Osmanlı Devleti ve Pâdişâh aleyhinde propagandaya başlaması.

10 Nisan 1867        Belgrad ve diğer kalelerin Sırbistan’a terki

21 Haziran 1867     Sultan Abdülazîz’in Avrupa seyahatine hareketi.

7 Ağustos 1867     Pâdişâh’ın Avrupa’dan İstanbul’a dönmesi.

1 Nisan 1868      Kuvvetler birliği esâsının kaldırılıp, kuvvetler ayrılığı prensibinin kabulü ve Şûrâ-yı devletin kuruluşu.

2 Ekim 1868         Sadrâzam Âlî Paşa’nın Girid’e gönderilmesi.

12 Şubat 1869       Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa’nın ölümü.

19 Kasım 1869      Süveyş Kanalı’nın açılış merasimi.

11 Mart 1870         Bulgar kilisesinin bağımsızlığı.

13 Mart 1871         Karadeniz’in tarafsızlığına son veren Londra Andlaşması’nın imzalanması.

7 Eylül 1871         Âli Paşa’nın ölümü.

8 Eylül 1871         Mahmûd Nedim Paşa’nın sadrâzamlığı.

25 Eylül 1871        Tanzîmât devrinin son bulması.

31 Temmuz 1872   Midhat Paşa’nın sadrâzamlığı.

19 Ekim 1872        Mütercim Rüşdî Paşa’nın sadrâzamlığı.

15 Şubat 1873       Sakızlı Ahmed Esad Paşa’nın ilk sadrâzamlığı.

15 Nisan 1873       Şirvânîzâde Mehmed Rüşdî Paşa’nın sadrâzam olması.

15 Şubat 1874       Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın sadrâzamlığı.

13 Nisan 1875       Hersek’te isyân çıkması.

26 Nisan 1875       Sakızlı Esad Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı.

26 Ağustos 1875    Mahmûd Nedim Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı.

6 Ekim 1875         Dış kredilerle ilgili karar.

31 Ocak 1876        Avusturya dış işleri bakanı Andrasi’nin lâyihasının Bâb-ı âlîye tebliği.

2 Mayıs 1876         Bulgaristan’da isyân çıkması.

4 Mayıs 1876        Selanik Vak’ası.

10 Mayıs 1876       Midhat Paşa’nın yüksek tahsil gençliğini Pâdişâh’ı protesto yürüyüşüne sevketmesi.

12 Mayıs 1876       Mütercim Rüşdî Paşa’nın dördüncü sadrâzamlığı.

13 Mayıs 1876       Berlin memorandumu.

30 Mayıs 1876       Abdülazîz Han’ın tahtan indirilmesi.

4 Haziran 1876     Abdülazîz Han’ın şehâdeti.

faydalanılan kaynaklar:

1) Onüçüncü Asr-ı Hicrî’de Osmanlı Ricali (Ali Rızâ ve Mehmed Gâlib beyler, İstanbul-1920); cild-2, sh. 35

2) Tezâkir (Cevdet Paşa, Ankara-1986); cild-2-4

3) Ma’ruzât (Cevdet Paşa, İstanbul-1980); sh. 22, 56, 196, 222

4) Devri Sultan Abdülazîz (Ahmed Midhat, İstanbul-1319)

5) Mir’ât-ı Hakikat (Mahmûd Celâleddîn Paşa, haz. İsmet Miroğlu, İstanbul-1983); sh. 37

6) Üss-i İnkılâb (Ahmed Midhat, İstanbul, 1294-1295); kısım-1, sh. 66, 294, 398; Kısım-2, sh. 254

7) Sultan Abdülazîz’in Hal’i ve İntiharı (Tevfik Nûreddîn, İstanbul-1324)

8) Târihin Unutulmuş Sahîfeleri, Sultan Azîz’in şehâdetine asıl sebeb ne idi (Reşîd İbrâhim, Berlin-1333)

9) Son Sadrâzamlar (İbn-ül-Emin, İstanbul-1940/1953); cild-1-3

10) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 197

11) Sultan Abdülazîz’in vefâtı intihar mı, katl mi?” (Necib ÂsımT.T E.M-1926); Sayı: 6(83), sh. 321

12) Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi (Uzunçarşılı, Ankara-1967)

13) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 21

14) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1021

15) Eshâb-ı Kiram; sh. 280

16) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 69

17) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danişman); cild-12, sh. 141

18) Türkiye ve Tanzîmat (Engel-hardt, İstanbul-1328); sh. 169

19) Sergüzeştnâme (Pertevniyâl Vâlide Sultan, Üniversite Kütüphânesi, T.Y. 3310)

20) Hakâyık-ül-beyân fî hakk-ı Abdülazîz Hân (Mehmed, İstanbul-1324)

21) Vesâik-i Târihiyye ve Siyâsiyye Tetebbuâtı (Hayreddîn, İstanbul-1326)

22) Mir’ât-ı şuûnât (Mehmed Memdûh Paşa, İzmir-1328)

23) Hâtıra-i Âtıf (Neşr; İbn-ül-Emin Mahmûd Kemâl, T.T.E.M. sene-1926, sayı-7)

24) Sultan Abdülazîz’in vefâtı intihar mı katl mi? (Abdurrahmân Şeref, T.T.E.M. sayı-6 (83)-1926)

KAYNAK:  Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi. İhlas Matbaacılık, Gazetecilik ve Sağlık Hizmetleri A.Ş  a. cilt.

Orhun Uygur Devleti ve Maniheizm

742 yılında Çin kaynaklarının Gu-li pey-lo (Adaleti kabul eden reis) olarak kaydettiği Uygur yabgusu kendisinin mensup olduğu Yaġlakar klanının, diğer Uygur boylarına hâkim olmasını sağladı. Nihayet bu bey, Uygur, Karluk ve Basmıllardan oluşan bir koalisyonun başında Doğu Türklerinin son hükümdarı Ozmiş’i Moğol bozkırlarından atmıştır. Bu durum, Gu-li pey-lo’yu bozkır hâkimiyetine götüren ilk adım oldu (Mackerras 1968:1).

Nitekim Chiu T’ang Shu’daki bu duruma ilişkin kayda göre (Batı Türkleri 2007:136):
“Üçüncü yıl (744) Pa-si-mi’lere (Basmıllara) saldırarak mağlup etti ve Ku-to-lu (Kutluk) P’i-kia (bilge) k’üe (kül) kagan unvanını aldı…

Bundan bir süre sonra Karluklar da Uygur kağanı tarafından ortadan kaldırılmış ve bunların doğudaki bir kolu Uygurlara tâbi olmuştur.

Uygurlar bu zamanda kendilerine başşehir olarak, o devirde “Ordu Balıg” denen Yukarı Orhun Nehri üzerinde bulunan “Karabalgasun” şehrini seçmişlerdir. Kutluk Bilge Kül Kagan 747 yılında ölünce yerine oğlu Moyen Çor geçmiş ve kendisine “Tengride Bolmış İl itmiş Bilge Kagan” unvanı verilmiştir.

Moyen Çor zamanında en önemli ilişkiler Çin ile kurulmuştur. Bu sıralarda Çin’de büyük karışıklıkların hüküm sürmekte olduğu görülmektedir. Karluklar tarafından desteklenen Arap kuvvetleri ile Çinliler arasında 751 senesinde Talas’da meydana gelen savaşta, Çinliler ağır bir mağlubiyete uğramışlardı. Böylece Çin’in İpek Yolu’ndaki hâkimiyeti sona ermiş, aynı zamanda bu hadise Tarım bölgesinin Uygurların eline geçmesine sebep olmuştur. Bu dönemde T’ang yönetimini derinden sarsan bir başka olay ise 755 yılında vücuda gelen An Lu-shan isimli bir Çinli generalin isyanıdır.5 Çin bu isyanın bastırılması hususunda Uygurlardan yardım istemiş, isyan bastırılmış ve bunun karşılığında Çin imparatoru öz kızını Moyen Çor kağan ile evlendirmiştir (İzgi 1987:15).
759 senesinde Moyen Çor ölünce kağan olarak yerine oğlu Bögü geçmiştir. Bu kağan döneminde Türkler yeni bir kültür çevresine girmişler, Maniheizm ile tanışmışlardır.

DİPNOTLAR: 
49 Aynı bilgi Liu Mau-Tsai’de de vardır (Doğu Türkleri 2006:321).
50 An Lu-shan, Çin ordusunda önemli bir general idi. 755 yılında taraftarlarıyla birlikte T’ang hükümetine
isyan başlatmış, Çinin iki önemli başkenti olan Ch’ang-an ve Lo-yang şehirlerini ele geçirmişti. Kendisi
757’de öldürülse de ardılları 763 yılına kadar yer yer isyanları sürdürdüler. An Lu-shan isyanının T’ang
yönetiminde sebep olduğu tahribat büyük olmuş, isyanların bastırılması hususunda Çin, Uygur
yardımlarına muhtaç duruma gelmiştir. Bu isyan hakkında tafsilatlı bilgi için şu monografik çalışmaya
bkz. (Pulleyblank 1955). An Lu-shan’ın annesinin Türk, babasının ise Soğdlu olduğu söylenmektedir.
KAYNAK: Türk Tarihinde Maniheizm (VIII-XIII yüzyıllar). Selim KARAKAŞ. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı. doktora tezi. Ankara 2010. s. 73-74. 

Bögü Kagan’ın Mani Dini’ni Kabulü ve Maniheizm’in Devlet Dini Haline Gelmesi

VIII. yüzyılda Uygurların Maniheizm’e girişi Arap kaynaklarının yanı sıra Çin tarihi kayıtları, Turfan vahasında ele geçen Maniheist yazmalar ve Karabalgasun Yazıtı’ndaki bilgiler ile de teyit edildiği üzere Türk tarihi için kayda değer bir olaydır. 5 762 yılında Uygur kağanı Bögü (759-779)’nün Maniheizm’i benimseyişinden sonra Orhun Uygur Kağanlığı’nda bu inancın devlet dini statüsü kazanması da bunun önemli bir göstergesidir. Genel olarak kaynaklar, Bögü Kağan’ın 762-63 yılında Mani dinini kabul ettiği görüşündedirler. Ancak Larry Clark, müstakil bir çalışmasında Bögü’nün - kağan olmadan önce- henüz Tigin iken Maniheizm’e sempati duyduğu savını ortaya atarak onun 755-56 yıllarında bu dine girdiğini, fakat kağan olduktan sonra söz konusu tarihte Maniheizm’i devlet dini olarak ilan edebildiğini öne sürmektedir (Clark 1997:83-123). Şinasi Tekin ise, Maniheizm’in 762’de devlet dini olarak kabulü konusunda, “Uygurların bilhassa da üst tabakanın Mani dini ile çok önceden bir aşinalığı olmaksızın böyle bir teşebbüsün başarısını tasavvur etmek güçtür” demektedir (2001:110). 5

Uygurlar henüz Ötüken’de iken Çin vasıtasıyla Maniheizm’i tanımışlardı. Lakin bu tanışma Maniheist propagandacıların Uygur memleketine gitmesiyle değil, ama kağanlarının Çin’e yaptığı bir sefer esnasında Uygurların orada Mani dini ile temasa geçmesiyle olabilmiştir.

Kaynakların belirttiğine göre 762 yılının sonların doğru Tang imparatoru T’ai-tsung, An-lu-shan askeri birliklerine bağlı Shih Chao-i adlı bir asinin önderlik ettiği bir isyanı bastırmak üzere Uygur kağanı Bögü’den yardım istemişti. Kağan isyanın çıktığı Lo-yang şehrine giderek olayı bastırmıştı. Göçebe geleneklerine göre yardımın karşılığı olarak şehrin askerlere yağma ettirilmesi gerekiyordu. Uygurlar buna uyarak yağmayı  gerçekleştirdiler. Fakat Ötüken’e dönmeyip kısa bir süre için orada yerleştiler. İşte onların bu geçici ikametleri Bögü Kağan’ın Soğd asıllı Maniheist misyonerlerle tanışma ve onların dinini öğrenmesine ortam sağlamıştır. Maniheizm’e büyük bir ilgi duyan ve ihtida etmek isteyen Bögü Kağan,763 yılında bu dini öğretecek dört rahibi de beraberine alarak ülkesine döndü. Bunlar arasında en kıdemlisi Jui-hsi idi. Karabalgasun kitabesinin Çincesi bu zat hakkında övücü ifadeler kullanmaktadır (Traité 1913:191-192):

“Kağan, Jui-hsi gibi dört rahibi (Uygurca Moçak) kendi ülkesine getirdi. Bunlar iki ibadeti geliştirip, üç zamanı iyice öğrettiler. Bu din bilginleri Nura ait doktrinleri mükemmel şekilde incelemiş oldukları gibi, yedi kitabı da tam olarak anlıyorlardı. Onların bilgileri denizler kadar derin, konuşmaları da çağlayanlar kadar akıcı idi. Bu nedenle Uygurları bu hak dine sevk edebilirlerdi… .”

Bögü Kağan maiyetiyle birlikte Karabalgasun’a geri döndükten sonra, devlet ricali arasında onun Maniheistleri Uygur ülkesine getirmesi ve bu dini devletin resmen kabul edip etmeyeceği konusunda münakaşalar başlamıştır. Daha sonraki olayların bize gösterdiği üzere muhtemelen bu muhalif grubun başında kağanın baş veziri Tun Baga Tarkan vardı. 5

Bögü’nün bu dine meyletmesine karşı çıkanlar nedeniyle tereddüt yaşadığı anlaşılıyor (Tekin 1962:6-7):

“(Kağan) Ben Tengri sizlerle birlikte tanrılar ülkesine gideceğim” dedi.

Rahipler de şu karşılığı verdiler: “Biz kutsalız, biz rahibiz. Tanrı’nın sözlerini

tamamen  yerine  getiririz.  Biz  ölünce  tanrılar  ülkesine  gideceğiz,  çünkü biz

Tanrı’nın buyruğundan çıkmayız. Bize çok baskı yapıldığı   için Tanrılar ülkesini

bulacağız....

Efendim eğer siz kendiniz, kanunsuz ve düzensiz olarak Ezrua’ya54 karşı günah

işleyecek olursanız, bütün ülkenizde karışıklıklar olacak. Bu bütün Türk milleti

Tanrı’ya karşı günah işlemiş olacak ve rahiplere buldukları yerde baskı yapacaklar,

onları öldüreceklerdir. Bu Çin’den gelen dört kutsal rahip dört dileğiyle ....Büyük   tehlike ve baskı olacaktır. Dinleyicileri ve tüccarları nerede bulsalar hepsini öldürecekler ve birini (dahi) canlı bırakmayacaklar. Bu sizin ülkenizde buyurduğunuz iyi ve büyük işler yapılıyordu. Tarkan gelince sizin ülkenizde (gene iyi işler) yapıldı. Fakat efendim eğer bunu kendiniz uzaklaştırırsanız iyi kanunlar, iyi işler hep kalmış olacak. Eğer Tarkan böyle (ülkeyi) tehlikeye sokacak olursa kötü işler yapılacak ve sizin (ülkeniz yıkılacaktır). Gideceğiniz yol bundan başka olacak. Bu şeyleri papaz hazretleri işitecek (fakat) hiç tasvip etmeyecek (Semerkand’daki din önderi kasdediliyor)” 55

W.Bang ve A.v. Gabain’in Turkish Turfan Texte serisinin ikincisinde yayımladıkları Mani dinine ait bir metinden (TT II 1929:416-417), Bögü’nün Mani dininden oldukça etkilenmiş olduğunu, ancak bu kişisel tercihinin kabul ettirilmesi noktasında yaşadığı sıkıntıların onu bir iç muhasebesi yapmak durumunda bıraktığını da anlıyoruz. Hatta kağan bir ara dinden ayrılmayı da düşünmüş olmalıdır. Ancak sonrasında yaşadığı pişmanlık metne şöyle yansıyor. 5

“Yine haşmetli hükümdar ve rahipler iki gün iki gece bu meseleleri görüştüler. Üçüncü günü Tengriken son derece üzüldü, bundan sonra haşmetli hükümdarın zihni biraz zayıfladı. Şu sebeptendir ki ‘bu amellerden ötürü ruhu kurtulmayacak’ diye bir ses işitti; bu yüzden korktu, titredi, tereddüte düştü.57 Bu sırada haşmetli hükümdar Bögü Han kendisi rahiplerin bulunduğu cemaate geldi ve rahiplerin (önünde) diz çöktü, günahları için af dileyip saygıyla şöyle dedi:

...den beri sizlere eziyet çektirdim. Açlık ve susuzluk......... Şöyle düşündüm: Bunca

üzüntülerden sonra kendime geldim. Siz bana acıyın, (beni)dine tutun (kabul edin),rahip yapın! Fakat şimdiye kadar düşüncelerim sabit değildi. Dünyada, evde

barkta yaşamayı hiç sevmem, artık gözümde değersiz ve basit oldu... Yine siz bana şöyle buyurmuştunuz: Bunca ameller ruhunuzu kurtaramayacaktır. Fakat dine rahipler vasıtasıyla gelecek iyi amellerin işlenmesi kalacak... Cesaretim kırıldı ve korktum. Siz buyurursanız ben sizin sözlerinize ve öğütlerinize göre hareket edeceğim. Çünkü siz (bana) ‘efendim iyi gayret gösterin, günahları bırakın demiştiniz’ dedi.

O zaman haşmetli hükümdar Bögü Kağan böyle konuşunca biz rahipler ve bütün ülke halkı çok sevindik. Bu sevincimiz sözle ifade edilemez. Sonra olayı birbirine anlattılar, sonra binlerce, on binlerce topluluklar halinde birleşip çeşit çeşit eğlencelerle... geldiler. Sabaha kadar büyük neşelerle, sevinçlerle sevindiler... Pek çok idiler. Ertesi günü küçük oruç idi.”

Olayın ertesinde Bögü Kağan, tebasının Maniheizm’i kabul etmesi için bir emirname yayınladı. Hadise, Mani metninde heyecan dolu bir üslupla anlatılmaktadır (TT II 1929:416-417).

“Haşmetli hükümdar Bögü Kağan ile bütün rahipler, maiyetinde atlara bindiler ve bütün büyük prensler, soylu kişiler başta olmak üzere, büyük küçük bütün millet güle oynaya şehrin kapısına gittiler. Bu sırada haşmetli hükümdar şehre indi, tacını giydi. Kırmızı.... giyip altın tahtına oturdu. Beylere, halka yerinde bir buyruk buyurdu. ‘Şimdi sizler bütün ışık... sevinin... bilhassa rahipler... gönlünüzü teskin ettikten sonra kendimi sizlere veriyorum ve ben geldim, tahtıma oturdum. Sizlere buyururum: Rahipler sizlere... ruh ziyafetine teşvik etseler, öğüt verseler sizler onların sözlerine ve öğütlerine göre hareket edin, seve seve saygı gösterin.’ Bunun üzerine Bögü Kağan Tengriken bu buyruğu buyurduğunda, sayısız halk haşmetli hükümdarın önünde saygıyla eğildiler ve bağrıştılar, yine siz rahiplere saygı gösterdiler, sevindiler. Hepsi... sevindi. Yeniden Tanrı’yı sevdiler ve iman ettiler. Bundan sonra durmadan ruh işlerinde ve iyi amellerde gayret gösterdiler. Yine kutlu, nasipli Han bu millete durmadan iyi ameller işlemesi için öğütler verir ve onu bu tür işlere teşvik eder. Sonra haşmetli hükümdar şöyle bir kanun koydu. Her on kişinin başına bir adam dikti ve bunları iyi amellere teşvik edici yaptı. Kim dini ihmal eder, günah işlerse ona (doğru yolu) öğretip olur idi.”58

Böylece 763 tarihinden itibaren Uygurların resmi dini Maniheizm oldu. Bögü Kağan tarihte Maniciliği kendi halkına kabul ettiren birkaç hükümdardan biri ve (daha sonraki Uygur kağanlarını istisna edersek) Asya’nın doğusunda da tek örnektir. Bögü’nün bir Soğd dini olan Mani öğretisini kabul etmesinde kendisinin kişisel anlamda bu dine duyduğu eğilimin yanı sıra, kimi siyasal ve ekonomik koşulların da etkili olması mümkündür. O bu inancı benimseyerek hem Doğu Asya’da ekonomik açıdan çok etkili olan Soğdlularla daha uyumlu ilişkiler kurmak, hem de bu yolla Çin’in etkilerine karşı koymak gibi bir amaç gütmüş olabilir. Zira Çin’deki Budizm’in etkisine de açık bulunan hatta bünyesinde bu inancı da barındıran Uygurların kolayca tahribata uğramaları beklenebilirdi. Bögü, belki de Tang hanedanına karşı uzun vadede istiklallerini korumanın yolu olarak Çin’de tepkiyle karşılanan bu dini benimsemekle, bir yandan Çin’i umursamadığını gösteriyor, öte yandan bu devletin ülkesi üzerindeki siyasal ve kültürel etkisinin azalacağını düşünüyordu. Ayrıca Kağan Uygurların yerleşik hayata ve şehir kültürüne geçişlerini ve halkının medeniyet seviyesini yükseltmeyi yakın Çin’den ziyade uzak Soğd eliyle yapmayı daha güvenilir bulmuş olmalıdır (Mackerras 2002:443-444). Özellikle de bir tüccar dini olan Maniheizm’in ülkesine ekonomik getirilerini hesaba katmıştır kanaatindeyiz. Lakin Grousset’in yorumundan burada karşılıklı bir faydadan söz etmek de mümkündür. Zira “Irak ve İran’da Araplar tarafından baskı altına alınan bu eski Pers dini, Moğolistan’ın hakimi, Çin’in müttefiki ve kudretinin zirvesindeki Uygur Kağanı’nı kendi tarafına kazandırarak beklenmeyen bir anda talihinin akışını değiştirmiş görünüyordu” (Grousset 1993:130).

Ancak sanıyoruz ki Karabalgasun kitabesinde zikredilen Bögü Kağan’ın şu ifadeleri özellikle de son cümleleri onun Mani dinini kabul etme nedenlerini ve bu dine verdiği önemi açıkça izah ediyor ( ETY 1994:233):

“Kağan şöyle bir emir yayınladı:‘Bu din muhteşem ve harikuladedir. Bununla birlikte onu kabullenmek, ona riayet etmek güçtür. Onu iki üç defa dikkatle inceledim. Eskiden cahildim, Buda’ya şeytan diyordum. Şeytanı Buda olarak anıyordum. Şimdi gerçeği anladım. Artık bundan böyle sahte tanrılara hizmet etmeyeceğim’….

Bu ülke sıcak kan içicilik gibi barbar âdetini bırakarak sebze ile beslenen bir memlekete dönüşsün. Bu cinayet devleti iyiliklere teşvik krallığı haline gelsin.”

Uygurlardaki din değişimi hakkında, XIII. yüzyıla ait Cüveynî’nin Tarih-i Cihan Güşa (Cihan fatihinin tarihi) adlı Farsça eserinde de ilgi çekici bir anlatı vardır. Ancak burada yazar muhtemelen Maniheizm’i Budizm ile karıştırmaktadır. (Öztürk 1999:105-106):

“Uygurlarda büyücülük ilmi mevcuttur. Bu büyü mütehassıslarına onlar Kam derler. Bu kimseler cinlerle ve ruhlarla bağlantı kurar, hastaları tedavi eder ve gelecekten haber verirler. Kamlar şehzadelere müneccimler olarak hizmet vermektedir. Hanlar bir işe başlamadan önce mutlaka bunlara danışırlardı. Hıtay (Yedisu)’da bir putperest vardı. Bu kimse Buku (Bögü) Han’a bir elçi göndererek “Toyin” denilen din ulularıyla Han’ın ülkesindeki kamları münazara yapmaya davet etti. İleri sürdüğü şarta göre hangi taraf münazarayı kazanırsa, karşı taraf onun dinini kabul edecekti. Her iki taraf galip gelecek yüksek akide öğretilerini okumak için karşı karşıya geldiler. Toyin’ler kendi kutsal kitapları olan “nom”larını okumaya başladılar. Onların “nom”u batıl hikâye ve rivayetlerden teşekkül etmiş olmasına rağmen, içerisinde bütün peygamberlerin dinlerine, şeriatlarına uyan mesela insanları incitmemek, haksızlık etmemek, kötülüğe karşı iyilikle cevap vermek, canlılara zarar vermemek gibi iyi öğütler de vardı. Bunların dinleri ve inançları çok çeşitli ise de hemen hepsinde “tenasüh” inancı hâkimdir. Bu münazarada kamlar yenildiler ve karşı tarafın dinini kabul ettiler ve halkın çoğu da onlara uydular.”

Bögü Kağan, devletinde Maniheizm’i yerleştirme kararının ardından Turfan’da bulunan bir metinde “doğunun hakimi, dinin koruyucusu ve hak yolundan gidenlerin yardımcısı” olarak vasıflandırılmış ve “Zahag i Mani” yani “Mani’nin tezahürü” olarak anılmaya başlanmıştır. Mani kilisesinin başpiskoposu kağana kutlama mesajı ile birlikte dini yaymak ve yüceltmek maksadıyla kadınlı erkekli seçilmişlerden bir heyet gönderir (Mackerras 2002:445).

Bu arada Bögü Kağan ileri bir adım daha atarak Mani dininin Çin’de de yayılması için teşebbüse geçer. 768 yılında Ch’ang-an ve Lo-yang şehirlerinde Mani tapınaklarının   kurulması için T’ang imparatoru emir vermek zorunda kalır. Üç yıl sonra ise Güney Çin’de dört ayrı şehirde mabetler inşa edilmiştir.

Bögü Kağan 779 yılında çadırında Maniheist bir vaazı dinlediği esnada muhalif veziri Tun Baga Tarkan tarafından öldürülmüş ve bu nazır “Alp Kutluk Bilge Kağan” unvanını alarak Uygur tahtına oturmuştur. Hatta bu hükümet darbesinin, görünen nedeni Uygur devlet yönetiminde etkin rol oynayan Manici Soğdların, Bögü Kağan’ı Çin’i işgal etmesi için ikna etmiş olmalarıydı.

Bu husus Çin kaynağı Hsin T’ang-shu’da şöyle anlatılır (UDTK 2004b:102):

“İmparator Te-tsung tahta çıkınca, babasının ölümü dolayısıyla sarayın yasını bildirmek ve dostluğu tamir etmek için birini gönderdi. O zaman Soğdlar kağanı Çin’e hücuma teşvik ediyorlar ve kağana ‘ Çin’de para, toprak var. Çok zengin. İmparatorun ölümüyle Çin karışıklıklar içinde. Bu sırada Çin’e akın yaparsanız çok menfaat kazanırsınız’ dediler. Böylece kağan bütün ordunun hududa doğru gitmesini istedi. Fakat onun baş nazırı T’un Mo-ho Ta-kan, ‘T’ang büyük bir devlettir ve bize karşı kötü bir hareketi de yoktur. Evvelki sene T’ai-yüan’a girdiğimiz zaman on binlerce koyun ve at aldık. Zafer kazandık. Ancak yol çok uzak ve dönüşümüz zor oldu. Eğer şimdi asker oraya gittikten sonra zafer kazanamazsak nasıl döneceğiz’ dedi. Kağan onu dinlemedi. T’un Mo-ho bu karmaşada onu, yakınlarını ve Soğdlular arasından iki bin kişiyi öldürdü. Hemen kendisini kağan ilan etti”

Bu kağanın iktidarı ile birlikte kağanlık soyu Yaġlakar ailesinden Atieh (Ediz) ailesine geçmiş olmaktadır.

DİPNOTLAR:

51   Karabalgasun Kitabesi’nin bugünkü dile çevrilmiş bir metni ETY içindedir. Okuma için bkz. (Orkun
1994:232-236)

52  759 yılında babası Moyen Çor’un ölümü üzerine Uygur tahtına geçen Bögü (Bugu,Tengri) Uygurca
“alim, hekim, sihirbaz” gibi anlamlara gelir. Bu kağanın Bögü olarak anılmasının sebebi Mani dinini
ülkesinde yayması ile ilgilendirilebilir. Çinliler Bögü adını “Mou-yü” şeklinde yazmışlar veya “I-ti-
chien” tabirini kullanmışlardır (İzgi 1986:19).

53   Kağan’ın vekili Tun Baga’nın Bögü’nün fikirlerini paylaşmama nedeni konusunda ancak fikir
yürütebiliyoruz. Belki de Tarkan, vaktiyle Tonyukuk’un Budizm’e duyduğu tepkideki hassasiyetle ve
benzer kaygılarla Maniheizm’e karşı durmuş olsa gerektir.

54   Türkçe metinlerde geçen “Ezrua” tabiri Mani terminolojisinde ışık ülkesinin hükümdarı Zurvân’ı
karşılar bir ifadedir.

55 Buradaki ifadeleri Şinasi Tekin Mani rahiplerinin Bögü’ye açık tehdidi olarak yorumlar. Bu düşünceye katılmakla birlikte kanaatimizce esasen bahis konusu din adamları Kağan’a bir tereddütlerini dile getiriyorlar. Muhtemelen-incelediğimiz Uygurca mektupta anlatılanlardan-Bögü rahiplere görüşmeleri sürecinde ülkesinde başta vekili Tun Baga Tarkan olmak üzere bürokrasi ve halktan Maniheizm’e karşı olan önemli bir kitlenin mevcudiyetinden söz etmiş olmalıdır. Burada Maniciler Bögü Kağan’a eğer dinlerini seçecek olursa bunda sağlam durmasını, aksi taktirde kendi başlarına gelebileceklerin muhakemesini bildiriyorlar. Bunu da “Ezrua’ya karşı işlenecek günah”şeklinde sunuyorlar (zira Maniheizm’de dini benimsedikten sonra ondan dönmek büyük bir günahtır). İşte Kağan’ın-mektubun devamında ifade edilen-iki gün daha bu meseleleri onlarla görüşmesinin arkasında yatan düşüncenin hem iç muhasebe ve din hakkında bilgi edinme ve hem de halkına ilgili hususu anlatış stratejisinin belirlenme süreci olduğu fikrini taşıyoruz.

56  Bögü Kağan’ın Mani rahipleriyle konuşması şurada da yayımlanmıştır (Çağatay 1963:13-17).

57  İfadelerindeki rüya veya içsel sesin bir motif olduğu kanaatindeyiz. Buda’nın bir rüya sonucu aristokrat
yaşamını terk etmesi veya benzer şekilde Üveys el-Karenî’nin zahidane bir hayata geçişi ile Bögü’nün
Maniheizm’i seçmesindeki paralel argümanlar tarihi olgu ve olayların gerçekliğine mücerred bir boyut
katıyor. Yine Karabalgasun yazıtında Bögü Kağan için “Zahag i Mani” yani “Mani’nin tezahürü”
denmesi de bu düşüncemizi destekliyor.

58 “Her on kişinin başına bir adam dikti ve bunları iyi amellere teşvik edici yaptı. Kim dini ihmal eder, günah işlerse ona (doğru yolu) öğretip olur idi” ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla Bögü halkının ivedilikle Mani dininin akidelerini öğrenmesini ve inancın Uygur toplumunda yaygınlaşmasını istemiştir.

KAYNAK: Türk Tarihinde Maniheizm (VIII-XIII yüzyıllar). Selim KARAKAŞ. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı. doktora tezi. Ankara 2010. s. 74-80

Bögü Kagan Sonrası Dönemde Orhun Uygur Devleti’nde Maniheizm

Tun Baga Tarkan döneminde Uygur Maniheizmi’nin durumuna dair elimizde pek fazla veri bulunmamakla birlikte, bu kağanın söz konusu dine ve saliklerine karşı olduğu bilinmektedir.

Tun Baga Tarkan ölünce yerine oğlu geçmiştir. Bu kağanın unvanı “Ay Tengride Kut Bolmış Külüg Bilge Kagan”dı. Görüleceği üzere bu kağanın unvanındaki “Ay Tengri”  ifadesi Uygur Devleti kurulduğundan beri kağan unvanı olarak ilk kez kullanılan bir tabirdir. Bu durum kanaatimizce Mani dininin tesiri olarak açıklanabilir 59

Maniheist Uygurlara ait önemli bir metin olan Huastvanift’te geçen bir dua fragmanında unvanlara yansıyan bu kutsiyet karşımıza çıkmaktadır ( Asmussen 1965:175):

“Nur ile zulmet nasıl birbirine karışmış,

Yeri göğü kim yaratmış öğrendik.

Yine Arkon (Karanlık) yer tanrı ne vasıta ile yok olacak,

Nur ile zulmet nasıl ayrılacak, ondan sonra ne olacak öğrendik.

Ezrua (Zurvan) tanrıya, Güneş ve Ay tanrıya, kudretli tanrıya,

Bunlara inandık (metin devam ediyor) …”

806 yılında Uygur tahtındaki “Ay Tengride Kut Bolmış Alp Külüg Bilge Kagan”, Mani rahiplerine Uygur başkentinde devamlı oturma izni vermiştir. Bu tarihte Uygur Devleti Çin’de yeni Mani mabetlerinin inşasını da sağlamıştır. Buradaki Maniheist tapınaklar, muhtemelen Uygur tüccarları tarafından borç veren kurumlar olarak da işlev görmekteydiler (Mackerras 1968:109).

Çin kaynağı Tzu-chih T’ung-chien’in verdiği bilgiye göre (UDTK 2004b:123):

“Bu senede Uygurlar Çin’e haraç gönderdiler. İlk defa Mo-ni (Mani rahibi) Uygur

elçileri ile beraber Çin’e geldi ve ibadethane kurdu. Bu dinin kaidesine göre sadece

akşamüzeri yemek yenir, etli ve yoğurtlu yemek yemezler.

Uygur kağanı bu dine  inanıyor ve bazı Mo-ni rahiplerine  devlet işleri  için

danışıyordu.”

Yine 807 senesi olayları içinde Hsin T’ang-shu’ya yansıyan bilgiler şöyledir (UDTK 2004b:123-124):

“807 yılının başlangıcında Uygurlar ikinci defa saraya vergi vermeğe geldiler. Birinci seferde bazı Maniheistlerle birlikte idiler. Bu dinin kanunlarına göre onlar sadece akşamları su ve sebze tüketirler, kımız içmektense kaçınırlardı. Kağan daima devlet işlerine onları iştirak ettiriyordu. Maniheistler her sene geliyordu. Batı Pazar yerinin tüccarları sık sık onlarla kanuna aykırı işler yaptılar.”

808 yılında kağan olarak “Ay Tengride Kut Bolmış Alp Bilge Kagan ”ı görmekteyiz ki bu ismin önemi Karabalgasun yazıtını kendi adına yazdırmış olmasıdır. Bu kağan zamanında da Mani rahipleri inanç elçileri olarak Çin’e gitmişlerdir.

813 senesinde aynı kağan, Çin imparatoru San-tien’e elçi göndererek kızını istetmişti. Ancak imparator, devlet hazinesinin düğün masraflarının altından kalkamayacağı bahanesiyle bu isteği geri çevirmiş, bu sırada Çin’e gelmiş olan 8 Mani rahibinden kağanı ikna etmeleri için aracı olmalarını talep etmiştir (İzgi 1986:24).

Aynı talepler ve cevapları içeren kayıtlar 820 senesine kadar kaynaklardan örneklenebilir. Ancak 821 yılına geldiğimizde adı geçen kağan ölmüştür. Yerine geçen kişi “Ay Tengride Kut Bolmış Bilge Kagan” zamanında ise Çin imparatoru kız kardeşini bu kağan ile evlendirecektir. Konumuz bakımından bizi ilgilendiren husus Çin sarayındaki merasimde Mani rahiplerinin de hazır bulunmuş olmasıdır.

“Ch’ang-ch’ing’in birinci senesinde (821) beşinci ayda 573 Uygur nazırlar, Tu-tu’lar (Tudun), prensesler, maniheistler ve diğerleri hep birlikte saraya geldiler… .”

ifadesi vardır.

821 yılında Uygur başkentine gelen Arap seyyahı Tamim İbn Bahr da seyahatnamesinde verdiği Uygurların dinine ilişkin bilgide “Halkı arasında Zındık dini (Maniheizm) geçerlidir, Başkentte zındıklar çoğunluktadır” demektedir (Minorsky 1948:283).

821 senesinden sonra Uygur devletinde siyasi yönden genel bir gerileme dönemi başlamıştır. Uygurlardaki bu bozulmanın nedenini Cahız gibi, Mani dinine ve onun Uygurların savaşçılık özelliklerini köreltmesine bağlayanlar olduğu gibi, meydana gelen sülale değişimine ya da Çin’in olumsuz etkisine yoranlar da vardır. 839 tarihinde yaşanan şiddetli kış neticesi telef olan pek çok hayvan ile çöken Uygur ekonomisi bu sebeplere eklenen en kuvvetli halka olmuştur. 840’a gelindiğinde ise, yüz bin kişilik bir Kırgız ordusunun başkent Karabalgasun’u kuşatarak, Orhun Uygur Devleti’nin son kağanı olan Wu-chieh’i öldürmeleri ile devlet yıkılmış, kalan Uygurlar çeşitli yönlere dağılarak yeni devletçikler kurmuşlardır.

Uygur devleti yıkılınca, Mani dininin Çinliler arasında yayılışı da durmuş, Çin’de Manicilik çökme noktasına gelmiştir. 843 senesinde imparator Wu-tsung, bir ferman çıkartarak bütün Mani mabetlerinin, köylerinin, evlerinin ve vakıf mülklerinin tespitini ve bunlara el konulmasını emretmiştir. Mani mabetlerinde bulunan resim ve kitaplar yırtılıp yakılmış ve rahipler başka şehirlere sürülmüştür. Söz konusu tarihte Çin başkenti Ch’ang-an’da 72 Mani mabedinin kaldırılması T’ang yönetiminin bu işe ne kadar önem verdiğinin bir göstergesidir. (Tsai-When-shen 1967:88).

KAYNAK: Türk Tarihinde Maniheizm (VIII-XIII yüzyıllar). Selim KARAKAŞ. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı. doktora tezi. Ankara 2010. s. 80-83

İlk Çağlarda Bolu Tarihi

Bolu’da bilinen en eski uygarlık Hititler’dir. Bolu, Hititlerden sonra sırasıyla Frigler, Persler derken Makedonya kralı Büyük İskender topraklarına dahil oldu. Ardından Bitinya, Roma imparatorluğu ve ardından da Malazgirt zaferi sayesinde 1080’li yıllarda Türkmenler Bolu’ya yerleşmişlerdir. Sonraki zamanlarda Osmanlı Devleti hakimiyetine girmiştir.

M.Ö. 1200’lü yıllarda bütün Hitit toprakları gibi Bolu da Friglerin elindeydi. M.Ö. 6. asırda Persler bölgeye hakim oldular. M.Ö. 336’da Büyük İskender Persleri yenerek Anadolu’nun bir çok yeri gibi Bolu’yu da ele geçirdi. Büyük İskender’in ölümü üzerine Makedonya yıkılınca Bolu bölgesinde Bitinya Krallığı kuruldu. Yazılı belgeler, o dönemlerden kalan arkeolojik eserler ve tarih kaynaklarına göre, Trak göçleri sonunda Sakarya ve Filyos Nehrinin yayı içine yerleşen halk “Bithyn” ismi ile anılıyordu. Bu yüzden Bolu’nun da içinde bulunduğu Kuzeybatı Anadolu’ya “Bithynia” denilmiştir. Bithynler tarafından Salonia Campus denilen Bolu Ovası ve çevresinin adı Romalılar tarafından “Claudio Polis” olarak değiştirilmiştir.

KAYNAK: http://www.neyiilemeshur.com/bolu/bolu-tarihcesi-3044.html